14 Temmuz 2012 Cumartesi

BİSİKLETİN SARISI


                             (Türkiye’de ve
Kadınların
yüzde 97'si eşlerinden  şiddet görmektedir.)


     Hep birbirinin aynı, tekdüze günler uzayıp gitmekteydi önünde. Sabah erkenden kalkıyor, çocuğun kahvaltısını yaptırp, giydirdikten sonra onu okula bırakıp, tıkış tıkış otobüslerde uzunca süre bir yolculuk sonrasında varıyordu işyerine. Kışın ayrı bir çileydi işe ulaşabilmek, yaz sıcağında başka bir dert. Kış gelince, o kadar çok kar yağardı ki, erken saatlerde vasıta çıkmazdı oralara. Ta, caddeye kadar o buzlu yokuşu inmek zorunda kalırdı. Yazın otobüste ter kokusundan durulmaz, bazen havasızlıktan boğulacağını zannederdi.
Teksti işindeydi. Sabahtan akşama dek makine başında omuzu, boynu tutulurdu. Paydos vakti yine aynı otobüs çilesi başlar, oğlunu okuldan alır, alışverişlerini yapıp dönerlerken eve, poşetler, oğlanın okul çantasını taşımkatan kolları sızım sızım sızlardı. Dinlenemeden mutfağa girer, yemek hazırlar, çocuğun ödevlerine yardım eder, bulaşıkları yıkar, ortalığı toplar, ertesi gün için bir şeyler hazırlar, geç saatlere kadar uğraşıp dururdu.Yorgundu. Bezgindi. Bıkmıştı bu hayattan.
  Oysa, büyük şehre taşındıklarında ne umutlar yeşertmişti içinde. Ama daha önce yaşadıkları kasabadan hiçbir farkı yoktu burasının. Yerin bir önemi olmadığını anlamıştı. Mutlu değilse insan eğer, her yer birdi. Nereye gidersen git, yüreğindeki huzursuzluk duygusu bırakmıyordu peşini. Tek başına verdiği mücadele, genç kadını ruhen öylesine yıpratmıştı ki, zaman zaman buna dayanamayacağını hissetmesine rağmen, oğlu gelince aklına, yeniden asılıyordu hayata tüm gücüyle.
İşssizdi kocası. Evlendiklerinden beri doğru dürüst çalışmamıştı. Ne zaman bu konuyu açacak olsa, adam bağırıp çağırır, iş bulamadığını söylerdi. Mazeret miydi bu! O nasıl iş bulmuştu kadın haliyle.  Tembel, sorumsuz, egoist bir adamla evliydi. Bari, oğluyla ilgilense, evin alışverişini yapıp, faturaları yatırsa, yükünü bir parça hafifletse, ona da razıydı. Ne yazık ki, kocasının tek yaptığı, öğlene kadar uyumak, zamanını kahvede kumar oynayarak geçirmekti. Kumar masasında her borçlandığında, karısının kolundan bir bilezik almış, bilezikler bitince de para istemeye başlamıştı. Azıcık maaşıyla evi döndürmek, oğlunun okul masraflarını karşılamak için didinip duran kadıncağız, aysonunu bile çoğu kez getiremediğinden, kocasına istediği parayı veremeyince devamlı dayak yemişti oğlunun gözleri önünde. Canının yandığından, gururunun kırıldığından çok, oğlu tüm bu yaşananlara şahit olduğu için üzülüyordu. Kimbilir  tüm bunlar, büyüdüğünde nasıl izler bırakacaktı ruhunda.
Kocası çoğu geceler eve ya hiç gelmiyor, ya gece yarıları gelip kapıyı tekmeleyerek uyandırıyordu onları. Çocuk derin ukusundan sıçrayarak kalkıp, annesine koşup ağlamaya başlayınca, kadıncağızın eli ayağı birbirine dolanıyor, oğlunu nasıl avutacağını bilemiyordu. Sırf o korkmasın diye gülmeye çalışır, her şey bir oyunmuş gibi davranırdı.
   Yıllardır bu şehirde yaşamasına rağmen, tek bildiği, oturdukları mahalle, bir de işe giderken geçtiği yollardı. İnsanın yaşadığı kenti tanımamasının tuhaflığını düşünürdü sık sık. İmkanı olsa, oğlunu da yanına alıp, şu koca şehri keşfetmenin tadına varsalardı özgürce!
Yarım saat uzaklıktaki sahile bile bir kez gitmiş değildi kocasını yanına alıp. İlk geldikleri zamanlar çok heves etmiş, her gün kocasına oraya gitmek için yalvarmışsa da, adam oralı bile olmamıştı. Sonra komşularıyla birkaç kez orada bir çay bahçesine gittiklerinde, orada sohbet ederek yürüyüş yapan aileleri görmüş, neden onların da böyle mutlu bir aile olamadıkların düşünmüştü çok kez. Bu soruyu sorup durmuştu kendi kendine. Defalarca kocasıyla konuşmak istemiş, tatlı dille sorunlarını çözebileceklerini ummuştu. Oysa kocası bunları anlayacak bir adam değildi. Ne, güzellikle konuşmak, ne kızmak, ne söylenmek, hiçbir şey yola getiremiyordu onu. Keşke kocasıyla baş başa verip, oğullarına güzel bir gelecek hazırlayabilselerdi. Elele verip hayallerini gerçekleştirmek için çalışsalardı. Aile olabilmenin o derin huzurunu duyumsayabilseydi yüreğinin her zerresinde.
Bir müddet adamın üzerine varmamış, onu anlamaya çalışmış, düzelir diye beklemişti. Her şey aynıydı, yoktu düzelen hiçbir şey.Üstelik, daha da kötüye gidiyordu. Haline acıyan birkaç kişinin kocasına buldukları işlerin adamı iyice küplere bindirmiş, karısının vasıtasıyla işe girmeyi yedirememişti kendine. “Lan, sen kim oluyorsun da bana iş arıyorsun! Şerefimi iki paralık mı edecen sen benim!” diyerek ona saldırdığı gibi, işlerin hiç birine de girmemişti.
  Hafta sonları herkes dinlenirken, o birkaç sokak ötedeki kayınvalidesinin evine gider, kendi evinde yaptıkları yetmezmiş gibi, bir de orada onlara hizmet ederdi. Kaynanası oğlunu hiç durmadan pohpohlarken, gelinini iğnelemekten vazgeçmiyordu bir türlü. Kocasının bu hale gelmesinin sebebi, onu hiçbir sorumluluk vermeden büyüten annesi değil de, kimdi! Genç kadın kendi oğlunu bu şekilde yetiştirmeyecek, ona hayatı, güçlüklerin karşısında direnmeyi, çalışmaktan yılmamayı öğretecekti.
 Küçük oğlu, bütün yaz camın önünden mahallede bisikletle dolaşan çocukları izlemişti imrenerek. Oğlunun bir bisiklete sahip olmayı nasıl arzuladığını bilen kadın, söz vermişti ona gözlerinin derinine bakarak;
_ Seneye karneni getirince, ben de sana bisiklet alıcam. Ama bütün derslerin pekiyi olacak ona göre!
Sevinçle boynuna atılan çocuk, öpücüklere boğmuştu annesini. “Sahiden alıcan mı?” diye soruyordu bir yandan da.
_Alıcam elbet. Söz sana!
O günden sonra para biriktirmeye başlamıştı. Her maaş aldığında üç beş bir şeyler ayırıyordu mutlaka. Hatta, mağazanın birinde sarı bir bisiklet beğenip, pazarlığını bile yapmıştı. Karne zamanı yaklaştıkça, oğlu her gün bisikleti sorup duruyor, üstüne binip sokaklarde gezeceği güzel yaz günlerini bekliyordu sabırsızlıkla.Annesi öğretmeniyle her konuştuğunda, oğlunun çalışkanlığını işiterek gururlanıyordu. Okuyacaktı oğlu. İş güç sahibi, sayılan bir olacaktı. Çoktan haketmişti o bisikleti. Hatta, daha iyilerini de ama gücü sadece onu almaya yetiyordu. Yine de, o bisikletin  oğlunu ne kadar çok mutlu edeceğini bilmek, yüreğine su serpiyordu. Şu sarı bisiklet sadece oğlunun değil, onun da hayali olmuştu artık. Oğlunu bisikletin üzerinde, kendini onun yanında parklarda gezinirken hayal etmişti aylardır. İçi kabarmıştı mutluluktan. Şu berbat evliliğe katlanmasının, her şeyi sineye çekmesinin hediyesiydi oğlu.
   Karne günüydü o gün. İşten erken çıkarak  eve gidip, sakladığı parayı alacak, bisikletciye uğrayıp, bisikleti eve getirecek, gidonlarına kurdeleler takıp süsledikten sonra oğlunu okulda alıp eve getirerek bisikleti gösterecekti. Nasıl sevinecekti kimbilir1
Kocası uyuyordu hala. Hemen koşup, çekmeceye koyduğu zarfı aradı. Yoktu yerinde. Oysa çok iyi hatırlıyordu oraya koyduğunu. Beyni zonklamaya başladı aniden. Her yeri didik didik aradı. Yoktu hiçbir yerde. Birden aklına kocası geldi. O almıştı. Başka kim olabilirdi ki! Sarsarak uyandırdığı adam ne olup bittiğini anlayamamış, “Ne var lan! Ne uyandırıyorsun beni! İşte değil miydin sen!” diye sormuştu.
_Zarftaki parayı sen mi aldın?
Genç kadın bunu sorarken, zangır zangır titriyordu.
_Ben aldım. Nolucak!
_Oğlana bisiklet almak için biriktirmiştim ben onu. Nasıl babasın sen! Hiç utanman yok mu!
_Napalım yani! Ben bu evin erkeği değil miyim! Borcum vardı. Borç namustur. Ödemeyeydim de, şerefim iki paralık mı olaydı! Bisiklete de binmeyiversin bacaksız! Herkesin bisikleti mi var!
Kadın çılgına dönmüştü. Şimdiye kadar içinde kalmış her şeyi haykırıyordu kocasının yüzüne. Adam da sinirlenmiş, dövmeye başlamıştı karısını. Ağzından kan gelirken hala bağırıyordu kadın;
_Nasıl aldın nasıl! Oğlumun karne hediyesiydi o! Vicdansız!

Kocası hırsını alamamış, yerde yatan kadına bir iki tekme daha attıktan sonra, çekip gitmişti. Ağlıyordu. Bir şelaleden akan sular gibi boşalıyordu gözyaşları. Sarı bir bisikletin hayali, hala gözlerinin önündeydi.

                                                                        SON






                

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder