( ÖYKÜM BİGMASTERPARK.COM INTERNET SİTESİNDE YAYINDADIR )
http://www.bigmasterpark.com/?Syf=18&Hbr=378134&/Soytar%C4%B1---Ayt%C3%BCl-Bing%C3%B6l
Kral’ın soyatrısı! Pek küçümseyici bakışlara
hedef olan bir kelimeyi, başka bir kelime böylesi şatafatlı hale nasıl
büründürebilirdi! Nerelerden bulurdu o gücü! Gerçi, sarayda, başına kral
eklenen her lafın, aniden safir taşlarla bezeli mücevherler gibi ışıldadığı su
götürmez bir gerçekti. Kral’ın heybeti, serveti, gücü kadar ismi de, elmas bir
anahtardı tüm sihirli kapıları ardına kadar açan.
Soytarı genç bir kızdı. Lakin bir tek, ona
sanatının bütün inceliklerini öğreten ustası bilirdi sırrını. Saraydaki şanının
alıp yürümesinin en büyük sebebi, her dertlendiğinde onu yanında isteyen kralın
yüzünde nadir görülebilen gülümsemelerdi. Kız uzun saçlarını bir külahın altına
saklayıp, hep erkek kıyafetleriyle etrafta dolaştığından, yeni yetme bir oğlan
sanırlardı onu. Krala yakınlığını çekemeyenlerle, saraydaki türlü çeşit dalavereyle
uğraştığı yetmezmiş gibi, bir de onu yakışıklı bir delikanlı zannedip, gün boyu
peşinde koşturan saray kızlarının cilvelerine muhatap olmasına rağmen, mutluydu
yine de. Tek özlediği, köyünün tan vakitlerindeki hafif sisli dağlarında
salınan nar çiçeği kırmızısı yabani çiçeklerdi.
Gözleri ilk kez o renkle buluştuğundandı
belki en çok nar çiçeği kırmızısını sevmesi.
Daha bebekken, annesinin kucağında pencereden dışarıya bakmıştı da, önce
uçuk mavi parlak gökyüzünü görmüş, sonra bulutların ona pek komik gelen
biçimlerini seçmişti. Ağaçlara da bakmıştı, füme sislere de. Ve o sislerin
içinden heybetlice yükselen dağlara, dağlardaki, o mevsim açma vakitleri olan
yabani çiçeklere takılmıştı gözleri. Tabiatın bağrına yaslanma vaktiydi
çiçekler için. Ne maviler, ne yeşilin hercaisi, ne de beyaz masumiyet. Sadece
yabani çiçeklerin rengi büyülemişti bebeği. Büyüdüğünde de, elbiselerini hep o
tonlardan seçmiş, kendini onlara benzetmeyi hep sevmişti.
Şimdi bu
sarayda, onlarca farklı pencereden bakıyordu da dağlara, o çiçekleri de, nar
çiçeği kırmızısının neşeli halini de göremiyordu. Çocuklu, çiçekler, renkler
hatta dağlar bile uzaklardaydı artık. Alışıktı gözleri, özlemi ondandı. Belki
de özlemek, alışkanlıkların bir sonucuydu. Alışkanlıklar bağlanmanın, bağlanmak
sadakatin, sadakat özverinin. İnsanoğlunun bütün duyguları, bir başka duygunun
içine sığınmış gibiydi. İç içe geçmiş minik kutulardı onlar, gizemliydiler.
Ona, sade, huzurlu hayatını, ailesini
terkettiren o sızı, yüreğini yakıp durmuştu aylarca. Bir ad koyamamış,
manalandıramamıştı bu hissi. Ama öyle çok alışmıştı ki o yabancı sızıya, bir an
duyumsamasa, kendini garip hisseder olmuştu. Sanki o sızı ayrılsa bedeninden,
yapayalnız kalacaktı. Hem büyük bir acı, hem muhteşem bir güç buluyordu bu duyguda.
Her şeyi göze alabilecek bir cesarete kavuşmuştu genç kız. Ve her şeyi göze
alabildiği için de, şimdi bu saraydaydı.
Tarifi yoktu
sızısının. Hiç yorulmaksızın tüm vücudunda dolaşır, kanına kadar karışırdı.
Zihnini, ruhunu, cismini esir ederdi kendine. Her şeyi yaptırır, her yere
götürür, her sözü söyletirdi. Korkuyu silerken gözlerinden, dimağını dinmez
endişelere boğardı. Sonsuz bir şefkati her an yeniden akıtırdı kalbine. Bazı
gün fazlasıyla bencillik verir avuçlarına, bazı gün hapsini geri alıp giderdi.
Ummadığı vakitlerde, saç diplerinde hissettiği kıskançlık yavaşça silinir,
yerini affetmenin yüceliğine bırakırdı, hemen yanında kabullenmenin rehavetiyle
beraber. Kimi kez, yüreğini binlerce küçük hançer yarasıyla usul usul kanatır,
kimi zaman, hasretin yaralı figanlarıyla, gırtlağını sessiz iniltilere yar
eylerdi.
Hiç sebepsiz
mesut saatler de sunardı genç kıza, acılarla gezindiği günler de sererdi önüne.
Bir sabah erkenden uyanır, güneşin mahmur ışıklarıyla binbir umut yakalarken
gönlünde, aynı sabahın akşamında, aynı güneş elveda dediğinde, bütün gün
birlikte olduğu çimen rengi umutları, umutsuz bir aşkın peşinde sürüklenen,
uzun tülden eteklere takılıp giderlerdi.
Güçler de,
güçsüzlükler de, hepsi birarada o sızın avuçlarındaydı. Canının istediği gibi
kullanıyordu onları. Bir çocuğun oyuncaklarıyla oynadığı anlardaki zevkle
oynuyorduherbiriyle teker teker. Öyle keyifli hale geliyordu ki bu oyun bazı
zamanlarda, sızı kendi acılarını bile unutuyordu.
Son günlerdeki en büyük meşguliyeti, kralın
soytarısının kalbine akıttığı çaresiz damlalardı. Sanki sızının ondaki
yansıması başkalarından daha fazlaydı. Soytarının acısını kabullenişi cesurdu
ve özgür, her şeyden bağımsız.
Arada bir
soytarı saklı gözyaşları dökerdi. Yalnızca sızı görürdü onları çünkü o hep
yakındı soytarıya. En yakınında, yüreğindeydi. Sızı kralın soytarısının
yüreğinde, kendini başka hiç bir yerde olmadığı kadar sonsuz hissederdi, arınmış,
güvenli, sıcak bir durakta beklermişcesine. Soytarı ve sızısı, ruhları yanyana,
bakışları tanımadıkları ufuklarda, nereye varacaklarını kestiremedikleri upuzun
bir yolda yürüyorlardı.
Kral’ın soytarısı, yabani çiçeklerin arasında, kralın yumuşak
griliğiyle ilk karşılaştığından beri bu haldeydi.
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder