14 Temmuz 2012 Cumartesi

BİR KADIN


                                                                    BİR     KADIN



     Otobüsten indikten sonra yaptığı kısa yürüyüş ona öyle iyi geliyordu ki. Eve kadar
lan mesafeyi yürümek, günlük olayları aklından geçirmesi için mükemmmel bir
fırsattı. İşde yaşadıkları, ertesi gün yapacakları, her şeyi yol boyunca düşünüyordu
genç kadın. Sanki bu yolu yürümese, kafasının içi bomboş olacaktı, öyle geliyordu ona.
İşyerinde geçirdiği sıkıcı saatlerden, patronunun bağırış çağırışlarından, durmaksızın
emirler yağdırmasından bunalıyordu. Bazan en basit yazıyı bile defalarca yazmasını
ister, beğenmezdi bir türlü. Aynı harfler, aynı kelimeler bilgisayar tuşlarıyla parmakları
arasında gidip gelirken, sonu olmayan düşüncelere dalardı.
İşten çıkıp kalabalığa karışmak, nereye gittiğini bile adeta farkedemeden, ayaklarını
sürüklercesine durağa geliş, birbirine benzeyen yollar ve insanlar. Durakta beklerken, bir gün bir şeylerin değişip değişmeyeceğini sorardı kendine. Her akşam, her otobüs  bekleyişinde kafasından geçerdi bu soru, ama yoktu cevabı, cevapsızdı aklındaki tüm
sorular gibi. Gerçekten bunu isteyip istemediğini de bilmiyordu, o kadar çok şey vardı ki
bilmediği. Etrafında farklı olan bir şey göremiyordu.  Belki de farklılıkları anlayabilecek  halde değildi. Nihayet otobüsün gelişi, itiş kakış içinde biniş, hiç gülmeyen anlamsız
yüzlere bakmak, insanların konuşmalarını duymak, pahalılıktan sızlanmalar, siyasilerden
şikayetler, sözler bile aynıydı. Artık, insanlar konuşmaya başlamadan, söyleyeceklerini
tahmin edebiliyordu. Oysa, herkesin ne çok ihtiyacı vardı hoş sözlere. Yoldaki büyük
marketin ışıkları gözlerini kamaştırdığında, anlardı eve yaklaştığını. Bu duyguyu hissetmek, bu kalabalıktan, gürültüden, ter kokularından da kurtulmaktı aynı zamanda ve güzel bir histi. Bu kısacık yol, bir anlamda dinlenmeydi onun için. Bütün yorgunluklardan sonra her şeyi unutturan bir ödül, temiz havanın yüzüne çarpmasıyla oluşuveren bir gülüş, bir umut, onu tekrar gülümsetebilen. Bir ödül, bir gülüş, bir umut, bir duygu, birbirlerini ne doğru tamamlayan kelimelerdi ve kimbilir daha neler anlatabilirlerdi.
   Yol tenha olurdu genellikle. İki yanı ağaçlarla kaplıydı, çam ağaçlarıyla. Yaz kış
yemyeşildiler, her zaman neşeli. Bütün ağaçları severdi ama kışları dayanamazdı onları
görmeye. Yapraksızlarken, bayramda giyecekleri en güzel elbiseleri ellerinden alınmış
çocuklar gibi mahsunlaşırlardı, içi acırdı. Ya çamlar, yaşarlardı her mevsimi doyasıya.
Biraz da bu yüzden hoşuna giderdi  yaptığı yürüyüş. Her zaman yemyeşil kalan o çamları
gördüğünde, daima güçlü olması gerektiğini hissederdi. En sıcak günlerde, çam kokulu rüzgarlar serinletirdi insanı çabucak, gözyaşlarını da kurutuverirdi kimsecikler görmeden.
   Bahçe içinde villalar vardı yolun biraz gerisinde, bahçelerinde renk renk çiçekler.
Duvarların etrafındaki demir parmaklıklara sarılmış hanımelleri, ortalığa inanılmaz
güzellikteki kokularını bırakırlardı. Bu evlerin önünden her geçişinde, adımlarını yavaşlatır, onlardan birine sahip olabilmenin hayaline dalıp giderdi. Oğluyla birlikte bahçede top oynarlar, mangalda et pişirirler, oğlunun çok sevdiği bir kaç hayvanı da
besleyebilirlerdi. Ne güzel olurdu yaşamak o zaman, sadece ikisi ve evleri. Gülümserdi kendi kendine tüm bunlar gerçekmiş gibi. Neden olmasın, olurdu bir gün. Şanslıydı
oğlu, olacaktı istedikleri. En büyük, en güneşli odayı Can’a hazırlayıp, en sevdiği
oyuncaklarla doldururdu. Kimbilir nasıl mutlu olurdu oğlu, kocaman bal rengi gözleriyle
gülücükler gönderirdi anneciğine. Sonra odasına koşar, oynamaya başlardı. Kendi kendini saatlerce oyalayabilen bir çocuktu, farklı oyunlar icat eder, tek başına eğlenmeyi
becerirdi. Bu bir bakıma iyiydi belki, kendine yetebilen bir insan olabilmek bir özellikti.
Ama yalnızlığa alışmasından korkuyordu annesi. Alışılmamalıydı yalnızlığa, aksine kaçmak, kurtulmak gerekti. Oğlunu düşünürdü hep, oysa kendisinin de nelere ihtiyacı
vardı. O bahçeli evde, kendi için de bir oda ayırsaydı, zevkine göre döşeseydi. Sığınağı olurdu orası, yıllar önce bıraktığı resim çalışmalarına geri döner, yaşama sevincini tekrar kazanırdı.
 Birden yerdeki çocuk ayakkabısı çekti dikkatini. Eğilip bakınca, geçenlerde aynısından
oğluna aldığını hatırladı. Kalbi hızla atmaya başlamıştı o anda. Kaldırımın kenarına
fırlatılmış tek bir ayakkabı, eşi de yok ortalarda. Belki de çocuğa araba çarpmış,
ayakkabının teki ayağında kalmış, diğeri buraya savrulmuştu. Aman Allahım, ya bu
çocuk kendi oğluysa!  Başı dönüyor, boğazı kuruyordu. Derin bir soluk aldı, kendini
toparlayıp mantık yürütmeye çalışıyordu. Kimbilir, kaç çocuğun ayağında vardı aynı
ayakkabılardan, hem bu yolda trafik sıkışık değildi, çok seyrek kaza olurdu, üstelik oğlu
gelemezdi ki buralara. Bunları düşününce rahatladı biraz, aniden gereksiz bir kuruntuya kapılmış, duygularını kontrol edememişti. Elini cebine soktu, oğluna aldığı çikolataya dokundu, yumuşamıştı. Bir an önce gitmeliydi, hızlandırdı adımlarını. Can’ın çikolata yerkenki hali geldi gözlerinin önüne.
Ağzını, çenesini, hatta yanaklarını bile kirletir, sonra da, diliyle yetişebildiği yerleri yalayıp temizlemeye çalışırdı tıpkı minik bir
kedi yavrusu gibi. O haliyle öyle tatlı ve komik görünürdü ki, hatırlayınca güldü kendi kendine. Az önce ne kadar evhamlanmıştı, bunun tek nedeni oğluna karşı duyduğu
aşırı düşkünlüktü. Çoğu kez onun için yaşadığını düşünürdü yalnızca, sanki ona sahip
olmasaydı, şimdiye kadar hayatta kalabilmesi de mümkün olamayacaktı. Duyduğu
bağlılık tutku derecesindeydi. Her şeye katlanmasının tek sebebiydi o, mutsuzluğunu mutluluğa dönüştürebilen tek varlık. Evlendiği için pişmanlık hissettiği her an, oğlu gelmişti aklına. Onun için yapmak istededikleri, yapacakları, hayalleri olmuştu tek
heyecanı, hayata tutunmasını, asılmasını sağlamıştı. Evliliği oğlu yüzünden yürüyordu, daha doğrusu, yürütmeye, sürüklemeye çalışıyordu. Niye evlendiğini çok düşünmüştü.
Acı olanı ise, bunu düşünmeye evliliğinin ilk günlerinde başlamış olmasıydı. Aşk değildi,
olsaydı keşke, aşkla bağlandığı adamın eksilerini görseydi keşke. O zaman düzeltmeye de çalışmaz, öyle severdi. Aşk kolaylaştırırdı her şeyi ya da o, buna inanıyordu. Eğer,  kocasına aşık olsaydı, başkalarında hoşlanmadığı şeyleri bile seve bilirdi onunla.          
    Böyleydi aşk belki de, karşındaki insanı olduğu gibi, yalnızca o olduğu için sevmek,
genç kadının kalbindeki aşk tarifi buydu. Oysa aşkın kimbilir ne çeşitli tanımları vardı, veya bir tane bile yoktu. Herkes kendine uygun şekilde anlamıştı bu duyguyu yüzyıllardır. Başka insanlar, farklı anlayışlar, doğru ya da yanlış olması değiştiremezdi hiç bir şeyi. Aşk olmuştu, gelmişti zaman zaman. Yapmıştı yapacağını, etmişti edeceğini, gitmişti sonra sessizce. Kaldığı da olmuştu kimi kez sonsuza kadar, sadece ona  uğramamıştı hiç. Sevememişti kocasını. Niye evlenmişti, zorlamamıştı kimse de.
Hep aşık olmak ister, her gece yatağına girdiğinde hayallere dalardı. Uyku tutmazdı saatlerce. Genç kızlık günleriydi, tatlıydı hayaller o zamanlar. Bir iki kere aşık olduğunu sanmış, hatta olmuştu belki de, bilmiyordu. Ama düşlerinde yaşattığı aşk değildi hiç biri,emindi bundan. Büyüktü aşkları, büyük kalmalıydı. Şairin dediği gibi, büyük aşkları, büyük rüzgarları, büyük şarkıları sevmeliydi. Oysa şimdi,  küçücük, daracık birhayatın içine sıkışmış yaşıyordu, büyük düşler bile kurmadan. Aşk evliliği yapmak, aşk çocuklarına sahip olmak istemişti, gerçekleşmedi. Ama oğlunu çok sevmişti, aşk çocuğu değildi, yine de sevmişti.
   Kocası peşinden ayrılmamıştı uzun süre. Yakışıklı değildi, önemsizdi bu zaten, ama
sevecen, şefkatli, anlayışlı biri de değildi, kötülük buydu işte. Evlendikten sonra net
bir şekilde tanımıştı onu, tamamen bir yabancıydı. Annesi bazan, ” Nasıl kandırdı seni! ”
diye söylenirdi. Çocuk değildi ki, çocukları kandırırlardı ancak. Sebep neydi öyleyse!
”Beni seviyor, mutlu olurum ! ” diye ummuştu sadece, işte hepsi buydu. Ümitleri  boşa
çıkmıştı ne yazık, beklediği insan değildi kocası ,birbirlerine uyum sağlayamıyorlardı.
Mutluluğu yakalamayacağını biliyordu artık, aslında bunu bilmek üzmüyordu genç kadını, mutluluk ümidi yoktu, bir şey beklemiyordu. Beklememek rahatlatıyordu insanı,
bir rehavet hissettiriyordu, çok da tatlı olmayan. Alışmıştı buna da, kolaydı alışmak, her şeyden daha kolay. Neden birbirini hiç anlayamayan iki insan biraradaydı, kim yapmıştı, kimin suçuydu. Kimseyi suçlamaya hakkı yoktu, kendi hariç. Ya da, en kaçamak yol, kader deyip geçmekti. Kader miydi insanları mutsuz eden, öyleyse sevmiyordu kaderi. Belki de, mutluluğu kendine çok gören kader, oğlunu mutlu  edecekti günün birinde. Tek inancı, tek ümidi buydu, işte o zaman sevecekti kaderi, deliler gibi hem de. Can’ın istekleri olsun, yüzü hep gülsün, gerisi boş, gerisi önemsizdi.
   Hafta sonlarını oğluyla birlikte geçirmeyi ihmal etmezdi. Sabah erkenden kahvaltıyı
yapar, parka gidip dondurma yer, oyunlar oynarlardı bütün gün. Gezerlerken başka aileleri görürdü genç kadın, anne babalarının ellerinden tutmuş çocukları görürdü.
Belli etmez ama içi burkulurdu biraz, kendi için değil, oğluna üzülürdü. Kocası hiç yanlarında olmazdı, ya işi çıkar, ya arkadaşlarıyla buluşması gerekirdi. Oğlunun bir eli
boş kalırdı her zaman. Hiç aile ortamını, o sıcaklığı tadamamıştı. Tek bir kez bile
kocasının koluna girip, oğlunun elinden tutup bir yerlere gidememişti gönlünce.
Kocası eve geç gelir, yemeğini yer ve uyurdu. Konuşmazlardı bile, iki kelime dahi
etmeden günler geçirdiklerini hatırlıyordu. Böyle değildi düşlerindeki evlilik, bambaşkaydı.
Aşk vardı, başkalaştırırdı dünyayı. Sihirli bir değnek gibi, dokunduğunu değiştirirdi. Güzel öten bir kuşun sesini daha güzel yapardı, denizleri daha mavi. Yıldızlar  daha iyi hissederlerdi kendilerini, ay ise daha güleryüzlü. Geceler hiç bitmesin isterlerdi, ya da,
dünyayı gündüzleri de görmek. Maviler, yeşiller, pembeler canlanırdı, siyahları beyaz, kırmızıları kıpkırmızı yapardı. Kalırsa siyah, yalnız sevgilinin saçlarında, kirpiklerinde kalırdı. Varsın kalsın, ona yakışırdı. Değnek gerçekten sihirliydi, masallarda anlatılanlar gibi değil, sahiciydi. Çıkardığı pırıltılar bitmiyor, her köşeye, her insana dokunuyordu. Kimileri görüyor pırıltıları, gözleri kamaşıyordu önce, yakalamak istiyorlardı koşup peşinden. Bir kez yakalayınca bırakmıyorlardı kolay kolay, sımsıkı kapatıyor ellerini, avuçlarının içinden kayıp gidecek sanıyorlardı. O kadar  fazla insan vardı ki bekleyen, sahip olmak zordu çünkü, çok zor. Bazıları yıldız zannediyordu pırıltıları, bakıp geçiyorlardı umursamadan. İşleri vardı, sihirli değneğin etrafa saçtığı pırıltılarla uğraşamayacak kadar meşguldüler. Pırıltılar sahipsiz kalıyordu o zaman, hüzünleniyorlardı. Biri onları görsün, biri onları duysun istiyorlardı. Işıkları yakıp kavuruyordu  içlerini. Kurtulmak, çıkmak, kalplere girmek, aşk, sevgi olmak istiyorlardı.
İnsanlar aşkı öğrenmeli, inanmalıydı. Pırıltılar biliyorlardı ki, aşk üstündür  her şeyden. Tüm savaşların tek galibidir. Bırakmalıydı insan kendini aşkın kollarına, gitmeliydi gidebildiği kadar, asla pişmanlık duymadan. Aşk güçlüydü ve günü geldiğinde dünyadaki tüm varlıklar bu gücün karşısında boyun eğeceklerdi. İnsanlar farkına varsın istiyorlardı bu duygunun. Sadece hayallerde değil, gerçekten yaşamak, insanların yanıbaşında durup, ” Biz buradayız! ” demek istiyorlardı haykırarak, oysa hala düşlerdeydiler.
   Şimdi aşk yoktu, hiç bir şey yoktu, olmamıştı hiç. Yalandı bütün okunan romanlar,
şiirler, hepsi masaldı. Masallar bile masaldı, o kadar. Yaşıyordu, tek gerçek de buydu işte. Mutsuz da hissetse, nefes alıyor, düşünüyor gülüyordu. Artık hayallere inanmaktan
da vazgeçmişti. Zaten yoktu ki kendisiyle ilgili bir hayali, olanlar da gerçekleşememişti.
Pembe elbiseleriyle kalmışlardı çok uzaklarda. Artık tek düşüncesi oğluydu, onun  için de
düşlere sarılmaya hiç niyetli değildi. Kendi yaşamı değil ama oğlununki ellerindeydi. Tuhaf bir güç hissediyordu. Bir insanın geleceğini avuçlarında tutmak, ona yön verecek
gücü bulabilmek inanılmaz bir duyguydu. Hele kendi yaşamı bir zamanlar ellerinden kayıp giderken, sadece seyretmekle yetinen biri için. Bu onun ikinci şansıydı.  Herkese ikinci bir şans verileceğine inanmıştı daima ve son fırsatı çok iyi kullanması gerektiğinin bilincindeydi, o sorumluluğu yüreğinin her zerresinde hissediyordu. Evin taksitlerini bir an önce bitirip, oğlunun okulu için biriktirdiği parayı mümkün olduğu kadar kısa sürede çoğaltmalıydı. Gerekirse daha fazla çalışarak, göze almıştı her zorluğu. Sevseydi kocasını, birlikte hazırlasalardı oğullarının geleceğini. Mutlu, huzurlu yaşasalardı. Aşk olsaydı, yoktu. Kabaydı kocası, gülmeyen, ağlamayan, ruhsuz, donuk bir adamdı. Bunaldığı anlarda gözlerine bakmak isterdi. Güç verecek bir ışık arardı küçük de olsa. Bomboştu kocasının gözleri, anlamsız, pırıltısızdı, şefkatle, sevgiyle parlamazdı hiç. Çalışırken çok sıkıldığı anlarda, sıcacık bir sese ihtiyaç duyardı, bir iki tatlı söz, onu rahatlatacak. Eli telefona giderdi kocasının numarasını çevirmek için, vazgeçerdi hemen. Bilirdi onun sesi soğuk, ısıtamaz insanın içini. Güzel sözler söylemezdi. Belki de, istediği halde söyleyemezdi. Çok nadir konuşur, o zaman da kırıcı olurdu, hepsi bu. Evi arardı genç kadın, oğlunun cıvıl cıvıl sesi kulaklarında, her şeyi unuturdu.
    Aşk olsaydı, o gözlerde bulabilseydi aradıklarını. Işıltılarını yakalayıp, saklayabilseydi
kalbinde. İhtiyaç duyduğunda, yalnız bir köşeye çekilip tekrar tekrar baksaydı.
Derinliklerine inip kalabilseydi istediği sürece, belki de sonsuza dek. Kalbine, aynı yere yerleştirseydi yeniden. Yüreğindeki o yer, bir tek o gözlere ait kalsaydı. Başka başka gözlerde değil, yalnız kalbinde, yalnız o gözlerde bulsaydı mutlulukları ve bundan adını bildiği kadar emin olabilseydi. Sadece o sesle hissetseydi sevildiğini, sıcaklığıyla kendinden geçebilseydi. ” Canım! ” diyen o sesle sarhoş olup, sarhoşluğun keyfini keşfetseydi ilk kez. O sesi, o gözleri, o sözleri özleseydi ömrünce, yanındayken bile. Özlemin buruk tadı dudaklarında gezinseydi, anlasaydı özlemenin değerini. İnsanın hasret duyabileceği birine sahip olmasının zevkini, iliklerine çekseydi. Tüm keyifli duygular beyninde, ruhunda, kanında dolaşırken, bir rahatlık sarıverseydi her yanını. Sevilen, aşkı tatmış bir kadının güveniyle, hayatında ilk kez uykuya umutsuzca değil, yarını ümitle bekleyerek dalabilseydi.
   Ne zaman elele yürüyen iki sevgili görse, yüreği kıpır kıpır heyecanla dolardı.  
Avuçlarınde bir el arardı, güçlü, yumuşacık, kocaman ve sımsıcak. Oğlunun mink elini bulurdu elinde. Küçüktü, ürkekti o eller. Sıkıca tutardı hiç bırakmadan, öperdi, koklardı
yanaklarına sürerdi, doyamazdı bir türlü. Bu kocaman gözler, bu küçücük eller, bu  gülümseyen yüz, bir gün birisini sevecekti. Artık ona gülümseyecek, yalnız onu görür olacak, sevgilisinin ellerini arayacak, güzel yüzüne bakacaktı. İşte o gün aşk olacaktı, yaşanacaktı doludizgin, tükenmeden, tüketilmeden. Oğlu tanıyacaktı aşkı, öğrenecekti, duyacaktı kalbinde. Bir aşk çocuğu değildi annesinin hayal ettiği gibi ama yaşayacaktı aşkı. Annesi, hiç bilmediği bir duyguyu oğluna anlatacaktı, hissedecekti onun kalbinde.
   Yaklaşmıştı eve nihayet, başını kaldırıp baktı. Oğlu balkonda yoktu, oysa her akşam
beklerdi anneciğinin yolunu, anneannesinin kucağında ama bu gün yoktu. Boğazı
kurumaya başladı yine, neredeydi  Can, neler olmuştu?  Yoksa o düşündükleri gerçek
miydi !
Birden, oğlunun sesini duydu, penceredeydi, el sallıyordu genç kadına. Sevinçle içeriye  girdi, çikolata erimeden yetiştirmek istiyordu.

   

                                                                      S  O  N




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder