14 Temmuz 2012 Cumartesi

NAZEN




                                                              NAZEN

1



Çiftlikte  telaşlı günler yaşanıyordu o yıl da. Baharın müjdesiyle birlikte, etrafa yayılan canlılıktan öte, bir kaç güne kadar İstanbul’dan gelecek olan çiftlik sahiplerinin karşılanma hazırlıkları da vardı. Kahya Beşir ağa, ordusunu savaşa hazırlayan bir kumandan edasıyla çevresindekilere emirler yağdırıyor, civar köyleri dolaşıp, kendi eliyle  seçtiği ırgatların çalışmalarını kontrol ediyordu. Bu çalışkan adam, elli yaşlarında, kısa boylu, tıknaz ama oldukça çevik ve de becerikliydi. İki karısı ve sekiz çocuğu olan Beşir ağa, burayı bir başına çekip çevirir, adam bulunmasından, hayvanların hastalıklarına kadar, her şeyle ilgilenirdi tek tek.

İki üç gün sonra bir sabah vakti, Beşir ağa, yanına ikinci karısı Fadime ve ondan olan üç çocuğunu da almış, çiftliğin önünde uzanıp giden toprak yola çıkmış, bekliyorlardı.  Kocasından çok daha genç olan Fadime, güçlü kuvvetli bir kadındı. Bütün gün hiç

sızlanmadan bir çok işi yapar, bir kaç dakika olsun dinlenmeyi getirmezdi aklına. Beşir

ağa, kendine verdiği molalarda, keyifle çimenlerin üstüne oturup, sırtını da, çınar

ağaçlarından birine dayayarak tütün içtiği zaman, karısı yayık ayranını getirip eline

tutuşturduğunda, onun da çok yorulmuş olabileceğini düşünmezdi bir an bile. Sanki, Fadime insan  değil, dinlenmesi gereksiz olan bir makineydi. Hava kararmaya başlayınca eve koşar, akşam yemeğini hazırlar, çocukları doyurur, sofra bezini toplayıp, bulaşıkları da, çeşmede yıkadıktan sonra ancak farkederdi ayaklarının yorgunluktan sızladığını. Yatmadan önce, köyünden getirdiği tek özel eşyası olan, küçük tahta sandığını açar,

bohçaların arasından, örülmüş upuzun açık kumral bir saç demeti çıkarırdı. Bir zamanlar on bir, on iki yaşlarındayken, üvey annesinin, eline koca bir makas alıp, zorla kestiği saçlardı bunlar. Yavaşça dokunurdu saçlarına, sonra yine bohçaların birinden aldığı,  babaannesinden kalan, bir iki dişi kırılmış fildişi tarakla, örgünün uçlarını tarardı bir  süre. Bunu her gece yapmayı, farkına bile varamadan bir alışkanlık haline getirmişti. Öyle ki, bir gün bile aksatsa içi rahat etmez, huzursuzlaşırdı. Orada öylece, dizlerinin üzerinde oturmuş bir halde saçlarını tararken, kendini tamamen başka yerlerde hisseder, her şeyden uzaklaştığını duyumsardı. Onu tek rahatlatan, mutlu eden şey, böyle herkesten gizli yaptığı kaçamaktı. Kimsenin bilmediği bu sır, kendini önemli hissettirirken Fadime’ye, gizli bir heyecan dalgasını da, getirip, yüreğine bırakırdı. Biraz zaman geçince, örgülerini tekrar sandığına yerleştirir, yan odaya



2



girip, çoktan horultulu bir uykuya dalmış olan kocasının yanına uzanır, gözlerini sımsıkı yumarak uyumaya çalışırdı.

     Beşir ağa, karısı hastalanınca, hem ona, hem de, çocuklarına bakması için evlenmişti

Fadime’yle. Hiç istememişti zavallı kızcağız. Yaşlı, beş çocuğu, hastalıklı bir karısı olan

adama varmayı kim isterdi ki! Ama köy yerinde, dinleyen olmamıştı onu. Babası bir kaç ineğe vermişti Beşir ağaya. Fadime, kocası, kuması ve çocuklarıyla uğraşırken, üç tane de

kendisi doğurmuş, yıllardır  bu kadar kişinin sorumluluğunu üzerinde taşımaktan yorgun düşmüştü.Tüm bunlar yetmezmiş gibi, kocası, öbür karısıyla çocuklarını yakındaki köylerinde bırakarak, Fadime’yle, iki bebesini alıp, uzun bir süre önce çiftliğe getirmiş, artık burada çalışacaklarını söylemişti. Böylece Fadime, bir de, koskoca çiftliğin işleriyle uğraşmaya başlamıştı. Bu kadarla kalsa, yine de, razıydı! İş güç azaldığı zamanlarda, Beşir ağa tarafından köye gönderilip, kumasının hizmetini de görürdü. Tüm bu yaşadıklarına rağmen, kaderine çoktan razı olmuşluğun verdiği rahatlıkla, şikayet etmezdi halinden hiç. Hem, çiftliği de, sahiplerini de severdi. İyi insanlardı, hoş tutarlardı her zaman onları.

    Mehmet her sene karısı ve kızıyla gelir, kış başına kadar kalırdı. Bülent de izin alabildiği zamanlarda katılırdı ailesine.

Beşir ağanın çocukları, Naile’ye “anne”diye hitap ederler, o da hepsini çok  sever, İstanbul’dan her gelişinde, çeşit çeşit hediyeler getirirdi her birine. Ama  adını kendisi koyduğu için, Fadime’nin on yaşlarındaki kızını bir başka severdi. Kadıncağız, üçüncü çocuğunu çiftlikte dünyaya getirdiğinde, babası, bebek doğar doğmaz hanımının kucağına vererek,” Büyükhanım, kızımın ismini sen koy!” deyince, onun da aklına hemen “Nazan” ismi gelmişti. Pek sevdiği bu ismi kendi kızına vermeyi çok istemiş ama büyüklerden birinin ricasını kıramayınca, bu arzusu hep bir ukde olarak kalmıştı kalp köşelerinde.  Böylelikle bebeciğin ismi, büyükhanımın isteği üzerine belirlenmiş oldu.

Gel gör ki, ne anasının, ne babasının, ne kardeşlerinin, velhasıl hiç birinin dili dönmüyordu bir türlü. Sonunda “Nazan”, evrildi, çevrildi, yuvarlandı ve de “Nazen” oluverdi. Herkes de, böylece rahatladı. Hanımlarının verdiği adı, kolaylıkla

söyleyebiliyorlardı çok şükür! Biraz değişiklik vardı ya, eh artık, o kadarı da olurdu!

Yıllar geçtikçe, küçük kız bu şekilde çağrılmaya başladı. Hatta, isim annesi bile, ona

“Nazen”der olmuştu. Büyükhanım çiftliğe gelir gelmez, ilk onu öpüp sever, herkesten

önce onun hediyelerini verirdi. Müjgan’dan bir kaç yaş küçük olan Nazen de, her an hanımın





3

peşinde dolaşır, eteklerinin dibinden ayrılmaz, her hareketini hayran hayran izler, öyle davranmaya, o şekilde konuşmaya heves ederdi hep. Büyükhanım kızın narin yüz hatlarına her baktığında, ne annesine, ne babasına, onların hiçbirine benzemediğini düşünürdü. Onda değişik bir hal vardı ki, hassaslığı  bunu hemen ortaya koyuyordu.

Nazen devamlı surette hanımına İstanbul’u sorar, büyükhanım yemek yaparken, nakış işlerken yanıbaşında oturup, onun İstanbul’u anlatışını dinlerdi, saatlerce hiç bıkmadan,

hiç usanmadan dinlerdi. Yaşadığı çiftlikten biraz ilerisini bile hayal edemeyen bu küçük kız, yumuşak bir kadın sesiyle o kocaman şehre gider, en güzel yerlerini gezer, salıncaklara biner, deniz kenarında yürüyüp, elma şekeri yalardı.

Gece yatağına yattığında, gözlerinin önünde yine o koca şehir belirirdi. Kimbilir orada hanımı gibi, şık şık giyinip, birbirlerine giden, hanımınınki gibi porselen fincanlarla çaylar içen, daha nice hanımlar vardı.

    Geçen sene büyükhanım giderken, küçük kızın saçlarını uzun uzun okşamış, ” Seneye daha da büyüyeceksin, o vakit seni İstanbul’a götüreceğim. Müjgan ablanla beraber gezersiniz.” demişti.

İşte Nazen tam bir yıldır, bu sözleri her dakika hatırlayarak yaşamış, kimi kez, ” Ya,

büyükhanım unuttuysa söylediklerini! ” diye, korkuya kapılmış ama sonra yine kendini

ferahlatıp, umutlarına sarılmıştı sıkı sıkıya. Şimdi belki de, herkesten daha büyük bir heyecanla bekliyordu yolcuları.

Nazen, akşamları annesini boş bir anında yakaladığında hemen kucağına çıkarak, büyükhanımın hikayelerini tek tek, hiç birini atlamadan ona anlatırdı. Fadime hiç cevap vermeden, kızını şaşkınlıkla, aynı zamanda da gururla dinlerdi. Bu kadar çok şeyi, küçücük yaşında aklında tutabilmesini hayretle karşılarken, kızının zekasıyla da övünürdü için için. Gözlerine bakınca, orada dolaşıp duran arzuyu,  İstanbul’dan bahsederken, heyecanla büyüyen gözbebeklerini gördüğünde, anlardı oralara gitmeyi ne çok  istediğini. Şuncağız kızın, ufacıcık kalbine, küçük köy yerinde bu İstanbul sevdası nasıl da düşmüştü, işte bunu bilemiyordu bir türlü!  Nasıl, bu büyük büyük hayalleri sığdırabilmişti küçücük düşlerine!  Kızının okullara gitmesini çok istiyordu Fadime, ama köyde olmazdı. O da, kendisininki gibi bir kadere boyun eğecekti, yoktu başkaca çaresi. Lakin ya büyükhanım, sahiden de, götürürse Nazen’i şehre, her şey başka olurdu o zaman. Okurdu kızı, zekiydi, cin gibiydi. Okurdu, okuyunca da, iyi yaşardı. Benzemezdi anasına hayatı, çekmezdi onun çektiklerini, hanımının



4



elinde değişebilirdi küçücük bir kader!

   Beşir ağa sabırsızlanmaya başlamış, bir o yana, bir bu yana, sigarasını savurta savurta,

dolanıp duruyordu ki, uzaktan, onlara doğru gelen bir yaylı göründü. Ağır

ağır yaklaşıp, çiftliğin kapısına gelince durdu. Beşir ağa  bavulları indirerek, eve taşımak

üzere, yaylıya doğru koştururken, önce Mehmet, sonra kızları, en son büyük hanım indiler. Nazen hemen  geldi, ellerine sarılıp öptü hepsinin. Hanımı yanağını okşadıktan sonra, kucağına kocaman bir torba bırakıvermişti usulcacık. Üçü de, bu uzun

yolculuktan o kadar yorgun düşmüşlerdi ki, bir an önce yatıp dinlenmek istiyorlardı. Beşir ağa ile Fadime eşyalarla uğraşırlarken, onlar çoktan eve girmişlerdi bile.

     Nazen elindeki torbayla, koşa koşa, çiftliğin arka tarafına gitti. Hediyelerini herkesten

önce almanın neşeli heyecanı, her halinden akıyordu. Bütün oradakiler görmüşlerdi, hanımının onu hepsinden ayrı tuttuğunu, en çok onu sevdiğini! Bu düşüncelerin tattırdığı mutluluk, benliğine bir çırpıda yerleşivermişti. Sakin, gözlerden uzak bir köşe bulur bulmaz, çayırlara oturarak sevinçle torbayı açıp, içinden çıkan paketleri teker teker yere dizdi. Küçük kızın bir türlü açmaya kıyamadığı renkli renkli, küçüklü büyüklü paketler öyle güzel görünüyorlardı ki yeşilliklerin üzerinde, güneş ışınlarının da yansımasıyla, birer çiçek buketi haline dönüşmüşlerdi. Nazen dokunarak, bazan da, içlerinde ne  olduğunu anlayabilmek için sallayarak, kendine kendine pek zevk aldığı bir oyun oynamaya başlamıştı..

En sonunda daha fazla dayanamayıp, hepsi birbirinden güzel görünen desenli kağıtlara sarılmış paketleri açmaya koyuldu. İlk açtığı paketten, kırmızı ipekliden, karpuz kollu, kolağızlarıyla, etek uçları fistolarla süslenmiş, Nazen’in ağzını, hayretten bir karış açık bıraktıran güzellikte bir elbise çıktı. O muhteşem elbiseye dokunur dokunmaz, ipekli kumaşın yumuşaklığını hissetmek çok hoşuna gitmişti küçük kızın. O kaygan, yumuşak teması tekrarlayabilmek için, elinden uzun süre bırakamadı elbisesini.

Sonra yukarıya, gözlerinin hizasına doğru kaldırarak hayran hayran seyretmeye koyuldu.

Ne yapsın, hiç böyle güzel bir elbisesi olmamıştı şimdiye dek! Çabucak giyebilmeyi çok istemesine rağmen, önce yıkanmalı, bir güzel temizlenmeliydi. Annesi akşam yıkardı kızını, sabah erkenden de, giymeye can attığı elbisesi üzerinde, büyükhanımına giderdi. Elbiseyi istemeye istemeye katlayarak, yerleştirdi  tekrar paketine. Bu kıpkırmızı yumuşacık elbiseden ayrılmak pek zor gelmişti çocukcağıza ama onundu nasıl olsa, yarın temiz temiz giyinecekti! Yanına dizdiği diğer hediyeleri hatırlayınca, yeni bir heyecana kapılıp, ikinci paketi açmaya



5



koyulduğunda, bir kutu rengarenk mendille karşılaştı. Pembe, mavi, kırmızı, kenarları dantelli mendiller! Şehirliler bunları kullanıyorlardı demek! Neşeyle, hepsine dokundu bir bir! İstanbul’un bütün kumaşları, böyle yumuşacık mıydı acaba! Bir de, kendilerinin giydikleri sert basmaları, kaba dokumalı pazenleri hatırına getirdi, yüzünü buruşturdu. Üstündeki, iri çiçekli basma entarisi, dizlerine, bacaklarına değdiğinde, nasıl da acıtırdı. Oysa yeni elbisesi, bir kuş tüyü kadar hafifçecikti! ”Anamın da böyle entarisi olaydı keşke! ” diyerek hayıflandı. Mendillerin kokusu geldi burnuna, ne güzeldi! Büyükhanımın yanına ne  zaman yaklaşsa, o da, tıpkı böyle kokardı! Demek, kendi mendillerinin aynından almıştı Nazen’e!  Bunu düşünmek, iyice keyiflendirdi küçük kızı, ne iyi kadındı hanımı.

    Hemen, diğer paketi açtı. Meyvalı şekerlemeler, renkli fondanlar ve çikolatalardan, iştahla yemeye başladı. Hepsini  aynı anda yediğinden,  tatların ayırdına varamıyordu  fazlaca ama yine de, hepsi birbirinden güzellerdi. Birazını da, evdekilere ayırdı, varsın,

onlar da yesinlerdi bir parça. Artık sıra, kalan tek hediyedeydi! Onu en sona saklamıştı

çünkü en güzel görüneni ve en büyüğü oydu. Nazen paketi açınca, gözlerine inanamadı bir an, sapsarı saçlı, çok güzel bir bebekti bu!  Onu sıkıca göğsüne bastırdı, hep istediği,

hep hayalini kurduğu bebeği gelmişti sonunda, hem de istanbul’dan! İstanbul kokuyordu!

Sırf bu yüzden, çiftliktekilerden üstün tutmalıydı bebeğini! Hatta, anasından, babasından,

kardeşlerinden bile! Onlar görmüşler miydi ki İstanbul’u hiç!  Ama bebeği görmüştü! Kendisi de  görecek, hem de, yaşayacaktı oralarda!  Büyükhanımı söz vermişti! Denizi de, görecekti. Hanımı anlatmıştı ya, pek anlayamamış, gözünde canlandıramamıştı bir türlü büyük su birikintisini. Acaba bilir miydi bu bebek! Elbet bilirdi, oralardan gelmemiş  miydi! Ah, konuşabilseydi keşke!  Kimbilir, neler anlatırdı Nazen’e! Büyükhanıma utanıp da, soramadıklarını ona sorup, yeni yeni şeyler öğrenirdi İstanbul’la ilgili.

     Tüm bunlar kafasını meşgul ederken, çalılıklardan gelen hışırtılar, dikkatini o tarafa doğru çekmişti. Seslerin duyulduğu yöne bakıp, kendinden daha küçük bir kızla burun buruna geldiğinde, Nazen şaşkınlıktan donup kaldı adeta. Daha önce, bu kızı buralarda görmemişti hiç. Üstelik, pek de garipti hali, kıpırdamadan duruyordu öylece. Acayip bir kıyafet vardı üzerinde, siyah bir pelerin, başında aynı renkte ponponlu bir kukuleta, ayaklarında uzun çizmeler. Nazen’in hayreti gitgide artarken, bu tuhaf elbiseli kız, ona bakmaya devam etmekteydi. Sanki konuşmak istiyor da, çekiniyor gibiydi gözlerindeki ifade. İkisi arasındaki sessizlik bir müddet sürüp gitti. Bu arada, Nazen rahatladığını hissediyordu ve o rahatlıkla da



6



konuşuverdi;

_Kimsin sen?

Küçük yabancının yüzünde, bu soruyla birlikte şirin gülümsemeler belirmişti. Sanki senelerdir bu soruyu beklermişcesine, incecik sesiyle cevap verdi;

_Benim adım sırma saçlı Sırma.

_Nasıl isim bu böyle!

_Beğenmedin mi adımı?

_Bilmem, acayip bir isim!

_Peki, ya seninki ne?

_Nazen.

_Ne güzelmiş!

_Nerede oturuyorsun sen?

_Cadılar ülkesi’nde. Cadı kızıyım ben!

Nazen duyduklarına hiç de şaşırmış görünmüyordu. Çok merak etmişti ve bir an önce, küçük kızın açıklamasını bekliyordu.

_Gerçekten var mı Cadılar Ülkesi?

_Var elbet. Orada yaşıyorum ben.

_Masallar da olur sanırdım böyle şeyler!

_Herkes öyle zannediyor ama var işte!

_Anlatsana biraz, nasıl bir yer?

Sırma saçlı Sırma, bu soru karşısında mahsunlaşmış, dudaklarını büzüştürmüştü. Pek belliydi mutsuz olduğu! İçini çeke çeke konuşmaya başladı tekrar;

_Hiç güzel değil! Adı üstünde işte, Cadılar Ülkesi! Ne kadar güzel olabilir ki! Bizim oralarda hava hep karanlıktır, göremeyiz hiç güneşi. Her yer bej topraklarla örtülü, ne çiçek, ne ağaç yok. Oysa, ben öyle çok severim ki onları! Ancak, okuduğum kitaplarda görebiliyorum resimlerini ne yazık ki! Bir de, ara sıra  fırsat bulup da kaçarsam dünyaya, kokularını doya doya içime çekiyorum.

Nazen pek acımıştı cadı kızına, zavallıcığın çok zordu hayatı. “Annen’le, baban izin vermiyorlar mı gezmene? “ diye sordu.

_Babam, Cadılar Ülkesi’nin kralı, annem de kraliçe.

Nazen bir kez daha hayretten donakalmıştı. Demek, konuştuğu kız bir prensesti!  O andan





7

itibaren, acıma hissinin yerini, bir hayranlık dalgası kaplayıverdi. Daha önce, bir prensesle konuşmamıştı hiç. Rüyada olup olmadığını anlayabilmek için, koluna küçük bir çimdik attı. Rüya değildi olanlar!

Oysa, sırma saçlı Sırma’nın hiç de umurunda değil gibiydi prenses olmak. “Prensesim ama odamda hapisim!” dedi kızgınlıkla. Ayaklarını hırsla yere vuruyordu bunları söylerken.

_Niye hapsettiler seni? Onları kızdıracak bir şey mi yaptın?

_Bir bakıma evet. Kötü biri olmamı istiyorlar ama olamıyorum!

Nazen belki de, hayatında ilk defa, bu kadar şaşkınlığa uğruyordu. Sırma ise, sanki bunu hissetmişcesine, açıklama getirdi sözlerine;

_Malum ya, cadıyız biz! Cadıların kötü olması adettendir! Kral babamla, kraliçe annem kötülük yapmamı istiyorlar. Yoksa, yönetemezmişim yarın bir gün ülkeyi! Ama yok işte benim içimde kötülük, ne yapabilirim!

_Sen de iyi bir cadı ol o zaman.

_Bir cadının iyi olması demek, bizim oralarda en aşağılayıcı şeydir. Hem, bunu isteyen de, bir tek benim zaten. Annemle, babam da üzülüyorlar halime.

_Peki, ne yapacaksın?

_Peri kızı olmak istiyorum ben! Peri şehrinde yaşamak istiyorum!

_Ol öyleyse!

_ Kolay mı o kadar! Bir sürü şartlar var bunun için. Bir cadı kızının, peri kızına dönüşmesi çok zor.

_İmkansız mı yani?

_İmkansız diye bir şeye inanmam! O kadar çok istiyorum ki, olacak bir gün!

_Peki, ne yapman lazım bunun için?

_Peri kızı bir arkadaşım var, adı Fide. Periler şehrinde yaşıyor. Bana yardım edecek.

_Sen hiç gördün mü bu şehri?

_Görmedim, oraya gitmem yasak!

_Fide sana nasıl yardım edecek öyleyse?

_Eğer, bir çocuğun dileğini yerine getirebilirsem, peri kızı olma şansım varmış!

Nazen neşeyle çırptı ellerini. Bu gün, ikisi için de kısmetli bir gündü demek!  “Yaşasın!” dedi gülerek.





8



_Benim bir dileğim var. Getir yerine, sen peri ol, ben de isteğime kavuşayım!

Sırma saçlı Sırma’nın gözleri, aniden ışıklar saçmaya başlamıştı. “Sahi mi söylediklerin? diye sordu yeni arkadaşına.

_Sahi tabii. Ama bunları yarın konuşalım, hava kararıyor. Eve geç kalırsam, annem merak eder sonra. Yarın aynı saatte gel yine. Unutma, peri kızını da getir. Etraflıca konuşuruz o zaman, tamam mı?

Sonra kalkıp gitmeye hazırlandı. Cadı kızı arkasından el sallarken, bir yandan da, bağırıyordu;

_Yarın görüşürüz.

     Sırma saçlı Sırma’nın saçları, daha dünyaya ilk geldiği gün, içinde güneşler yanıp sönen altın teller gibi parladığından, ona bu adı vermişlerdi. Her akşam yatmadan önce, odasında, aynanın karşısına geçip, uzun uzun fırçalarken çok sevdiği saçlarını, bir peri kızı olduğunu ve Periler Şehri’nde yaşadığını düşlerdi. Tek hayali peri kızı olabilmek ve dünyadaki tüm insanları mutlu kılabilmekti. Ah, öyle çok istiyordum ki bunu! Ama bir cadı kızı, nasıl peri kızına dönüşebilirdi ki!

Bazan Sırma saçlı Sırma, sarayın  büyük terasına çıkar, karşı dağların ardındaki Periler Şehri’ne bakardı özlemle. Sislerin arasından, kırmızı badanalı evleriyle, bir tiyatro sahnesini andırırdı burası. Bir gün oraya gitme şansını yakalayabilecek miydi acaba! Periler Şehri’ni uzaklardan seyre dalmak bile, onu mutlu etmeye yetiyordu. O dağları aşabilse, o evlerden birinin kapısını çalsa ve orada sonsuza dek kalsa! Gel gör ki, çok uzundu yollar! Kraliçe annesiyle, kral babası her seferinde aynı şeyleri söylerlerdi ona;

_Sen Cadılar Ülkesi’nin tek prensesisin, aklından çıkarma sakın bunu! Herkese örnek olman gerekir. Bırak bu hayalleri de, bir an önce kötülük sihrlerini öğrenme çalışmalarına katıl.

     Cadılar Ülkesi’nde, “En Can Yakıcı Sihirler” kursu düzenlenmişti. En kötüsü de, Sırma’nın da, prenses olarak, katılmak zorunda olmasıydı bu kursa. Üstelik, dersler pek sıkıcı, öğretmenler de asabiydi. Gerçi, prensesleri olduğunda, ona fazlaca bir şey söylemiyorlardı ama yine de, sırma saçlı Sırma hiç sevmemişti ortamı. Sabahtan akşama  dek, kötülük dolu sihirlerin binbir çeşidinin öğretildiği bu saçma sapan yerden nefret ediyordu. İnsanları mahvedecek, mutsuz edecek ne varsa, en ince ayrıntısına kadar anlatıyorlardı hepsine. Oysa, ne işe yaradı ki tüm bunlar! Utanıyordu cadı olmaktan!

Sırma saçlı Sırma kötülük büyülerini yapmayı reddettiğinde, diğer cadılar gülüşüyor,





9



birbirlerini dürtükleyerek, küçük kızla inceden inceye alay ediyorlardı. Kendisinden hiç de memnun olmayan öğretmeni, hiç üşenmeden saraya kadar gitmiş, krala bildirmişti şikayetlerini;

_Ah, kralım! Ne yazık ki, sırma saçlı prensesimiz pek dikkatsiz! Hiç hevesi yok kötülüğe! Ne desem, dinlemiyor, ne anlatsam ilgilenmiyor! Şaşırdım ne yapacağımı!

Kral, öğretmenin dediklerini duyunca, fena halde sinirlenmişti. O gider gitmez,yanına  çağırttı kızını. Sırma saçlı Sırma, babasının tahtına yaklaşırken, tahmin ediyordu neler duyacağını. Kral onu görünce, çattı kaşlarını, kıstı gözlerini, en hiddetli sesiyle konuşmaya  başladı;

_Bu gün duyduklarımdan hiç memnun kalmadım Sırma. Nedir bu halin senin! Cadılar prensesisin sen, kaç kere söyledim sana! Diğer küçük cadılara örnek olman lazım. En iyi kötülük sihirlerini sen yapmalısın. Bu konudaki başarılarınla övünmek istiyorum baban olarak! Hakkım değil mi bu benim! Kral da olsam, cadı da olsam, benim de duygularım var!

_Ama baba, ben kötülük yapmak istemiyorum ki!

Kralın yüzü, sinirinden kızarmıştı pancar gibi. Kızgınlığından  dudakları titriyordu. Sırma saçlı Sırma’yı cezalandırmakta bir hayli kararlı görünüyordu;

_Çabuk odana çık! Cezalısın, görünme sakın gözüme! Tam bir cadı oluncaya kadar hapis kalacaksın.

     Kızcağız gözünde biriken yaşları silerek, ağır ağır çıktı merdivenlerden. Odasına girip, kapattı kapısını. Yatağına uzanarak, ağlamaya başladı. Neden, iyiliği seçtiği için cezalandırılıyordu ki! Yorganın altına büzülüp, bir hayli ağladıktan ve gözyaşları, tatlı yanaklarını, tuzlu krakerlere çevirdikten sonra, bir neyden çıkan müthiş nağmeler  başarabildi onu susturmayı ancak. Merakla, neyi çalanı görebilmek için, yorganını hafifçe çekti. Tam karşısındaki küçük taburede, kendisiyle aynı yaşlardaki bir kız, gözlerini  huşuyla kapatmış, ney üflemekteydi. Üzerinde, koyu yeşil, gözalıcı bir elbise vardı. Beyaza kaçan uçuk sarı saçlarını ince ince örmüş, her bir örgüsünün ucunu taze papatyalarla süslemişti. Mutlaka Periler Şehri’nden gelmişti bu kız!

Sırma saçlı Sırma usulca yatağından kalkıp, yeni misafirinin yanına gitti. Küçük neyzen, onun geldiğini hissetmiş, gözlerini açmıştı. “Peri Şehri’nden misin sen?” diye sorunca Sırma, kız hemen cevap verdi;

_Evet, adım Fide.

_Ben de sırma saçlı Sırma’yım.



10



_Biliyorum.

_Peri kızı olmak istediğimi de bilirsin öyleyse!

_Bilirim!

_Ne olur yardım et bana!

_Onun için buradayım zaten!

Sırma saçlı Sırma, kızın dediklerini duyduğunda, kulaklarına inanamamıştı bir türlü. Fide onu daha da sevindirmek isteğiyle, devam etti konuşmasına;

_Peri kızı olmayı ne kadar çok istediğini biliyoruz. Üstelik, layıksın buna, çok iyi bir kızsın. İşte bu yüzden, tüm perilerin lideri olan Yıldızhan nine, beni sana gönderdi.

_O da kimmiş? Hiç tanımıyorum!

_Benim ninem. Perilerin de lideri! Eğer sen de peri kızı olursan günün birinde, onunla tanışacaksın. Sana yardım etömemi istiyor Yıldızhan ninem.

_Çok teşekkür ederim Fide. Ninene de selam söyle benden.

_Söylerim. Şimdi iyice dinle beni, peri kızı olabilmenin tek yolu, bir çocuğun dileğini yerine getirmek. Bunu başarabilirsen, bizimle beraber yaşayacaksın. Ben artık senin arkadaşınım. Beni çağırmak istersen, pencereni açıp, bizim oralara doğru  seslenmen yeter. Hemen seni duyar, gelirim.

Peri kızı Fide, bunları söyledikten sonra, sırma saçlı Sırma’yla vedalaşıp, camdan uçtu gitti.

İşte böylece, sırma saçlı Sırma’yla , peri kızı Fide tanışmış oldular. O günden sonra da, Sırma, her fırsatta dünyaya kaçıp, dileğini gerçekleştirebileceği bir çocuk aramaya başladı. Ve bu arayışı da, Nazen’le karşılaşana kadar devam etti. Sırma saçlı Sırma, Nazen’in arzusunu gerçekleştirmeye, daha, onu görür görmez karar vermişti. 

     Ertesi sabah, Nazen gözlerini açar açmaz, yeni elbisesini giydi. Akşamdan yıkanıp, paklanmıştı güzelce. Bebeğini de, kucağına alarak, kardeşi Memiş’in elinden tutup, doğruca büyükhanımın yanına koştu.

Kısacık boyu, tombul yüzüyle, pek sevimli görünen Memiş, Beşir ağanın en küçük oğluydu. Komik bir çocuktu. Hele, iki yana yalpalaya yalpalaya bir yürüyüşü, yarım yarım bir konuşması vardı ki, görenler, gülmekten alamazlardı kendilerini. Babası, her nasıl olmuşsa, bu yaştaki çocuğa, bir kaç kez, bir iki nefes sigara içirtmişti. Belki çakır keyifken, belki de,







11



kızı olan arkadaşlarına caka satmak için yapmıştı bunu kendi aklınca.

Gel gör ki, oğlan bu mereti çok sevmiş, arada bir canı çeker olmuştu. Bir gün Beşir ağa, her zaman yaptığı gibi, sırtını, öğlen güneşine vermiş, sigarasının dumanını üflerken gökyüzüne, yanıbaşında bitiveren Memiş, gözlerini babasına dikip, yalvarmaya başlamıştı;

_Ağam, n’olur bi cigara versen ya, canım çekti!

Beşir ağa, şu bacaksızın ettiği lafa pek kızmış, dumanlar ağzından değil, kulaklarından çıkmaya başlamıştı. Bir de, üstüne üstlük azarlamıştı çocukcağızı, sanki suçlusu kendisi değilmiş gibi;

_Get len, zeten bi cıgaram kalmış!

Aralarında geçen bu konuşma sırasında, baba oğulun, öyle gülünesi bir halleri vardı ki, görenler, görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatmışlardı olan biteni. Anlatıla anlatıla da, bir fıkra lezzetine kavuşmuştu bu komik hikaye.

Memiş’ciğin maceraları bu kadarcık değidi elbet. Bir yaz sıcağında, resime kabiliyeti olan Bülent, eline bir kağıt kalem alıp, biraz da, can sıkıntısından, çocuğun karakalem bir portresini yapmış habersizce, sonra da ufaklığı yanına çağırıp, resmi göstererek, şöyle demişti;

_Memiş, bak bakalım şuna, tanıdın mı?

Çocuk bir süre, gözlerini iri iri açarak resme bakmış, hemen ardından, tiz bir çığlık koparmıştı;

_Abooo! Bu benim ya, ağam!

O tuhaf haliyle de, yine kahkahalara boğmuştu orada bulunanları. İşte bu ünlü Memiş, Nazen ablasının elinden tutmuş, büyükhanımını ziyarete gelmişti şimdi.

    Ev halkı kahvaltı masasındaydılar. Nazen, sabah sabah, bu kadar çok şeyi nasıl yediklerine  şaşırırdı hep! Kendileri sadece, anasının pişirdiği bulgur çorbasıyla, yufka ekmeği yerlerdi. Masanın üzerinde, tabaklarda duran, şu yuvarlak siyah şeylere baktı. Onlardan yemişti  bir keresinde, önce erik sanmıştı ya, ağzına almasıyla, tükürmesi bir olmuştu, ne acı, ne kötü şeydi o öyle!  Büyükhanımın hem kendisine, hem kardeşine sürdüğü  tereyağlı ballı ekmekleri  yavaş yavaş yemeye başladı. Aslında karnı toktu ama onlarla beraber masada oturmak, öyle çok hoşuna gidiyordu ki!  Kahvaltı sırasında, büyükhanım onunla konuşup, bir şeyler soruyordu hiç durmadan. Nazen’in ise, bir yıldır aklından çıkartamadığı o soru dolanıyordu dilinin ucunda!  Fakat çekiniyor, hanımın ona, kızacağından korkuyordu en çok da. Bu



12



yüzden de, susuyordu. Güçtü susmak, anlatacak çok şey varken!

     Öğle vaktinde, Nazen, sırma saçlı Sırma’yla buluşacağı yere gidip, beklemeye başladı. Cadı kızı henüz yoktu ortalıklarda. Beş on dakika geçmişti ki, gördü onları uzaktan. Yanındaki de, peri kızı Fide olmalıydı. İkisine de el sallayarak, onlara doğru yürürken, kızlar da, Nazen’i farketmiş, gülerek geliyorlardı. Sırma saçlı Sırma, ikisini birbirine tanıştırdığında, Fide Nazen’e şöyle demişti;

_Senin sayende Sırma bizim gibi olacak! Sakın vazgeçme dileğinden olur mu!

_Vazgeçer miyim hiç! Yıllardır bunu ister dururdum!

Hava kararıncaya kadar, uzun uzun konuşarak, nasıl bir yol izleyeceklerini  belirlediler. Nazen  çok güveniyordu peri kızıyla, cadı kızına. Onların çabasıyla, gerçeğe dönüşecekti en büyük hayali.

     O günden sonra, Fide ile Sırma, ortalıklarda görünmediler uzunca müddet. Belki de, vazgeçmişlerdi ona yardım etmekten. Nazen defalarca gitti buluştukları yere ama ikisini de, göremedi. Onlara güvenmekle hata mı etmişti yoksa!  Oysa, küçük kızın kuşkuları yersizdi. Sırma saçlı Sırma, var gücüyle, onun için çalışmaktaydı. Gün boyu, bir büyükhanımın, bir Beşir ağanın, bir Fadime’nin  peşinde dolanıyor, onlara görünmeksizin, üçünü de, sihirleriyle etkilemeye uğraşıyordu. Akşamları, yorgun argın Cadılar Ülkesi’ne döndüğünde, kendini çok mutlu hissediyordu, umut doluydu yüreği. Bu işi başarabilirse, bir peri kızı olabilecekti nihayet.

     Çiftlikte günler hep aynı koşturmayla geçerken, yavaş yavaş, sonbahar yaklaşmaktaydı. Sonbaharla birlikte, Nazen’in küçücük yüreğine de, ayrılık duygusu çöreklenivermişti. Büyükhanımın gitme günü yaklaşmasına rağmen, hala hiç bir şey söylemiyordu. Besbelli, unutmuştu verdiği sözü. Her sabah yeni bir ümitle uyanıyor, ”Belki bu gün!”  diye, gidiyordu hanımının yanına. Akşam olunca da, yine hüsrana uğruyor, derdini bir tek sarı

saçlı bebeğine dökebiliyor, onu bir tek bu bebek anlıyordu. Ne de olsa, İstanbul’lu bir bebekti o, oraları özlemeyi anlamaz mıydı hiç!  Nazen gün boyu bebeğini yanından  ayırmıyor, her yere onunla gidiyordu.

Bir gün büyükhanım, yine her zamanki şefkatiyle kızın yanaklarını okşayarak, ”Nazen söyle bakalım, bebeğini çok mu seviyorsun?” diye sordu.

_Çok seviyorum anne, İstanbul’dan geldi o!

Kadın bu cevaptan hoşlanmış, gülümseyerek, elindeki işle meşgul olmaya başlamıştı yeniden.



13



Nazen tüm cesaretini toplayarak, hanımının oturduğu koltuğun yanına yaklaştı.

_Anne, beni de istanbul’a götürecek misin bu sefer?

Naile başını kaldırıp, küçük kızın yüzüne baktığında, gözlerindeki telaşı, ümidi, merakı gördü. ” İstersen, götürürüm elbet!” dedi sonra.

_İsterem ya anne, çok isterem!

_Peki, babanla bir konuşayım öyleyse.

     O akşam, büyükhanım Beşir ağa ile Fadime’yi çağırıp, Nazen’i yanında götürmek istediğini söyledi. Beşir ağa kabul etti hemen, hanımına karşı gelemezdi. Ekmeğini yediği

kapıya nankörlük edemezdi. Hatta, evden bir boğaz eksileceği için memnun bile oldu! Bu

kadar çocuğa bakmaktan bıkmıştı. Fadime hissediyordu bir gün bunu yaşayacağını, fazla

şaşırmadı bu yüzden. Zordu kızından ayrılmak zor olmasına ya, geleceği için de  gerekliydi. Hele, bir ara büyükhanım yanına gelerek, elini omuzuna koyup, kızını okutacağını söyleyince, yüreği iyice rahat etti. Güveni tamdı hanımına, zeki bilgili, akıllı kadındı. Bunu böyle istiyorsa, vardı elbet bir bildiği. Kızı, büyükhanımın yanındayken,
gözü arkada kalmazdı. Bir hasretlik çekerdi ya, katlanırdı ona da!  Varsın, Nazen mektebe gitsin, kurtulsun da!  Bunları düşündüğünde, istiyordu Nazen’i göndermeyi fakat

bir yandan da, zor geliyordu yavrusundan ayrılmak!  Akıl danışacak kimsesi de yoktu. Kocasının umurunda değildi bir şey. Son günlerde, tüm bu düşüncelerle, iyice kaçar olmuştu uykuları.

     Anasının uykularını, daha şimdiden kaçırmaya başlayan küçük Nazen ise, olanlara hala inanamıyor, kendini, hayal denizinin tam da, ortasında sanıyor, bir türlü kendine gelemiyordu. Artık günleri sayıyor, gidecekleri zamanı iplerle çekiyordu. Sırma saçlı arkadaşı Sırma, ona verdiği sözü yerine getirmişti!

     Ve nihayet geldi o gün. Annesi gece bohçasını hazırladı, içine en temiz çamaşırlarını koydu. Ertesi sabah erkenden kalkıp onu yıkadı, saçlarını taradı. Yeni elbisesini de giydirince, artık her şey tamam olmuştu, hazırdı Nazen.

Beşir ağa  istasyona zamanında yetişmek için telaş ediyor, eşyaları aceleyle yaylıya

yerleştiriyordu. Çiftlikte yapılan peynirler, tereyağlar, ballar, yapraklar, tarhanalar,

büyük tenekelere konmuş, ağızları sıkıca kapatılmış, İstanbul’a gitmek üzere, Nazen gibi

hazırlanmışlardı onlar da. Hep birlikte yerleştiler arabaya. Beşir ağa da bindikten sonra, yola çıkma vaktiydi artık. Fadime, bir maşrapa suyla kapıda bekliyordu. Nihayet, yaylı ağır ağır



14



hareket etti.

Nazen’in içindeki sevinç, artık yüreğine sığmaz olmuştu. Sadece, çiftlikten ayrılırken,

annesinin arkalarından su döküşünü, yaşlı gözlerini görünce, içi burkuldu biraz ama şehir

hayalleri aklına düşer düşmez, unutuverdi her şeyi bir çocuk aldırmazlığı ile. İstasyona vardıklarında, büyük bir şaşkınlığa uğradı küçük kız. Bu kadar kalabalığı, daha önce hiç bir arada görmemişti. Elinde bohçası, annesinin iki örgü yaptığı saçlarından hala sular damlayarak, babasının yanında etrafa merak dolu, kocaman açtığı gözleriyle bakıyordu. Henüz, bu şaşkınlığı üzerinden atamamıştı ki, uzun, kuvvetli bir düdük sesiyle sıçradı yerinden. Büyük, simsiyah bir şey, kara dumanlar çıkararak ona doğru hızla geliyordu. Birden, çığlıklarla, babasının arkasına saklandı. Korkmamasını, bunun tren olduğunu, onu İstanbul’a götüreceğini söyledilerse de, Nazen’i bir türlü sakinleştiremediler. Ağlıyor, ”Ben buna binmem!” diyerek, çırpınıyordu. Babası kolundan çekiştirip, adeta sürüklercesine, trene bindirmeye çabalıyordu ama Nazen, sanki o Nazen değildi! İstanbul’a gitmek için can atan, gün sayan küçük kız o değildi şimdi! Büyükhanımın, yumuşacık sesiyle onu ikna etme çabaları da sonuçsuz kalmıştı, oraya binemezdi!  Müthiş bir korku dalgasıyla kaplıydı her yanı. Çırpınmayı da bırakmıştı artık,  hareketsizdi.  Kollarının arasında bebeği, kaskatı kesilmiş, tırnaklarını, ondan  güç almak istercesine, bebeğinin saçlarının arasına geçirmişti. Bir tek o ve bebeği vardılar! Kalabalığı, gürültüyü, treni duymuyordu. Tren istasyonda çok az durduğundan, yavaşlar yavaşlamaz, yolcular binmeye başlamışlardı. Nazen gözlerini faltaşı gibi açmış, sicim sicim yaşlar döküyordu. Yalnızca hanımının trene binişini görüyor ama yerinden kıpırdayamıyordu bile! O kara canavar, yine aynı sesleri çıkararak, hareket etti. Büyükhanımla, Müjgan ablası pencereden ona el sallıyorlardı. Sonra her şey kaybolmaya başladı. Nazen, gözünde yaşlarla, babasının elini tutmuş, öbür elinde bohçası, yürüyordu. Dönüp, son bir  kez daha baktı trenin ardından. Sadece, pencerelerin birinde, gittikçe uzaklaşan bir beyazlık görebildi.

    Onu istasyonun çatısından seyreden Sırma ile Fide, şaşkınlık içindeydiler ve hissettikleri hayalkırıklığı, içlerini yakmaktaydı. Saatler öncesinden gelmiş, çatının, her tarafı en iyi gören yerine kurulmuşlardı yan yana. Bacaklarını aşağıya sarkıtmış, ellerinde, ballı cevizli bisküvitleriyle, beklemeye başlamışlardı. Sırma saçlı Sırma, her şeyin yolunda gideceğinden emin, peri kızı olmaya çok yaklaştığını düşünmekteydi.  Fide ise, arkadaşının ne çok





15



uğraştığını biliyor, ve başaracağına inanıyordu. Ama Nazen’in o halini görünce, ikisi de donup kaldılar. Sırma saçlı Sırma, olan biteni izledikçe, gözyaşlarına engel olamıyordu. Peri kızı, elini arkadaşının omzuna atıp, onu yeniden heveslendirmeye çalıştı;

_Üzülme sakın, elinden geleni yaptın sen! Ama Nazen cesaret edemedi. İnsan, hayallerini gerçekleştirmek için cesur olmalı. Hadi, ağlamayı bırak da, hemen bir başka çocuk aramaya başla, cesur bir çocuk!

İki arkadaş elele tutuşup, yürürlereken ufuk çizgisinin renklerine doğru, arkalarında, koyu yeşil ve siyah bir iz kaldı.



                                                                           SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder