14 Temmuz 2012 Cumartesi

BEYAZ KARANFİLLER


   ( Türkiye’nin doğusunda bir yılda 113 kadın intihar etmiştir.)



     Ne çok sevmişti yengesini. Bir ağabey ve üç erkek kardeşle yaşayıp, bir yandan da onların baskılarıyla başetmek zorundayken, birileriyle dertleşmeye o kadar ihtiyaç duyardı ki zaman zaman. Ağabeyinin evlenip, onlarlar aynı evde yaşayacağını öğrendiğinde, bir arkadaşa kavuşacağı için havalara uçmuştu adeta. Onu anlayacak bir nefes, gerektiğinde yol gösterecek bir akıl, sızılarını bir nebze olsun hafifletecek bir dokunuş çok iyi gelecekti genç kıza. Hep bir abla olarak görmüş ve öyle davranmıştı yengesine. Her sırrını ona açmış, onun her sırrını sinesinde saklamıştı.
Yengesi, babasının onu kapattığı karanlık ahırın kapısını aralayıp, ona bakarken kızın aklından bunlar geçiyordu. Gözlerinde sadece aşağılama vardı kadının, ne sevgi, ne dostluk. Basit miydi her şey bu kadar! Onca anıyı paylaştığ,ı en can arkadaşı, sırdaşı saydığı bu kadın, düşmanıymış gibi bakıyordu şimdi.
 Suçlu değildi. Hiç bir günahı yoktu. Anası, babası, ağabeyi, hatta kendinden küçük kardeşleri bile ne derlerse itaat etmiş, bütün evin işini küçük yaşından itibaren tek başına sırtlanmıştı. Kardeşlerini büyütmüş, evi silip süpürmüş, her gece sırtladığı yataklar belini bükmüş, buz gibi sularda yıkadığı çamaşır bulaşıktan, elleri daha o yaşında ihtiyar eline dönmüştü. Yaşadığı hayatı düşünmek hınçla doldurmuştu içini bir an, gözlerine yaşlar birikmişti. Islanmış kirpiklerinin arasında, hala kapıda duran yengesini görüyordu. Kadının kendisine odaklanmış bakışlarından fışkıran nefret hayrete düşürüyordu kızı, anlayamıyordu sebebini bir türlü. Kadın elinde tuttuğu kalın ipi ona doğru fırlatırken, tıslamayı andıran bir sesle konuştu;

_Al şunu da, kendi işini kendin hallet!  Yoksa, kocama düşücek namusumuzu temizlemek. Pis kanını bulaştırma bize!

Diyeceğini dedikten sonra, zavallının cevap vermesini bile beklemeden, zehirini boşaltmış bir yılanın rahatlığıyla ayrıldı oradan. Genç kız buz kesmişti adeta. Hep güvendiği, her an arkasında olacaklarını sandığı ailesi, ölmesini istiyorlardı. Başkaca yolu yoktu namuslarının temizlenmesinin. Demek her şey, masum bir kızcağızın ölmesiyle düzelecek, unutulacaktı. Asıl suçluların hayatlarına devam etmeleri, hiç bir şey olmamışcasına ortalarda dolanmaları kimseleri rahatsız etmeyecekti demek ki. Herkes susturacaktı vicdanının sesini, tıkayacaktı kulaklarını, hiç utanmadan, rahatsızlık duymadan yaşayıp gideceklerdi. Hatta, kızın intihar ettiğini haber aldıklarında, rahatlayacaklardı bile.Ttöreleri yerine gelmiş, kirlerden, pisliklerden arınmış olacaklardı. Babasıyla, ağabeyi, namuslarını temizlemiş olmanın azametiyle , gerine gerine yürüyeceklerdi köyün çakır çukur yollarında. Köydeki genç kızlar, aynı şeyin başlarına geleceği korkusuyla iyice sineceklerdi. Biliyordu tüm bunları. Çünkü hepsi tekrar tekrar yaşanmıştı bu köyde yıllardır. Nice namus lekeleri temizlenmiş, nice töreler yerine getirilmiş, nice masumun kanına girilmişti. Sonu gelecek miydi bunların günün birinde!
Günlerdir ağlamaktan, artık gözyaşları akmaz olmuştu. Oysa kız, denizler kadar sonsuz sanırdı gözyaşlarını. Ama bitmişlerdi işte, sonsuz değillerdi, hiç bir şey sonsuz değildi. Acaba, hiç görmediği denizler de tükenirler miydi zamanın bir yerinde! Televizyonda görüp de hayran kaldığı, maviliğine tutunmak istediği denizler! Lacivert ışıklı bir gecenin kollarında, yıldızların o mavi sonsuzlukta yansımalarını seyre dalmayı ne çok istemişti.

   Zor bir hayatı yaşarken, hayallerinin içinde  küçük bir yağmur bulutunu andıran umut kırıntıları barındırabilmeyi başarmıştı şu ana dek. Ama artık o küçücük umut parçacıkları tuzla buz olmuşlardı. Tıpkı, içinde en güzel kokulu çiçekleriyle, evin en nadide köşesinde yerini bulmuş değerli bir vazo misali kırılmış, her bir parçaları başka tarafa savrulmuştu. Hiç bir sihirli el onları bir araya getiremezdi.
İyi olmuştu belki de! Hayalleri, bu bomboş hayattan kurtulmuş, özgürlüğe akıp gitmişlerdi. Asla gerçekleşemeyecek olmanın sızısını daha fazla hissetmeden, sessizce çekilmişlerdi. Oysa o hala acılarıyla yanyana, ne yapacağını bimeden beklerken, neyi beklediğini bile kestirememekteydi.
    Çok sevdiği, kendine sırdaş yaptığı yengesinin gözlerindeki nefreti gördüğünde, güvendiği tek kale de düşmana teslim olmuşcasına bir duyguya kapılmıştı. Hepsinden çok da bu davranış,  hayatın sahteliğini bir tokat gibi patlatmıştı yüzünde. Şimdiye dek yediği dayaklardan, en fazla bu tokat yakmıştı bu canını. Çocukluğundan beri öyle çok dövmüşlerdi
ki onu, bir süre sonra bu korkunç durum adeta olağan bir hale gelmişti kız için. Bu zulüm sadece onların evinde değil, köydeki hemen tüm evlerde yaşanırdı. Her sabah, kadınlar çeşmebaşında, kimin yüzünün daha mor, dudağının daha fazla patlamış olduğunun tartışmasını yaparlardı. Hiç birinin aklına, neden erkeklerin onları dövmesini bu derece normal karşıladıklarıyle ilgili herhangi bir soru takılmazdı.Küçüklüklerinden itibaren alıştıkları bu düzenin tekerlekleri arasına sıkışmış, sorgusuz sualsiz yaşamlarını sürüklemeye katlanıyorlardı. Tıpkı her masalın sonunda kaybedenler olduğu gibi, bu kayaıp hayatlar da onlarındı. Ne yapsalar da kaçamayacakları, kurtulamayacakları bu yazgılar onlara aitti.

Biraz da bu yüzden sevinemezdi kadınlar kız çocuk doğurduklarına. Hem bu yüzden, hem de kocaları tarafından daha da aşağılanacaklarından. Oğlan doğurmak, hiç olmazsa bir süreliğine rahat bir hayatın garantisiydi hepsi için. Genç kız bunu bir türlü bir yere oturtamamıştı zihninde. Oğlanlar büyür, evlenir, sonra da çekip büyük şehirlere göç ederlerdi. Ana babalarına yine kız çocukları bakardı. Hala, neden erkek diye tutturulurdu, anlayamazdı. Babası da öyleydi. Ağabeyiyle, kardeşleriyle arada bir konuşurken, kızının yüzene bile bakmazdı. Varlığı da, yokluğu da farksızdı onun için. Ne bir şey söyler, ne bir şey sorar, ne de bir çift kelam ederdi kızıyla yaşlı adam. Sanki babası için kızın varlığı pek lüzumsuzdu. Hatta, evdeki bir eşya bile çoğu kez daha fazla gerekliydi.  
Oysa ki kızcağız ağabeyinden de kardeşlerinden de çok daha fazla çalışırdı. Sabahları erkenden kalkar, evin işlerini yapar, çeşmeden kovalarca su taşır, ahıra, kümeslere hep koştururdu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de tarlaya gider, eve dönünce yine geç saatlere kadar ev işlerine dalardı. Ama bir türlü yaranamzdı hiç birine. Ağabeyi iter kakar, kardeşleri ona diklenir, babası sinirlenince ilk onun üzerine yürürdü. En ufacık hatasında bile hep en büyük cezaları çekmişti. Ama hiç biri şu an çektiği ızdırabın ağırlığına erişemeyeceklerdi geçmişte katlandığı zulümlerin.

   Kız büyüdükçe, babasının yerli yersiz dayaklarından annesiyle birlikte nasibini almaya başladığında, annesinin kaderini yaşayacağını anlamıştı. O değiştirilemez, silinemez kaderi! Şu koskoca kainat bile başkalaşırdı da gün gelir, buraların kadınlarının hayatı aynı kalırdı. Birbirine benzer boyun eğişler, apayrı sessiz çığlıkları bastırırdı her defasında. Buranın kadınları, boğazlarında düğüm düğüm olmuş isyanlarla nefes almaya uğraşırlardı.
Kimi kez, ard arda yediği tekmelerden, vücudu yara bere içinde kaldığında, neden acı çekmediğine şaşırırdı. Sızılı bedeni, hissettiği ağrı kuşatamazdı ruhunu. Zihni binlerce soru işaretiyle doluyken, ruhu özgürlüğün sınırlarında gezinmekten mutluydu her şeye rağmen. Ruhuna dokundurtmayacaktı kimseleri.

Mutluluğun değeri kızın gözünde başka insanlarınkinden daha fazlaydı. O duyguyu öylesine az, neredeyse yok denecek kadar hissedebilmişti ki! İşte bu sebeple de, mutluluğun her zerresinin damarlarına yayılışını yakalamak bambaşkaydı. Sebebini tahmin ettiği ya da edemediği bir çok şey için dövülmüştü ama tuhaf bir biçimde, sebebini bilemedikleri incitmişti benliğini daha fazla. Şiddetin hiç bir makul sebebi olmayacağını ise, muhtemelen hiç bilemeyecekti. Hiç kimse bunu kıza öğretmeyecekti.

Bir de, babasının akrabaları yüzünde yediği dayaklar gururunu çok kırmıştı. Karısına da, çoluk çocuğuna da hiç aldırmayan babası, her nedense uzak yakın tüm akrabalarını pek önemserdi. Yalan yanlış laflarıyla, ettikleri dedikodularla adamı kışkırtırlar, ailesinin üstüne salarlardı. Hiç günahsızken, neler çekmişleridi sırf onların yüzünden. Bundan garip bir zevk aldıkları su götürmez bir gerçek olarak orta yerde durmaktaydı. Gözler önünde, sereserpe oluyordu her şey.  Başkalarının eziyet görmesinden neden haz duyarlardı diğerleri!  Diğerlerinin acı çekmesinden nasıl bir zevk çıkarırdı ki başkaları!  İnsanların kalpleri neden yitirmişti ışıklarını, Üstelik kendi kalpleri de yara bere içindeyken! Benzer acıları yaşasalar da, birbirinden ne kadar uzaklaşmıştı insanoğlu. Kendi gördükleri şiddetin hırsını, birilerininkine sebep olarak çıkarmak hafifletir miydi yüreklerdeki tonlarca ağırlığı!

   Her şey geçmişin sırlarla dolu dehlizlerinde kalmıştı. Bu gün geçmişten daha beterdi. Geleceğin ferahlatıcı ümitlerinden yoksun, geçmişin hesaplarından bitkindi şimdi. Karanlık bir ahırda, samanların arasında kıpırtısız kalarak saatler geçirirken başka her şey önemini yitiriyordu. Ne köyün kaygılı güneşini hissetmişti onca zamandır, ne de kasvetli havasını. Çoğu kez şikayetlendiği soğuğu bile özlemişti. O dondurucu rüzgarlar, sabahtan akşama dek dinmeyen hayvan sesleri, hatta tezek kokularını bile özler olmuştu. Eskiden onun için hiç mi hiç değeri olmayan her şey, şu an gözlerindeydi buram buram. Doyasıya kucaklayamadığı özgürlüğünün iyiden iyiye kısıtlanması, sıradan her şeyi dimağında ulaşılmaz arzulara dönüştürüyordu.

Karlarla kaplıyıd köyü çevreleyen tepeler. O karlar o tepelere asalet katardı. Özgürlükte insanın asaletiydi. Çoğu kez var gibi gözükse de, aslında olmazdı. En kötüsü de buydu zaten, bir şeylerin sadece görünüşte var olması. Ama ışıksız olmaları, kokusuz, renksiz, soluksuz, sopsoğuk olmaları. İnsana bahşedilen hayatın her zorlu adımına sadece kendisinin karar vermesi, elde edebilmesi bunu ne zordu!

   Soğuktu ahır. Tahtaların aralıklarından rüzgar esip duruyor da, üşütmüyordu kızı. Belki de üşüdüğünün farkında değildi. Geceyle gündüzü bile zar zor ayırdedebiliyordu. Zaman
anlamını yitirmişti artık. Sadece ahırın kapısını birisi araladığında, içeriye bir parça ışık sızarsa anlıyordu gündüz olduğunu. Öylesine alışmıştı ki karanlığa, o kısacık zaman dilimindeki ışık huzmesi  bile gözlerini kamaştırmaya yeterdi. O ışığın ardında ya bir parça ekmek, ya biraz su oluyor, yengesi onları, bu işi yapmaya hiç de hevesli olmadığını açıkca belli eden bir tavırla bırakarak, çoğu kez tek kelime bile etmeden çıkıp gidiyordu.

Ne çok ihtiyacı vardı anlatmaya, birisinin onu dinlemesine, hiç bir şey söylemese de, sadece duysa sözlerini, kız bilse ki, ağzından çaresizce dökülüveren kelimeler bir başkasının kulaklarından içeriye süzülüyor, bu bile onu rahatlatıyordu. Ama belliydi ki, bunu hep arkadaşı saydığı yengesinden beklemesinin hiç yoktu anlamı. Bir gün kadın yine su getirdiğinde,  “ Anamı çağır bana!” dedi, “Diyeceklerim var!” Yengesi, içinde hem alay, hem düşmanlık, hem kin barındıran bakışlarla baktı kıza, yine küçümser bir hali vardı;

_Kadının da mı başını belaya sokacan kız! Zıbar pisliğinin içinde, kimseyi bulaştırma!

Bu duyduklarına rağmen, kız umutla bekledi annesinin onu görmeye  gelmesini. Anaydı sonuçta, evladı bir şey istediyse yapardı. Zor anında çocuğunun yanında duramıyorsa ne anlamı vardı ki analığın! Hep senin istediğin gibi biriyken, hep senin doğrularınla yaşarken, hep senin sunduğun hayata razı olurken ne basitti çocuğunu sevmek, desteklemek ve üstelik de bununla övünmek. Gel gör ki bu kadar açık değildi her şey. Aile olabilmek apayrı bir bağdı, daha zor, daha karmaşık, çok daha sevecen. Olabilseydi başka türlü bir anne olurdu, bunu her şeyden çok daha iyi anlamıştı o anda.

 Aradan bir kaç gün geçtiğinde, annesinin de onu gözden çıkarmış olduğuna inandı iyice. Yaraları daha da çok sızlamaya başladı. Belki de yengesi, kadıncağıza hiç bir şeyden bahsetmemişti. Belki de, babasının korkusundan gelemiyordu, etraftan çekiniyordu. Belki de, öbür çocuklarını korumak istemişti. Belki haklıydı, belki haksız. Tüm bu düşünceler, annesinin kızına hissettirdiği o depderin kimsesizlik duygusunu çözümleyemezdi.
   Hiç bir kabahati olmadan suçlanmış, kendinin elinde olmadan, kaderin ona hazırladığı tuzakla hayatı paramparça olmuştu. Tek suçu, bu zamanda, bu yerde ve bu insanların arasında yaşamaktı. Bu iki yüzlü, kalpleri kararmış, haksızlığı kanıksamış insanların o kirli avuçlarındaydı yaşamı. Aklına getirince bunu çıldıracak hale geliyor, nefretle doluyordu bedeni. Küçükken pek korktuğu karanlık bile, şimdi ona huzur veriyordu. Dışarıda görülecek ne kalmıştı ki artık!
Onun için gece de gündüz de birdi. Ayışığını da, güneşin ışınlarını dahissedemese de günlerdir, parlaklıklarını aklında tutmaya çalışmaktaydı mütemadiyen. Bazan, oralarda tek tük kendini gösteren güneşin sıcaklığını yüzünde duyumsayıp, ayışığının sevincini kirpiklerinde saklamaya çabalıyordu. O derme çatma eski ahırda, yalnızlığa katlanabilmek adına tek eğlencesiydi bu. Çocukluğundan itibaren yaşadığı her şey, hatta unuttuğunu sandığı şeyler bile, birer birer hafızasının kıyıda köşede kalmış odacıklarından hızla ortaya çıkp, gözlerinin önünde geziniyorlardı. Resmi geçitteki askerler misali, birbirinin aynı adımlara sahiptiler. Daha, birinin üzerinde düşünüp, ayrıntıları hatırlamaya çalışarak, üzülür ya da gülümsemeye hazırlanırken, bir diğeri sıraya girmiş geliyordu.. Kederle gördü ki kız, anılarının çoğu hep üzüyordu onu.

Başkalarının mutlu çocukluk anıları, onun zihninde buğulu renklere sığınıyordu. Ne, eğlenceli balonlaruçurmuştu gökyüzüne, ne, onlarca oyuncak onu alıp masallar diyarının tam orta yerine götürmüştü. Diğer çocuklara benzememişti hayatı. Öyle çok hiç sevinmemişti. Küçücük yaşında, belki de gözlerine doğuştan çöreklenmiş hüzünlü bakışlarıyla ailesinin dertlerine ortak olmuştu. Annesinin yükünü omuzlamış, kardeşlerine kol kanat gererken, öte yandan da babasının acımasızlığına katlanmıştı. Yorgundu çocukluğu, gençliği kadar yorgundu. Büyüdüğünü anlayamamışken henüz, oralarda genç kızlığa adım atmanın ağırlığıyla ezilmişti bu kez de. Annesi kulaklarını öylesine doldurmuştu ki aynı laflarla, bir dedikoduya kurban gitmemek için, evden dışarı adım atmaya korkar olmuştu neredeyse. Okuldan da alınınca, evle tarla arasında gidip gelen boğucu bir hayatın kollarına sürüklenmişti tam manasıyla. Dışarıdan görülmeyen bir hapishanenin, görünmeyen duvarları, aşılamaz engeller olarak dikilmişlerdi önüne, ileriye doğru her adım atmak isteyişinde. Korkak, kendine güven duymayan bir kadın olmaya doğru hızla yol almaya başlamıştı.

   Suçlular ve suçsuzlar gergin bir ipin iki ucundaydılar. Masumiyetse tam ortada beklemekteydi öylece. Kimler suçluydu, kimler değil!  Kimler masumdu, kimler değil! Masumiyet ve suçluluk içiçedir hep. Birbirlerine girift olmuş, karışmış, bulaşmışlardır. Ayırmak imkansız gibidir onları.  Suçlu değildi küçük kız, ondan daha masumu yoktu belki şu dünyada. Herkes günahkar bile olsa, o bembeyazdı, bir karanfil misali lekesiz. O kadar da lekesiz bir gelinlik giyip çıkmalıydı baba evinden. Mutsuz bile olsa, mutlu bir gelin gibi rol yaparak, sevmediği bir adamın kolundayken, kaderini suçlamalıydı yalnızca. Buydu ondan beklenen, tüm bunları harfiyen yerine getirdiğinde, ailesinin başını yere eğmemiş olacaktı. Lakin fırsatı olmamıştı buna, lekelenmişti karanfil artık.
Hep güvendiği, her daim arkasında durur sandığı yengesi, o acımasız ses tonuyla hançerler saplamıştı ciğerine;

_Suçunu örtmek için ona buna çamur atıp durma. Kuyruğunu sallamayana kimse ilişmez! Edebinle oturaydın, gelmezdi bu işler başına!
Kulakları hiç bitmeyen bir uğuldamaya tutulmuştu bu sözleri işittiğinden beri. Besbelli herkes yengesi gibi düşünüyordu köyde. Hiç bir şeyi anlayıp dinlemeden, onu çoktan yargılamışlardı.

   Evde tek başına kaldığı o gün, çalınan kapıyı açtığında, amcasının kendinden bir kaç yaş büyük oğluyla burun buruna gelmek hiç hoşuna gitmemişti. Nerede karşılaşsalar, nişanlı olduğu halde, suratına gözlerini diken bu çocuk, her nedense kızın tüylerini diken diken etmeye yeterdi. “Anamgil yok evde.” demişti kapıyı gerisin geri kapatmaya çalışırken. Fakat oğlanın hiç mi hiç gitmeye niyeti yoktu. Bir omuzla kapıyı açmış, genç kız sendeleyerek geriye doğru savrulmuş, daha ne olduğunu anlayamadan, üzerine çullanması bir olmuştu oğlanın. Ne kurtulmaya çalışması, ne bağırması hiç bir işe yaramamış, oğlan onu ite kaka sedire fırlatmış, kendisi de üzerine abanmıştı. Kızcağız öylesine korkmuştu ki, sesi soluğu çıkmaz olmuş, takatı da kesilmişti o anda. O ahlaksızın tartaklamalarına, canını acıtmasına bile gık diyememiş, sadece yaşadıklarının bir an önce sona ermesi için gözlerini yummuş, vücudu kaskatı kesilmişti. Oğlan ise, umursamaz haliyle avına saldıran aç bir vahşi hayvan gibiydi adeta. Her şey olup bittikten sonra, kızı oracıkta öylece bırakıp, hiç bir şey yokmuşcasına, çekip gitti.

Zavallı kız korkudan kimselere anlatamamıştı derdini. Geceleri sabaha kadar uyuyamıyor, tüm beden, tir tir titriyor, saçlarının diplerine kadar ter içinde kalıyordu. Bir vakit sonra başı dönp, midesi bulanmaya başlayınca, annesi telaşlanmış, “Kız, sen bu ay kirlenmedin de hemi?” diye sorup da, “Hayır” cevabını alır almaz, ebeye koşturmuştu. Ebe kızı muayene ettikten sonra, “Amanın!” diye bir çığlık atmış, ardından hızla soluyarak eklemişti;

_Karnında bebesi var bunun!

Çılgına dönen annesiyle, yengesi akşama dek canına okumuşlar, başına gfelenleri ne kadar da anlatmaya çalıştıysa, kimse kulak vermemişti. Akşam babasıyla, ağabeyi gelince, annesi olanları nakletmiş, sanki bir düşmandan bahsediyormuşcasına bir hınçla, iki erkeğide iyice kışkırtmıştı. Babasına söyledi bu kötülüğü ona kimin yaptığını. Gider, hesap sorar sandı. Oysa, adamın bu sözlere hiç inanmadığı aşikardı;
_Kız, sen benim yeğenime iftira mı atıyon, namussuz seni!
Çıldırmış gibi, tekmelemeye başlamıştı onu. Ardından o tekmelere abisininkiler de eklenmiş, tüm kinlerini iyice kusana kadar var güçleriyle uğraşıp, artık yorgun düştüklerinde, her yanı kan revan içinde kalan kızı sürüyerek götürüp atmışlardı ahıra. Tüm bunlar yeterli değildi. Babasının, ağabeyinin, kardeşlerinin, hatta tüm köyün namusunun temizlenmesi için kızın ölmesi gerekliydi.

Yoksa bakamazlardı kimselerin yüzüne. Şimdi kızın omuzlarında, o güne dek taşıdığı yüklerin en ağırı vardı. İpi boynuna geçirecek, kendini de, ailesini de kurtaracaktı. Güllük gülistanlık olacaktı ondan sonra her şey!

   Beyaz bir karanfildi o, öyle duru, öyle lekesiz. Ama ondan başka herkes karalara bürünmüştü o köyde. Kapkaranlık ahırda kendini asarken beyaz karanfiller misali lekesiz kız, karalara bürünmüş olanlar, amcaoğlunun düğününü yapmaktaydılar. Suçlular ve suçsuzlar gergin bir ipin iki ucundaydılar, masumiyetse tam ortada!

                                                  

                                                                            SON

                                                   


                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder