GEZİNTİ
Her
zaman yürüdüğüm caddenin kenarındaki patikaya saptım, kestirmedir diye
düşündüm,
bir an önce eve gitmek
istiyordum çünkü. Hava çok sıcaktı, ayakkabılarım ayaklarımı fena halde
sıkıyordu ve gürültüden bıkmıştım. Yavaş yavaş yürümeye başladım, cadde de
gürültüsü de
uzaklarda kalmıştı
artık. Aynı yerden hemen her gün geçtiğim halde, burayı hiç farketmemiş
olmama şaşırarak
ilerledikçe, kırlarda geziniyor hissine kapılmıştım. Bu alanın hala bozulmadan
böylece kalabilmesi
inanılmazdı, üstelik ana caddeye bu kadar yakınken. Ama çok sürmez,
buraları da inşaatlarla
doldururlardı ve insanlar gelip, küçücük pencerelere, birbirine bakan soluk
renkli duvarlara hapis olup, sonra da, apartman önlerinde bahçeler
düzenlerlerdi. Oysa binaların yapımı için binlerce çiçeğin, ağacın,yeşilliğin
yok edildiği kimsenin aklına gelmezdi nedense.
Manzara
öylesine güzel, her şey o kadar doğaldı ki. Otlar güneşten hafif sararmış,
boyları
neredeyse dizlerine
değecek, aralarından geçerken ayaklarıma dolanıyor, hışırtılı sesler
çıkarıyorlardı. Yeşilden daha çok sarılar, kahverenginin tonları, binlerce renk
sırt sırta yan yana.
Bir çok değişik kır
çiçeğinden sadece gelincik ve papatyayı tanıyabildim. Gelincikler zarif
çiçeklerdir, severim
onları. Küçükken, gelincik tarlaları görmüştüm. Karşıdan, kırmızı halılara
benziyorlardı. Hafif bir
rüzgar esse, hepsi aynı yöne doğru eğilirdi. Koşuşturmuştum aralarında. Ayaklarımın
dibinde bir sürü kırmızı gelincik, ayaklarımda kırmızı rugan ayakkabılarım. Kırmızı
rugan ayakkabılarımla, kimbilir kaç tane kırmızı küçük gelincik ezmiştim
bilmeden! Yazık,
büyüyeceklerdi, gelin
olacaklardı bir gün. Bebekler yapmıştım onlardan, yaprakları açık olanından
bulup, yeşil yapraklarını
da açardım. Siyah tohumunu tepesine yerleştirince, yeşil pelerinli,
kırmızı elbiseli ve
siyah şapkalı bir bebek oluverirdi. Gelincik bebekler salınırdı ortalıkta ama
ömürleri, kelebeklerden bile daha kısaydı, bir kaç
dakika içinde pörsüyüp, solar giderlerdi. O
pelerinli, göz alıcı
elbiseleriyle bir baloya katılıp, rüyalarının prensiyle dans bile edemeden. Sarı
gül ve papatya favori çiçeklerimdi. Sarı gül özeldi, bulamazdınız her yerde. Özel
insanlarla her yerde
karşılaşamayacağınız
gibi. Sıradan değildi sarı gül. Kırmızı, pembe güller etraftaydı. Eğer bir gün,
birisi size sarı güller getirirse, anlardınız o özel bir insandı. Papatyalar çok farklıydı, belki
sıradandı sarı güle göre
ama sade ve masum. Ne zaman bir papatya demeti görsem, gülen çocuk yüzleri
gelirdi aklıma ve içimden gülmek geçerdi alabildiğine.
İşte böyleydi manzara, bir tarafta sarı, beyaz
papatyalar, iddiasız, gösterişsiz ama sevimli. Diğer yanda gelincikler, mutlu
gelinler gibi zarif. Ayrı bir köşede mor çiçekler vardı, onların hemen yanında
eflatunlar, iki rengin armonisini sergilercesine kucak kucağa. Bu kadar güzel
tonda bir
eflatunu hiç
görmemiştim, üstelik çiçekleri de çok ilginçti, uzun sapların üzerinde
yuvarlak, dikenli
değişik bir çiçek. Uzaktan
çok çekici görünüyordu ama yaklaşıp dokunmak istediğinizde, her yanının
dikenlerle dolu olduğunu farkediyordunuz. Karşıda ise, bir öbek halinde kır
çiçekleri vardı, dikensiz ve savunmasız.
Yürümeye devam ettim. Yine, bir bitki çekti
dikkatimi, bilmesem gerçek olduğuna inanamazdım.
Lüks çiçekçi
vitrinlerinde, pahalı çiçeklerin aralarına yerleştirilmek için bekleyen süs
bitkilerine benziyordu. Beyazla, çok açık yeşil arası bir renkte, çiçeksiz, boyları
uzun, sapları kalın ve tırtıllı.
Eğilip dokunduğumda, çok
sert olduğunu farkettim. Onların yanında ise küçük pembe kır çiçekleri, bu sert
gövdeli dostlarının gölgesinde güvenli, rahat, mutlu. Pembe kır çiçeklerini kadınlara
benzettim. Çiçekler, gölgesinde yaşadıkları iri gövdeli bitkilere
güveniyorlardı, belliydi.
Oysa kadınlar, onlar
kadar talihli değildi. Çoğu, hayatını güvenebileceği bir erkeğin hayaliyle
dolduruyordu fakat
nedense, hayalleri gerçekleşmiyordu çoğu zaman. Ne kadar güzel, kendinden
emin, zengin olsalar da,
ağladıklarında hep bir erkeğin omuzlarında dindirmek isterlerdi gözyaşlarını. Sert
gibi görünen ama yaşlarını sildiğinde, yumuşaklıklarını hissedecekleri ellere
ihtiyaç duyarlardı. Sadece
güvenilir omuzlar ve eller de yetmezdi. Aynı zamanda zeki, yakışıklı,
kültürlü, karizmatik de
olmalıydı bu erkek. Maddi durumunun iyi olması da şarttı elbette. Zordu
işleri. Pembe kır
çiçekleri kesinlikle onlardan daha huzurluydular. Belki de, çiçekler azla
yetinip mutlu olmayı biliyorlardı.Tüm yaşamları, bahar geldiğinde hayata
katılıp, rüzgarla dans etmekti.
Sevinçliydiler, tanıdıkları
tek gerçek buydu çünkü. Yaşamalıydılar ümitle dolu. Ne sarı gülün
farklılığında, ne papatyaların masumiyetinde gözleri yoktu.
Biraz durup, otların rüzgarla beraber hafif
hafif dalgalanmalarını seyrettim. Bir kaç geri adım atıp, bu doğal resime
uzaktan bakmak istedim, böyle çok daha güzeldi. Yeşilli, sarılı, kahverengili
upuzun
otlar, hep birlikte sağa
doğru hareketleniyorlardı. Olabildiğince fazla alanı görebilmek için gözlerimi
ayarlamaya çalıştım. Şimdi sadece onları izliyordum, gökyüzü bile görünmüyordu.
Müthişti, sanki birisi yönetiyordu bu gösteriyi. Yeşilli, sarılı, kahverengili
otlar bir orkestra şefinin hareketleriyle, müzikle birlikte, aynı ritimle
salınıyor gibiydiler, mükemmel bir uyumdu. O anda yanımda olmasını istediğim
tek şey bir fotoğraf makinesiydi ama yoktu ne yazık ki. Hem bu bir resimdi
zaten başlı başına, resmi resimlemek olmazdı.
Bütün çiçekler sanki
rengarenk giyinmiş balerinlerdi. Uçuşuyorlardı elele, gönüllerince. İçimden
hepsini birer birer
toplayıp eve götürmek geçti kucaklar dolusu. Oysa, çiçek koparmayı sevmeyen
biriydim. Öylesine
güzeldiler ki, bırakıp gidemiyordum onları. Götürmek, odamı renklendirmek
istiyordum. Engel oldum
bu arzuma hemen, vazodaki hallerini gözümün önüne getirdim, mutsuz,
cansız, neşesizdiler. Olmazdı,
yazıktı, kıyılmazdı.
İşte yine, bir başka çiçek topluluğu
önümdeydi. Beyaz çiçekler, bembeyaz. Diğerlerinden daha saf sanki, beyaz olduğu
için mi! Neden hiç siyah çiçek yoktur? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim,
hemen orada aklıma
geldi. Niye her renk vardı da, siyah yoktu! Çiçeklere yakışmadığından mı
acaba! Belki de vardı bir yerlerde bizim
bilmediğimiz. Tabii “ Siyah Lale ” diye
bir roman
okumuştum. Hayır, ne
lalelere, ne de diğerlerine uymazdı siyahlar. Severdim siyahı, yakışırdı bana
da ama çiçeklere değil. Renkli renkli olmalıydılar onlar, kırmızılı, sarılı, pembeli.
Öyle güzeldiler, öyle alışmıştım ben onlara, öyle sevmiştim.
Bu kadar çeşitli çiçeğin ekilmeden, hiç
sulanmadan, bakılmadan büyüyebilmesi nasıl bir
mucizeydi. Ama yağmur
yardım etmiştir onlara, sonbaharda, kış boyunca sulamıştır onları,
büyütmüştür toprağın
altında. İlkbahar gelince, küçük başlarını biraz çekinerek çıkarıp, gökyüzüne
doğru bakmışlardır. Güneşi
aramışlardır, gülümsemesini beklemişlerdir. Gözleri buluştuğunda
anlamışlardır, vakit
tamamdır artık. Yaz boyunca süreceklerdir yaşamın keyfini, öğreneceklerdir
hüznünü, vakti
gelmiştir.
Yol
boyunca küçük tepecikler oluşmuştu. Birinin üzerine oturdum, oturur oturmaz da
ne kadar yorulduğumu anladım. Cadde çok aşağılarda kalmıştı artık. Oturduğum
yerden kuşbakışı
seyrediyordum her şeyi. Ne
çok araba vardı, gidiyorlar, geliyorlar, insanlar küçülmüş, yine telaşlılar. Tuhaf,
hiç biri hemen yakınlarındaki güzelliklerin farkında bile değiller, sanki ben
farketmiş miydim
bu güne kadar. Her zaman
aynı yoldan gidip geldiğim halde, bir kere bile başımı çevirmemiş,
gözümü kaldırıp
bakmamıştım buralara. Aslında o kadar uzaklarda da değiller .Eğer bir kez
başımı
çevirseymişim, bir
kerecik gözümü kaldırsaymışım görecekmişim yeşilli, sarılı, kahverengili
otları, renk renk kır çiçeklerini. Oysa bu gün, sırf kısa bir yol bulmak için
kendime, girivermiştim o küçük patikaya, sonra ilerlemiştim o küçük
patikada. Ben ilerlerken küçük patika
büyümüş büyümüş bir kır, hatta bir bahçe oluvermişti ve ben o bahçede kaybolmak
istemiştim.
Oturuyordum hala, ne
sıcak, ne de sızlayıp duran ayaklarım umurumda değildi. Nasıl da susamıştım, şimdi
buz gibi bir şişe su olsaydı, bir de sigara. Pek kullanmadığım halde canım
istemişti, bir nefes çekseydim, dumanını da savursaydım göklere doğru. Ama ya o
yeşilli, sarılı, kahverengili otlar,
ya o renk renk kır
çiçekleri ,onların tertemiz havaları kirlenmez miydi! Allah kahretsin şu arabaları, şu renk renk
arabalar, bu renk renk kır çiçeklerinin havalarını kirletiyorlar yeterince, mis
kokularını bozuyorlar yeterince.
Uzaktan apartmanlar
görünüyordu, bizim evi bile seçebiliyordum. Belki de, evimin balkonuna çıksam
görürdüm buraları, görmemiştim oysa. Balkona çıkmıştım binlerce kez fakat görmemiştim,
bakmamıştım ki, tıpkı
diğer evlerde oturanlar gibi .Etrafta benden başka kimseler yoktu.
Bu küçük tepenin
üzerinde, bu yeşilli, sarılı, kahverengili otların, renk renk kır çiçeklerinin
arasında
yalnızdım, yapayalnız. Sadece
ben ve onlar, sadece onlar ve ben. Ne güzeldi yalnızlık, ne sonsuzdu. İlk defa
şimdi, tepenin üzerinde otururken anlıyordum yalnızlığın güzelliğini. Oysa
insanların yüzyıllardır en büyük korkularından biriydi yalnız olmak. Hala, yıllar
geçip her şey değişirken bile
değişmeyen tek duyguydu.
Kalabalıkların, gürültülerin içinde bile hissedilebilen tuhaf bir histi. Şikayet
ederdik ama bazan da yalnız kalabilmek için elimizden gelen her şeyi yapmaz
mıydık. Hem istenen, hem nefret edilen başka his gelmiyordu aklıma. İnsanlar
paylaşmak için vardılar her şeyi, en çok da sevgiyi, tek başına ne
paylaşılabilirdi ki! Kadınlar yalnızdılar ama istemiyorlardı bunu hiç. Erkekler
yalnızdılar ama hoşlanmıyorlardı bundan.
Birlikte olmalı öyleyse, birlikte yaşamalı, sevmeli, ağlamalı, gülmeli, beraber
yaşlanmalı.
Yine de güzeldi
yalnızlık burada otururken. Temiz hava, çiçekler, otlar arasında yalnız mıydım
ben, ya bu saydıklarım. Her şeyin bir ruhu, bir sahibi vardı, benim de, onların
da.
Yanıbaşımda uzanan
çiçeklerin kokusunu duyuyordum, kötüydü. Çiçek kokusu güzel olur ama değildi
bunlar işte, Kötü kötü kokuyordu, tuhaf, ekşimsi bir koku. Oysa görünüşleri ne
hoştu. Böyle
güzel çiçeklerin, bu
kadar kötü kokuları olsun, hayır şaşırmadım hiç, insanlar gibiydiler çünkü.
Şatafatlı dış
görünüşlerin altında saklanan kötü kalpler gibi. Kötü kokular ve kötü kalpler
bozamazdı yeşilli, sarılı, kahverengili otların, renk renk çiçeklerin
güzelliklerini, hiç bir şey bozamazdı. Onlar balerinlerdi rengarenk giyinmiş, dansediyorlardı.
Onlar orkestraydı, mükemmel uyumu yakalamış. Bir müzik vardı, hissediyordum, yavaş
sesli bir müzikti. O müzik rüzgarı estiriyor, rüzgar, yeşilli, sarılı, kahverengili
otların başlarını eğdiriyor, renk renk kır çiçeklerini, rengarenk giyinmiş
balerinleri selamlatıyordu.
Bir kelebek belirdi başımın üzerinde. Uçuyor,
nereye konmak istediğine karar veremiyordu.
Mutluydu kelebek, renk
renk kır çiçekleri vardı çünkü. Beyazdı kelebek, kanatlarında hiç süsü yoktu, tıpkı
ilerideki beyaz kır çiçekleri gibi parlıyordu pırıl pırıl. Sonra birden gidiverdi,
kayboldu ortalıklardan. Ben de gitmeliydim, buradan bile görebildiğim evime
gitmeliydim. Üstümdekileri çıkarıp, rahat bir şeyler giyer, dinlenirdim biraz. Sonra
balkon çıkar, bakınırdım uzaklara doğru,
görebilirdim yeşilli, sarılı,
kahverengili otları, renk renk kır çiçeklerini, kokularını duyardım. Şu güzel çiçeğin
kokusunu da alabilirdim. Kötüydü ama olsun, çiçeğin kokusuydu yine de, onunla
bütünleşmişti. Çiçek seviyordu kokusunu kötü de olsa. Hem daha güzel koksaydı,
insanlar koparırlardı onu, ayırırlardı toprağından. Hem o kadar güzel olup, hem
de mis koksaydı mutlu
olamazdı. Bir vazonun
içinde saplarının yarısı suda, beklerdi solmayı, beklerdi çöpe atılmayı.
Oysa şimdi, kökleri
toprağında huzurlu, kendi yağmurun, güneşin altında sevinçli. Varsın
kötü koksundu ne çıkar. Bazı
zamanlar kıskanırdı güzel kokulu diğer çiçekleri ama düşününce
de haline sevinirdi. Güzeldi
ötekiler kadar, hatta onlardan bile daha güzeldi, biliyordu bunu.
Tekrar göründü kelebek. Gelip
kötü kokulu güzel çiçeğin üzerinde uçmaya başladı. Her yerine
kondu tek tek, yapraklarında
dolaştı. Sevmişti çiçeğin kokusunu, o kadar çiçeğin arasından onu seçmişti, mutluydu
çiçek.
Çiçek mutluydu, kelebek
mutluydu, ben mutluydum. Sonra gitti kelebek yine. Ben de gitmeliydim.
Uzaktan seçebildiğim
evime gitmeli, dinlenmeliydim biraz. Derken, çıkardım balkona, bakardım
buralara, hissederdim. Görürdüm yeşilli, sarılı, kahverengili otları, renk renk
kır çiçeklerini. Kokularını çekerdim içime, kötü kokulu güzel çiçeğinkini de. Kelebek
sevmişti ,ben de severdim. Kelebek mutlu, çiçek mutlu, ben mutlu.
S
O N
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder