NAZEN
1
Çiftlikte telaşlı günler yaşanıyordu
o yıl da. Baharın müjdesiyle birlikte, etrafa yayılan canlılıktan öte, bir kaç
güne kadar İstanbul’dan gelecek olan çiftlik sahiplerinin karşılanma hazırlıkları
da vardı. Kahya Beşir ağa, ordusunu savaşa hazırlayan bir kumandan edasıyla
çevresindekilere emirler yağdırıyor, civar köyleri dolaşıp, kendi eliyle seçtiği ırgatların çalışmalarını kontrol
ediyordu. Bu çalışkan adam, elli yaşlarında, kısa boylu, tıknaz ama oldukça
çevik ve de becerikliydi. İki karısı ve sekiz çocuğu olan Beşir ağa, burayı bir
başına çekip çevirir, adam bulunmasından, hayvanların hastalıklarına kadar, her
şeyle ilgilenirdi tek tek.
İki üç gün sonra bir sabah vakti, Beşir ağa, yanına ikinci karısı Fadime ve
ondan olan üç çocuğunu da almış, çiftliğin önünde uzanıp giden toprak yola
çıkmış, bekliyorlardı. Kocasından çok
daha genç olan Fadime, güçlü kuvvetli bir kadındı. Bütün gün hiç
sızlanmadan bir çok işi yapar, bir kaç dakika olsun dinlenmeyi getirmezdi
aklına. Beşir
ağa, kendine verdiği molalarda, keyifle çimenlerin üstüne oturup, sırtını
da, çınar
ağaçlarından birine dayayarak tütün içtiği zaman, karısı yayık ayranını
getirip eline
tutuşturduğunda, onun da çok yorulmuş olabileceğini düşünmezdi bir an bile.
Sanki, Fadime insan değil, dinlenmesi
gereksiz olan bir makineydi. Hava kararmaya başlayınca eve koşar, akşam
yemeğini hazırlar, çocukları doyurur, sofra bezini toplayıp, bulaşıkları da,
çeşmede yıkadıktan sonra ancak farkederdi ayaklarının yorgunluktan sızladığını.
Yatmadan önce, köyünden getirdiği tek özel eşyası olan, küçük tahta sandığını
açar,
bohçaların arasından, örülmüş upuzun açık kumral bir saç demeti çıkarırdı.
Bir zamanlar on bir, on iki yaşlarındayken, üvey annesinin, eline koca bir
makas alıp, zorla kestiği saçlardı bunlar. Yavaşça dokunurdu saçlarına, sonra
yine bohçaların birinden aldığı, babaannesinden
kalan, bir iki dişi kırılmış fildişi tarakla, örgünün uçlarını tarardı bir süre. Bunu her gece yapmayı, farkına bile
varamadan bir alışkanlık haline getirmişti. Öyle ki, bir gün bile aksatsa içi
rahat etmez, huzursuzlaşırdı. Orada öylece, dizlerinin üzerinde oturmuş bir
halde saçlarını tararken, kendini tamamen başka yerlerde hisseder, her şeyden uzaklaştığını
duyumsardı. Onu tek rahatlatan, mutlu eden şey, böyle herkesten gizli yaptığı
kaçamaktı. Kimsenin bilmediği bu sır, kendini önemli hissettirirken Fadime’ye, gizli
bir heyecan dalgasını da, getirip, yüreğine bırakırdı. Biraz zaman geçince, örgülerini
tekrar sandığına yerleştirir, yan odaya
2
girip, çoktan horultulu bir uykuya dalmış olan kocasının yanına uzanır,
gözlerini sımsıkı yumarak uyumaya çalışırdı.
Beşir ağa, karısı hastalanınca, hem
ona, hem de, çocuklarına bakması için evlenmişti
Fadime’yle. Hiç istememişti zavallı kızcağız. Yaşlı, beş çocuğu, hastalıklı
bir karısı olan
adama varmayı kim isterdi ki! Ama köy yerinde, dinleyen olmamıştı onu. Babası
bir kaç ineğe vermişti Beşir ağaya. Fadime, kocası, kuması ve çocuklarıyla uğraşırken,
üç tane de
kendisi doğurmuş, yıllardır bu kadar
kişinin sorumluluğunu üzerinde taşımaktan yorgun düşmüştü.Tüm bunlar yetmezmiş
gibi, kocası, öbür karısıyla çocuklarını yakındaki köylerinde bırakarak, Fadime’yle,
iki bebesini alıp, uzun bir süre önce çiftliğe getirmiş, artık burada
çalışacaklarını söylemişti. Böylece Fadime, bir de, koskoca çiftliğin işleriyle
uğraşmaya başlamıştı. Bu kadarla kalsa, yine de, razıydı! İş güç azaldığı
zamanlarda, Beşir ağa tarafından köye gönderilip, kumasının hizmetini de
görürdü. Tüm bu yaşadıklarına rağmen, kaderine çoktan razı olmuşluğun verdiği
rahatlıkla, şikayet etmezdi halinden hiç. Hem, çiftliği de, sahiplerini de
severdi. İyi insanlardı, hoş tutarlardı her zaman onları.
Mehmet her sene karısı ve kızıyla
gelir, kış başına kadar kalırdı. Bülent de izin alabildiği zamanlarda katılırdı
ailesine.
Beşir ağanın çocukları, Naile’ye “anne”diye hitap ederler, o da hepsini çok
sever, İstanbul’dan her gelişinde, çeşit
çeşit hediyeler getirirdi her birine. Ama adını kendisi koyduğu için, Fadime’nin on
yaşlarındaki kızını bir başka severdi. Kadıncağız, üçüncü çocuğunu çiftlikte
dünyaya getirdiğinde, babası, bebek doğar doğmaz hanımının kucağına vererek,” Büyükhanım,
kızımın ismini sen koy!” deyince, onun da aklına hemen “Nazan” ismi gelmişti. Pek
sevdiği bu ismi kendi kızına vermeyi çok istemiş ama büyüklerden birinin
ricasını kıramayınca, bu arzusu hep bir ukde olarak kalmıştı kalp
köşelerinde. Böylelikle bebeciğin ismi, büyükhanımın
isteği üzerine belirlenmiş oldu.
Gel gör ki, ne anasının, ne babasının, ne kardeşlerinin, velhasıl hiç
birinin dili dönmüyordu bir türlü. Sonunda “Nazan”, evrildi, çevrildi, yuvarlandı
ve de “Nazen” oluverdi. Herkes de, böylece rahatladı. Hanımlarının verdiği adı,
kolaylıkla
söyleyebiliyorlardı çok şükür! Biraz değişiklik vardı ya, eh artık, o
kadarı da olurdu!
Yıllar geçtikçe, küçük kız bu şekilde çağrılmaya başladı. Hatta, isim
annesi bile, ona
“Nazen”der olmuştu. Büyükhanım çiftliğe gelir gelmez, ilk onu öpüp sever, herkesten
önce onun hediyelerini verirdi. Müjgan’dan bir kaç yaş küçük olan Nazen de,
her an hanımın
3
peşinde dolaşır, eteklerinin dibinden ayrılmaz, her hareketini hayran
hayran izler, öyle davranmaya, o şekilde konuşmaya heves ederdi hep. Büyükhanım
kızın narin yüz hatlarına her baktığında, ne annesine, ne babasına, onların
hiçbirine benzemediğini düşünürdü. Onda değişik bir hal vardı ki, hassaslığı bunu hemen ortaya koyuyordu.
Nazen devamlı surette hanımına İstanbul’u sorar, büyükhanım yemek yaparken,
nakış işlerken yanıbaşında oturup, onun İstanbul’u anlatışını dinlerdi, saatlerce
hiç bıkmadan,
hiç usanmadan dinlerdi. Yaşadığı çiftlikten biraz ilerisini bile hayal
edemeyen bu küçük kız, yumuşak bir kadın sesiyle o kocaman şehre gider, en
güzel yerlerini gezer, salıncaklara biner, deniz kenarında yürüyüp, elma şekeri
yalardı.
Gece yatağına yattığında, gözlerinin önünde yine o koca şehir belirirdi. Kimbilir
orada hanımı gibi, şık şık giyinip, birbirlerine giden, hanımınınki gibi
porselen fincanlarla çaylar içen, daha nice hanımlar vardı.
Geçen sene büyükhanım giderken, küçük
kızın saçlarını uzun uzun okşamış, ” Seneye daha da büyüyeceksin, o vakit seni
İstanbul’a götüreceğim. Müjgan ablanla beraber gezersiniz.” demişti.
İşte Nazen tam bir yıldır, bu sözleri her dakika hatırlayarak yaşamış, kimi
kez, ” Ya,
büyükhanım unuttuysa söylediklerini! ” diye, korkuya kapılmış ama sonra
yine kendini
ferahlatıp, umutlarına sarılmıştı sıkı sıkıya. Şimdi belki de, herkesten
daha büyük bir heyecanla bekliyordu yolcuları.
Nazen, akşamları annesini boş bir anında yakaladığında hemen kucağına
çıkarak, büyükhanımın hikayelerini tek tek, hiç birini atlamadan ona anlatırdı.
Fadime hiç cevap vermeden, kızını şaşkınlıkla, aynı zamanda da gururla
dinlerdi. Bu kadar çok şeyi, küçücük yaşında aklında tutabilmesini hayretle
karşılarken, kızının zekasıyla da övünürdü için için. Gözlerine bakınca, orada
dolaşıp duran arzuyu, İstanbul’dan
bahsederken, heyecanla büyüyen gözbebeklerini gördüğünde, anlardı oralara
gitmeyi ne çok istediğini. Şuncağız
kızın, ufacıcık kalbine, küçük köy yerinde bu İstanbul sevdası nasıl da
düşmüştü, işte bunu bilemiyordu bir türlü!
Nasıl, bu büyük büyük hayalleri sığdırabilmişti küçücük düşlerine! Kızının okullara gitmesini çok istiyordu
Fadime, ama köyde olmazdı. O da, kendisininki gibi bir kadere boyun eğecekti, yoktu
başkaca çaresi. Lakin ya büyükhanım, sahiden de, götürürse Nazen’i şehre, her
şey başka olurdu o zaman. Okurdu kızı, zekiydi, cin gibiydi. Okurdu, okuyunca
da, iyi yaşardı. Benzemezdi anasına hayatı, çekmezdi onun çektiklerini, hanımının
4
elinde değişebilirdi küçücük bir kader!
Beşir ağa sabırsızlanmaya başlamış, bir o yana,
bir bu yana, sigarasını savurta savurta,
dolanıp duruyordu ki, uzaktan, onlara doğru gelen bir yaylı göründü. Ağır
ağır yaklaşıp, çiftliğin kapısına gelince durdu. Beşir ağa bavulları indirerek, eve taşımak
üzere, yaylıya doğru koştururken, önce Mehmet, sonra kızları, en son büyük
hanım indiler. Nazen hemen geldi, ellerine
sarılıp öptü hepsinin. Hanımı yanağını okşadıktan sonra, kucağına kocaman bir
torba bırakıvermişti usulcacık. Üçü de, bu uzun
yolculuktan o kadar yorgun düşmüşlerdi ki, bir an önce yatıp dinlenmek
istiyorlardı. Beşir ağa ile Fadime eşyalarla uğraşırlarken, onlar çoktan eve
girmişlerdi bile.
Nazen elindeki torbayla, koşa
koşa, çiftliğin arka tarafına gitti. Hediyelerini herkesten
önce almanın neşeli heyecanı, her halinden akıyordu. Bütün oradakiler
görmüşlerdi, hanımının onu hepsinden ayrı tuttuğunu, en çok onu sevdiğini! Bu
düşüncelerin tattırdığı mutluluk, benliğine bir çırpıda yerleşivermişti. Sakin,
gözlerden uzak bir köşe bulur bulmaz, çayırlara oturarak sevinçle torbayı açıp,
içinden çıkan paketleri teker teker yere dizdi. Küçük kızın bir türlü açmaya
kıyamadığı renkli renkli, küçüklü büyüklü paketler öyle güzel görünüyorlardı ki
yeşilliklerin üzerinde, güneş ışınlarının da yansımasıyla, birer çiçek buketi
haline dönüşmüşlerdi. Nazen dokunarak, bazan da, içlerinde ne olduğunu anlayabilmek için sallayarak, kendine
kendine pek zevk aldığı bir oyun oynamaya başlamıştı..
En sonunda daha fazla dayanamayıp, hepsi birbirinden güzel görünen desenli
kağıtlara sarılmış paketleri açmaya koyuldu. İlk açtığı paketten, kırmızı
ipekliden, karpuz kollu, kolağızlarıyla, etek uçları fistolarla süslenmiş, Nazen’in
ağzını, hayretten bir karış açık bıraktıran güzellikte bir elbise çıktı. O
muhteşem elbiseye dokunur dokunmaz, ipekli kumaşın yumuşaklığını hissetmek çok
hoşuna gitmişti küçük kızın. O kaygan, yumuşak teması tekrarlayabilmek için,
elinden uzun süre bırakamadı elbisesini.
Sonra yukarıya, gözlerinin hizasına doğru kaldırarak hayran hayran
seyretmeye koyuldu.
Ne yapsın, hiç böyle güzel bir elbisesi olmamıştı şimdiye dek! Çabucak giyebilmeyi
çok istemesine rağmen, önce yıkanmalı, bir güzel temizlenmeliydi. Annesi akşam
yıkardı kızını, sabah erkenden de, giymeye can attığı elbisesi üzerinde, büyükhanımına
giderdi. Elbiseyi istemeye istemeye katlayarak, yerleştirdi tekrar paketine. Bu kıpkırmızı yumuşacık elbiseden
ayrılmak pek zor gelmişti çocukcağıza ama onundu nasıl olsa, yarın temiz temiz
giyinecekti! Yanına dizdiği diğer hediyeleri hatırlayınca, yeni bir heyecana
kapılıp, ikinci paketi açmaya
5
koyulduğunda, bir kutu rengarenk mendille karşılaştı. Pembe, mavi, kırmızı,
kenarları dantelli mendiller! Şehirliler bunları kullanıyorlardı demek! Neşeyle,
hepsine dokundu bir bir! İstanbul’un bütün kumaşları, böyle yumuşacık mıydı
acaba! Bir de, kendilerinin giydikleri sert basmaları, kaba dokumalı pazenleri
hatırına getirdi, yüzünü buruşturdu. Üstündeki, iri çiçekli basma entarisi,
dizlerine, bacaklarına değdiğinde, nasıl da acıtırdı. Oysa yeni elbisesi, bir
kuş tüyü kadar hafifçecikti! ”Anamın da böyle entarisi olaydı keşke! ” diyerek
hayıflandı. Mendillerin kokusu geldi burnuna, ne güzeldi! Büyükhanımın yanına
ne zaman yaklaşsa, o da, tıpkı böyle
kokardı! Demek, kendi mendillerinin aynından almıştı Nazen’e! Bunu düşünmek, iyice keyiflendirdi küçük
kızı, ne iyi kadındı hanımı.
Hemen, diğer paketi açtı. Meyvalı
şekerlemeler, renkli fondanlar ve çikolatalardan, iştahla yemeye başladı.
Hepsini aynı anda yediğinden, tatların ayırdına varamıyordu fazlaca ama yine de, hepsi birbirinden
güzellerdi. Birazını da, evdekilere ayırdı, varsın,
onlar da yesinlerdi bir parça. Artık sıra, kalan tek hediyedeydi! Onu en
sona saklamıştı
çünkü en güzel görüneni ve en büyüğü oydu. Nazen paketi açınca, gözlerine
inanamadı bir an, sapsarı saçlı, çok güzel bir bebekti bu! Onu sıkıca göğsüne bastırdı, hep istediği,
hep hayalini kurduğu bebeği gelmişti sonunda, hem de istanbul’dan! İstanbul
kokuyordu!
Sırf bu yüzden, çiftliktekilerden üstün tutmalıydı bebeğini! Hatta,
anasından, babasından,
kardeşlerinden bile! Onlar görmüşler miydi ki İstanbul’u hiç! Ama bebeği görmüştü! Kendisi de görecek, hem de, yaşayacaktı oralarda! Büyükhanımı söz vermişti! Denizi de,
görecekti. Hanımı anlatmıştı ya, pek anlayamamış, gözünde canlandıramamıştı bir
türlü büyük su birikintisini. Acaba bilir miydi bu bebek! Elbet bilirdi, oralardan
gelmemiş miydi! Ah, konuşabilseydi
keşke! Kimbilir, neler anlatırdı
Nazen’e! Büyükhanıma utanıp da, soramadıklarını ona sorup, yeni yeni şeyler
öğrenirdi İstanbul’la ilgili.
Tüm bunlar kafasını meşgul
ederken, çalılıklardan gelen hışırtılar, dikkatini o tarafa doğru çekmişti.
Seslerin duyulduğu yöne bakıp, kendinden daha küçük bir kızla burun buruna
geldiğinde, Nazen şaşkınlıktan donup kaldı adeta. Daha önce, bu kızı buralarda
görmemişti hiç. Üstelik, pek de garipti hali, kıpırdamadan duruyordu öylece.
Acayip bir kıyafet vardı üzerinde, siyah bir pelerin, başında aynı renkte
ponponlu bir kukuleta, ayaklarında uzun çizmeler. Nazen’in hayreti gitgide
artarken, bu tuhaf elbiseli kız, ona bakmaya devam etmekteydi. Sanki konuşmak
istiyor da, çekiniyor gibiydi gözlerindeki ifade. İkisi arasındaki sessizlik
bir müddet sürüp gitti. Bu arada, Nazen rahatladığını hissediyordu ve o
rahatlıkla da
6
konuşuverdi;
_Kimsin sen?
Küçük yabancının yüzünde, bu soruyla birlikte şirin gülümsemeler
belirmişti. Sanki senelerdir bu soruyu beklermişcesine, incecik sesiyle cevap
verdi;
_Benim adım sırma saçlı Sırma.
_Nasıl isim bu böyle!
_Beğenmedin mi adımı?
_Bilmem, acayip bir isim!
_Peki, ya seninki ne?
_Nazen.
_Ne güzelmiş!
_Nerede oturuyorsun sen?
_Cadılar ülkesi’nde. Cadı kızıyım ben!
Nazen duyduklarına hiç de şaşırmış görünmüyordu. Çok merak etmişti ve bir
an önce, küçük kızın açıklamasını bekliyordu.
_Gerçekten var mı Cadılar Ülkesi?
_Var elbet. Orada yaşıyorum ben.
_Masallar da olur sanırdım böyle şeyler!
_Herkes öyle zannediyor ama var işte!
_Anlatsana biraz, nasıl bir yer?
Sırma saçlı Sırma, bu soru karşısında mahsunlaşmış, dudaklarını
büzüştürmüştü. Pek belliydi mutsuz olduğu! İçini çeke çeke konuşmaya başladı
tekrar;
_Hiç güzel değil! Adı üstünde işte, Cadılar Ülkesi! Ne kadar güzel olabilir
ki! Bizim oralarda hava hep karanlıktır, göremeyiz hiç güneşi. Her yer bej
topraklarla örtülü, ne çiçek, ne ağaç yok. Oysa, ben öyle çok severim ki onları!
Ancak, okuduğum kitaplarda görebiliyorum resimlerini ne yazık ki! Bir de, ara
sıra fırsat bulup da kaçarsam dünyaya,
kokularını doya doya içime çekiyorum.
Nazen pek acımıştı cadı kızına, zavallıcığın çok zordu hayatı. “Annen’le,
baban izin vermiyorlar mı gezmene? “ diye sordu.
_Babam, Cadılar Ülkesi’nin kralı, annem de kraliçe.
Nazen bir kez daha hayretten donakalmıştı. Demek, konuştuğu kız bir
prensesti! O andan
7
itibaren, acıma hissinin yerini, bir hayranlık dalgası kaplayıverdi. Daha
önce, bir prensesle konuşmamıştı hiç. Rüyada olup olmadığını anlayabilmek için,
koluna küçük bir çimdik attı. Rüya değildi olanlar!
Oysa, sırma saçlı Sırma’nın hiç de umurunda değil gibiydi prenses olmak.
“Prensesim ama odamda hapisim!” dedi kızgınlıkla. Ayaklarını hırsla yere
vuruyordu bunları söylerken.
_Niye hapsettiler seni? Onları kızdıracak bir şey mi yaptın?
_Bir bakıma evet. Kötü biri olmamı istiyorlar ama olamıyorum!
Nazen belki de, hayatında ilk defa, bu kadar şaşkınlığa uğruyordu. Sırma
ise, sanki bunu hissetmişcesine, açıklama getirdi sözlerine;
_Malum ya, cadıyız biz! Cadıların kötü olması adettendir! Kral babamla,
kraliçe annem kötülük yapmamı istiyorlar. Yoksa, yönetemezmişim yarın bir gün
ülkeyi! Ama yok işte benim içimde kötülük, ne yapabilirim!
_Sen de iyi bir cadı ol o zaman.
_Bir cadının iyi olması demek, bizim oralarda en aşağılayıcı şeydir. Hem,
bunu isteyen de, bir tek benim zaten. Annemle, babam da üzülüyorlar halime.
_Peki, ne yapacaksın?
_Peri kızı olmak istiyorum ben! Peri şehrinde yaşamak istiyorum!
_Ol öyleyse!
_ Kolay mı o kadar! Bir sürü şartlar var bunun için. Bir cadı kızının, peri
kızına dönüşmesi çok zor.
_İmkansız mı yani?
_İmkansız diye bir şeye inanmam! O kadar çok istiyorum ki, olacak bir gün!
_Peki, ne yapman lazım bunun için?
_Peri kızı bir arkadaşım var, adı Fide. Periler şehrinde yaşıyor. Bana
yardım edecek.
_Sen hiç gördün mü bu şehri?
_Görmedim, oraya gitmem yasak!
_Fide sana nasıl yardım edecek öyleyse?
_Eğer, bir çocuğun dileğini yerine getirebilirsem, peri kızı olma şansım
varmış!
Nazen neşeyle çırptı ellerini. Bu gün, ikisi için de kısmetli bir gündü
demek! “Yaşasın!” dedi gülerek.
8
_Benim bir dileğim var. Getir yerine, sen peri ol, ben de isteğime
kavuşayım!
Sırma saçlı Sırma’nın gözleri, aniden ışıklar saçmaya başlamıştı. “Sahi mi
söylediklerin? diye sordu yeni arkadaşına.
_Sahi tabii. Ama bunları yarın konuşalım, hava kararıyor. Eve geç kalırsam,
annem merak eder sonra. Yarın aynı saatte gel yine. Unutma, peri kızını da
getir. Etraflıca konuşuruz o zaman, tamam mı?
Sonra kalkıp gitmeye hazırlandı. Cadı kızı arkasından el sallarken, bir
yandan da, bağırıyordu;
_Yarın görüşürüz.
Sırma saçlı Sırma’nın saçları,
daha dünyaya ilk geldiği gün, içinde güneşler yanıp sönen altın teller gibi
parladığından, ona bu adı vermişlerdi. Her akşam yatmadan önce, odasında,
aynanın karşısına geçip, uzun uzun fırçalarken çok sevdiği saçlarını, bir peri
kızı olduğunu ve Periler Şehri’nde yaşadığını düşlerdi. Tek hayali peri kızı
olabilmek ve dünyadaki tüm insanları mutlu kılabilmekti. Ah, öyle çok
istiyordum ki bunu! Ama bir cadı kızı, nasıl peri kızına dönüşebilirdi ki!
Bazan Sırma saçlı Sırma, sarayın
büyük terasına çıkar, karşı dağların ardındaki Periler Şehri’ne bakardı
özlemle. Sislerin arasından, kırmızı badanalı evleriyle, bir tiyatro sahnesini
andırırdı burası. Bir gün oraya gitme şansını yakalayabilecek miydi acaba!
Periler Şehri’ni uzaklardan seyre dalmak bile, onu mutlu etmeye yetiyordu. O
dağları aşabilse, o evlerden birinin kapısını çalsa ve orada sonsuza dek kalsa!
Gel gör ki, çok uzundu yollar! Kraliçe annesiyle, kral babası her seferinde
aynı şeyleri söylerlerdi ona;
_Sen Cadılar Ülkesi’nin tek prensesisin, aklından çıkarma sakın bunu!
Herkese örnek olman gerekir. Bırak bu hayalleri de, bir an önce kötülük sihrlerini
öğrenme çalışmalarına katıl.
Cadılar Ülkesi’nde, “En Can
Yakıcı Sihirler” kursu düzenlenmişti. En kötüsü de, Sırma’nın da, prenses
olarak, katılmak zorunda olmasıydı bu kursa. Üstelik, dersler pek sıkıcı,
öğretmenler de asabiydi. Gerçi, prensesleri olduğunda, ona fazlaca bir şey
söylemiyorlardı ama yine de, sırma saçlı Sırma hiç sevmemişti ortamı. Sabahtan
akşama dek, kötülük dolu sihirlerin
binbir çeşidinin öğretildiği bu saçma sapan yerden nefret ediyordu. İnsanları
mahvedecek, mutsuz edecek ne varsa, en ince ayrıntısına kadar anlatıyorlardı
hepsine. Oysa, ne işe yaradı ki tüm bunlar! Utanıyordu cadı olmaktan!
Sırma saçlı Sırma kötülük büyülerini yapmayı reddettiğinde, diğer cadılar
gülüşüyor,
9
birbirlerini dürtükleyerek, küçük kızla inceden inceye alay ediyorlardı.
Kendisinden hiç de memnun olmayan öğretmeni, hiç üşenmeden saraya kadar gitmiş,
krala bildirmişti şikayetlerini;
_Ah, kralım! Ne yazık ki, sırma saçlı prensesimiz pek dikkatsiz! Hiç hevesi
yok kötülüğe! Ne desem, dinlemiyor, ne anlatsam ilgilenmiyor! Şaşırdım ne
yapacağımı!
Kral, öğretmenin dediklerini duyunca, fena halde sinirlenmişti. O gider
gitmez,yanına çağırttı kızını. Sırma
saçlı Sırma, babasının tahtına yaklaşırken, tahmin ediyordu neler duyacağını.
Kral onu görünce, çattı kaşlarını, kıstı gözlerini, en hiddetli sesiyle
konuşmaya başladı;
_Bu gün duyduklarımdan hiç memnun kalmadım Sırma. Nedir bu halin senin!
Cadılar prensesisin sen, kaç kere söyledim sana! Diğer küçük cadılara örnek
olman lazım. En iyi kötülük sihirlerini sen yapmalısın. Bu konudaki
başarılarınla övünmek istiyorum baban olarak! Hakkım değil mi bu benim! Kral da
olsam, cadı da olsam, benim de duygularım var!
_Ama baba, ben kötülük yapmak istemiyorum ki!
Kralın yüzü, sinirinden kızarmıştı pancar gibi. Kızgınlığından dudakları titriyordu. Sırma saçlı Sırma’yı
cezalandırmakta bir hayli kararlı görünüyordu;
_Çabuk odana çık! Cezalısın, görünme sakın gözüme! Tam bir cadı oluncaya
kadar hapis kalacaksın.
Kızcağız gözünde biriken yaşları
silerek, ağır ağır çıktı merdivenlerden. Odasına girip, kapattı kapısını.
Yatağına uzanarak, ağlamaya başladı. Neden, iyiliği seçtiği için
cezalandırılıyordu ki! Yorganın altına büzülüp, bir hayli ağladıktan ve
gözyaşları, tatlı yanaklarını, tuzlu krakerlere çevirdikten sonra, bir neyden
çıkan müthiş nağmeler başarabildi onu
susturmayı ancak. Merakla, neyi çalanı görebilmek için, yorganını hafifçe
çekti. Tam karşısındaki küçük taburede, kendisiyle aynı yaşlardaki bir kız,
gözlerini huşuyla kapatmış, ney
üflemekteydi. Üzerinde, koyu yeşil, gözalıcı bir elbise vardı. Beyaza kaçan
uçuk sarı saçlarını ince ince örmüş, her bir örgüsünün ucunu taze papatyalarla
süslemişti. Mutlaka Periler Şehri’nden gelmişti bu kız!
Sırma saçlı Sırma usulca yatağından kalkıp, yeni misafirinin yanına gitti.
Küçük neyzen, onun geldiğini hissetmiş, gözlerini açmıştı. “Peri Şehri’nden
misin sen?” diye sorunca Sırma, kız hemen cevap verdi;
_Evet, adım Fide.
_Ben de sırma saçlı Sırma’yım.
10
_Biliyorum.
_Peri kızı olmak istediğimi de bilirsin öyleyse!
_Bilirim!
_Ne olur yardım et bana!
_Onun için buradayım zaten!
Sırma saçlı Sırma, kızın dediklerini duyduğunda, kulaklarına inanamamıştı
bir türlü. Fide onu daha da sevindirmek isteğiyle, devam etti konuşmasına;
_Peri kızı olmayı ne kadar çok istediğini biliyoruz. Üstelik, layıksın
buna, çok iyi bir kızsın. İşte bu yüzden, tüm perilerin lideri olan Yıldızhan
nine, beni sana gönderdi.
_O da kimmiş? Hiç tanımıyorum!
_Benim ninem. Perilerin de lideri! Eğer sen de peri kızı olursan günün
birinde, onunla tanışacaksın. Sana yardım etömemi istiyor Yıldızhan ninem.
_Çok teşekkür ederim Fide. Ninene de selam söyle benden.
_Söylerim. Şimdi iyice dinle beni, peri kızı olabilmenin tek yolu, bir
çocuğun dileğini yerine getirmek. Bunu başarabilirsen, bizimle beraber
yaşayacaksın. Ben artık senin arkadaşınım. Beni çağırmak istersen, pencereni
açıp, bizim oralara doğru seslenmen
yeter. Hemen seni duyar, gelirim.
Peri kızı Fide, bunları söyledikten sonra, sırma saçlı Sırma’yla vedalaşıp,
camdan uçtu gitti.
İşte böylece, sırma saçlı Sırma’yla , peri kızı Fide tanışmış oldular. O
günden sonra da, Sırma, her fırsatta dünyaya kaçıp, dileğini
gerçekleştirebileceği bir çocuk aramaya başladı. Ve bu arayışı da, Nazen’le
karşılaşana kadar devam etti. Sırma saçlı Sırma, Nazen’in arzusunu
gerçekleştirmeye, daha, onu görür görmez karar vermişti.
Ertesi sabah, Nazen gözlerini
açar açmaz, yeni elbisesini giydi. Akşamdan yıkanıp, paklanmıştı güzelce.
Bebeğini de, kucağına alarak, kardeşi Memiş’in elinden tutup, doğruca büyükhanımın
yanına koştu.
Kısacık boyu, tombul yüzüyle, pek sevimli görünen Memiş, Beşir ağanın en
küçük oğluydu. Komik bir çocuktu. Hele, iki yana yalpalaya yalpalaya bir
yürüyüşü, yarım yarım bir konuşması vardı ki, görenler, gülmekten alamazlardı
kendilerini. Babası, her nasıl olmuşsa, bu yaştaki çocuğa, bir kaç kez, bir iki
nefes sigara içirtmişti. Belki çakır keyifken, belki de,
11
kızı olan arkadaşlarına caka satmak için yapmıştı bunu kendi aklınca.
Gel gör ki, oğlan bu mereti çok sevmiş, arada bir canı çeker olmuştu. Bir
gün Beşir ağa, her zaman yaptığı gibi, sırtını, öğlen güneşine vermiş,
sigarasının dumanını üflerken gökyüzüne, yanıbaşında bitiveren Memiş, gözlerini
babasına dikip, yalvarmaya başlamıştı;
_Ağam, n’olur bi cigara versen ya, canım çekti!
Beşir ağa, şu bacaksızın ettiği lafa pek kızmış, dumanlar ağzından değil,
kulaklarından çıkmaya başlamıştı. Bir de, üstüne üstlük azarlamıştı
çocukcağızı, sanki suçlusu kendisi değilmiş gibi;
_Get len, zeten bi cıgaram kalmış!
Aralarında geçen bu konuşma sırasında, baba oğulun, öyle gülünesi bir
halleri vardı ki, görenler, görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatmışlardı
olan biteni. Anlatıla anlatıla da, bir fıkra lezzetine kavuşmuştu bu komik
hikaye.
Memiş’ciğin maceraları bu kadarcık değidi elbet. Bir yaz sıcağında, resime
kabiliyeti olan Bülent, eline bir kağıt kalem alıp, biraz da, can
sıkıntısından, çocuğun karakalem bir portresini yapmış habersizce, sonra da
ufaklığı yanına çağırıp, resmi göstererek, şöyle demişti;
_Memiş, bak bakalım şuna, tanıdın mı?
Çocuk bir süre, gözlerini iri iri açarak resme bakmış, hemen ardından, tiz
bir çığlık koparmıştı;
_Abooo! Bu benim ya, ağam!
O tuhaf haliyle de, yine kahkahalara boğmuştu orada bulunanları. İşte bu
ünlü Memiş, Nazen ablasının elinden tutmuş, büyükhanımını ziyarete gelmişti
şimdi.
Ev halkı kahvaltı
masasındaydılar. Nazen, sabah sabah, bu kadar çok şeyi nasıl yediklerine şaşırırdı hep! Kendileri sadece, anasının
pişirdiği bulgur çorbasıyla, yufka ekmeği yerlerdi. Masanın üzerinde, tabaklarda
duran, şu yuvarlak siyah şeylere baktı. Onlardan yemişti bir keresinde, önce erik sanmıştı ya, ağzına
almasıyla, tükürmesi bir olmuştu, ne acı, ne kötü şeydi o öyle! Büyükhanımın hem kendisine, hem kardeşine
sürdüğü tereyağlı ballı ekmekleri yavaş yavaş yemeye başladı. Aslında karnı
toktu ama onlarla beraber masada oturmak, öyle çok hoşuna gidiyordu ki! Kahvaltı sırasında, büyükhanım onunla
konuşup, bir şeyler soruyordu hiç durmadan. Nazen’in ise, bir yıldır aklından
çıkartamadığı o soru dolanıyordu dilinin ucunda! Fakat çekiniyor, hanımın ona, kızacağından
korkuyordu en çok da. Bu
12
yüzden de, susuyordu. Güçtü susmak, anlatacak çok şey varken!
Öğle vaktinde, Nazen, sırma
saçlı Sırma’yla buluşacağı yere gidip, beklemeye başladı. Cadı kızı henüz yoktu
ortalıklarda. Beş on dakika geçmişti ki, gördü onları uzaktan. Yanındaki de,
peri kızı Fide olmalıydı. İkisine de el sallayarak, onlara doğru yürürken,
kızlar da, Nazen’i farketmiş, gülerek geliyorlardı. Sırma saçlı Sırma, ikisini
birbirine tanıştırdığında, Fide Nazen’e şöyle demişti;
_Senin sayende Sırma bizim gibi olacak! Sakın vazgeçme dileğinden olur mu!
_Vazgeçer miyim hiç! Yıllardır bunu ister dururdum!
Hava kararıncaya kadar, uzun uzun konuşarak, nasıl bir yol
izleyeceklerini belirlediler. Nazen çok güveniyordu peri kızıyla, cadı kızına.
Onların çabasıyla, gerçeğe dönüşecekti en büyük hayali.
O günden sonra, Fide ile Sırma,
ortalıklarda görünmediler uzunca müddet. Belki de, vazgeçmişlerdi ona yardım
etmekten. Nazen defalarca gitti buluştukları yere ama ikisini de, göremedi.
Onlara güvenmekle hata mı etmişti yoksa!
Oysa, küçük kızın kuşkuları yersizdi. Sırma saçlı Sırma, var gücüyle,
onun için çalışmaktaydı. Gün boyu, bir büyükhanımın, bir Beşir ağanın, bir
Fadime’nin peşinde dolanıyor, onlara
görünmeksizin, üçünü de, sihirleriyle etkilemeye uğraşıyordu. Akşamları, yorgun
argın Cadılar Ülkesi’ne döndüğünde, kendini çok mutlu hissediyordu, umut
doluydu yüreği. Bu işi başarabilirse, bir peri kızı olabilecekti nihayet.
Çiftlikte günler hep aynı
koşturmayla geçerken, yavaş yavaş, sonbahar yaklaşmaktaydı. Sonbaharla birlikte,
Nazen’in küçücük yüreğine de, ayrılık duygusu çöreklenivermişti. Büyükhanımın
gitme günü yaklaşmasına rağmen, hala hiç bir şey söylemiyordu. Besbelli,
unutmuştu verdiği sözü. Her sabah yeni bir ümitle uyanıyor, ”Belki bu gün!” diye, gidiyordu hanımının yanına. Akşam olunca
da, yine hüsrana uğruyor, derdini bir tek sarı
saçlı bebeğine dökebiliyor, onu bir tek bu bebek anlıyordu. Ne de olsa, İstanbul’lu
bir bebekti o, oraları özlemeyi anlamaz mıydı hiç! Nazen gün boyu bebeğini yanından ayırmıyor, her yere onunla gidiyordu.
Bir gün büyükhanım, yine her zamanki şefkatiyle kızın yanaklarını
okşayarak, ”Nazen söyle bakalım, bebeğini çok mu seviyorsun?” diye sordu.
_Çok seviyorum anne, İstanbul’dan geldi o!
Kadın bu cevaptan hoşlanmış, gülümseyerek, elindeki işle meşgul olmaya
başlamıştı yeniden.
13
Nazen tüm cesaretini toplayarak, hanımının oturduğu koltuğun yanına
yaklaştı.
_Anne, beni de istanbul’a götürecek misin bu sefer?
Naile başını kaldırıp, küçük kızın yüzüne baktığında, gözlerindeki telaşı, ümidi,
merakı gördü. ” İstersen, götürürüm elbet!” dedi sonra.
_İsterem ya anne, çok isterem!
_Peki, babanla bir konuşayım öyleyse.
O akşam, büyükhanım Beşir ağa
ile Fadime’yi çağırıp, Nazen’i yanında götürmek istediğini söyledi. Beşir ağa
kabul etti hemen, hanımına karşı gelemezdi. Ekmeğini yediği
kapıya nankörlük edemezdi. Hatta, evden bir boğaz eksileceği için memnun
bile oldu! Bu
kadar çocuğa bakmaktan bıkmıştı. Fadime hissediyordu bir gün bunu
yaşayacağını, fazla
şaşırmadı bu yüzden. Zordu kızından ayrılmak zor olmasına ya, geleceği için
de gerekliydi. Hele, bir ara büyükhanım
yanına gelerek, elini omuzuna koyup, kızını okutacağını söyleyince, yüreği
iyice rahat etti. Güveni tamdı hanımına, zeki bilgili, akıllı kadındı. Bunu
böyle istiyorsa, vardı elbet bir bildiği. Kızı, büyükhanımın yanındayken,
gözü arkada kalmazdı. Bir hasretlik çekerdi ya, katlanırdı ona da! Varsın, Nazen mektebe gitsin, kurtulsun da! Bunları düşündüğünde, istiyordu Nazen’i göndermeyi fakat
gözü arkada kalmazdı. Bir hasretlik çekerdi ya, katlanırdı ona da! Varsın, Nazen mektebe gitsin, kurtulsun da! Bunları düşündüğünde, istiyordu Nazen’i göndermeyi fakat
bir yandan da, zor geliyordu yavrusundan ayrılmak! Akıl danışacak kimsesi de yoktu. Kocasının
umurunda değildi bir şey. Son günlerde, tüm bu düşüncelerle, iyice kaçar
olmuştu uykuları.
Anasının uykularını, daha
şimdiden kaçırmaya başlayan küçük Nazen ise, olanlara hala inanamıyor, kendini,
hayal denizinin tam da, ortasında sanıyor, bir türlü kendine gelemiyordu. Artık
günleri sayıyor, gidecekleri zamanı iplerle çekiyordu. Sırma saçlı arkadaşı Sırma,
ona verdiği sözü yerine getirmişti!
Ve nihayet geldi o gün. Annesi
gece bohçasını hazırladı, içine en temiz çamaşırlarını koydu. Ertesi sabah
erkenden kalkıp onu yıkadı, saçlarını taradı. Yeni elbisesini de giydirince, artık
her şey tamam olmuştu, hazırdı Nazen.
Beşir ağa istasyona zamanında
yetişmek için telaş ediyor, eşyaları aceleyle yaylıya
yerleştiriyordu. Çiftlikte yapılan peynirler, tereyağlar, ballar, yapraklar,
tarhanalar,
büyük tenekelere konmuş, ağızları sıkıca kapatılmış, İstanbul’a gitmek
üzere, Nazen gibi
hazırlanmışlardı onlar da. Hep birlikte yerleştiler arabaya. Beşir ağa da
bindikten sonra, yola çıkma vaktiydi artık. Fadime, bir maşrapa suyla kapıda
bekliyordu. Nihayet, yaylı ağır ağır
14
hareket etti.
Nazen’in içindeki sevinç, artık yüreğine sığmaz olmuştu. Sadece, çiftlikten
ayrılırken,
annesinin arkalarından su döküşünü, yaşlı gözlerini görünce, içi burkuldu
biraz ama şehir
hayalleri aklına düşer düşmez, unutuverdi her şeyi bir çocuk aldırmazlığı
ile. İstasyona vardıklarında, büyük bir şaşkınlığa uğradı küçük kız. Bu kadar
kalabalığı, daha önce hiç bir arada görmemişti. Elinde bohçası, annesinin iki
örgü yaptığı saçlarından hala sular damlayarak, babasının yanında etrafa merak
dolu, kocaman açtığı gözleriyle bakıyordu. Henüz, bu şaşkınlığı üzerinden
atamamıştı ki, uzun, kuvvetli bir düdük sesiyle sıçradı yerinden. Büyük, simsiyah
bir şey, kara dumanlar çıkararak ona doğru hızla geliyordu. Birden, çığlıklarla,
babasının arkasına saklandı. Korkmamasını, bunun tren olduğunu, onu İstanbul’a
götüreceğini söyledilerse de, Nazen’i bir türlü sakinleştiremediler. Ağlıyor, ”Ben
buna binmem!” diyerek, çırpınıyordu. Babası kolundan çekiştirip, adeta
sürüklercesine, trene bindirmeye çabalıyordu ama Nazen, sanki o Nazen değildi! İstanbul’a
gitmek için can atan, gün sayan küçük kız o değildi şimdi! Büyükhanımın,
yumuşacık sesiyle onu ikna etme çabaları da sonuçsuz kalmıştı, oraya binemezdi! Müthiş bir korku dalgasıyla kaplıydı her
yanı. Çırpınmayı da bırakmıştı artık,
hareketsizdi. Kollarının arasında
bebeği, kaskatı kesilmiş, tırnaklarını, ondan
güç almak istercesine, bebeğinin saçlarının arasına geçirmişti. Bir tek
o ve bebeği vardılar! Kalabalığı, gürültüyü, treni duymuyordu. Tren istasyonda
çok az durduğundan, yavaşlar yavaşlamaz, yolcular binmeye başlamışlardı. Nazen
gözlerini faltaşı gibi açmış, sicim sicim yaşlar döküyordu. Yalnızca hanımının
trene binişini görüyor ama yerinden kıpırdayamıyordu bile! O kara canavar, yine
aynı sesleri çıkararak, hareket etti. Büyükhanımla, Müjgan ablası pencereden
ona el sallıyorlardı. Sonra her şey kaybolmaya başladı. Nazen, gözünde yaşlarla,
babasının elini tutmuş, öbür elinde bohçası, yürüyordu. Dönüp, son bir kez daha baktı trenin ardından. Sadece,
pencerelerin birinde, gittikçe uzaklaşan bir beyazlık görebildi.
Onu istasyonun çatısından
seyreden Sırma ile Fide, şaşkınlık içindeydiler ve hissettikleri
hayalkırıklığı, içlerini yakmaktaydı. Saatler öncesinden gelmiş, çatının, her
tarafı en iyi gören yerine kurulmuşlardı yan yana. Bacaklarını aşağıya
sarkıtmış, ellerinde, ballı cevizli bisküvitleriyle, beklemeye başlamışlardı.
Sırma saçlı Sırma, her şeyin yolunda gideceğinden emin, peri kızı olmaya çok
yaklaştığını düşünmekteydi. Fide ise,
arkadaşının ne çok
15
uğraştığını biliyor, ve başaracağına inanıyordu. Ama Nazen’in o halini
görünce, ikisi de donup kaldılar. Sırma saçlı Sırma, olan biteni izledikçe,
gözyaşlarına engel olamıyordu. Peri kızı, elini arkadaşının omzuna atıp, onu
yeniden heveslendirmeye çalıştı;
_Üzülme sakın, elinden geleni yaptın sen! Ama Nazen cesaret edemedi. İnsan,
hayallerini gerçekleştirmek için cesur olmalı. Hadi, ağlamayı bırak da, hemen
bir başka çocuk aramaya başla, cesur bir çocuk!
İki arkadaş elele tutuşup, yürürlereken ufuk çizgisinin renklerine doğru,
arkalarında, koyu yeşil ve siyah bir iz kaldı.
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder