DENİZ MASALI
“Adını denizlerden aldım.” derdi annesi. Bunu söylerken, elindeki işini
bırakır, oturduğu divanın üzerinde, pencereden görünen maviliklere bakardı.
Kışsa, gri bulut kümeleri gezinirdi denizin üzerinde, yazsa, eflatun gölgeler. Ama her mevsimde, suskun bir elemin
gizi belli olurdu. “Ah !” diyerek iç geçirirdi annesi denizi seyrettiği
vakitler, “Gözlerin de masmavi olsa, ne vardı !” Deniz bu sözü her duyduğunda,
duvarda asılı aynaya kayan bakışlarıyla, iri, siyah gözlerine bakardı uzun
uzun. Şu aynanın arkasında saklanan sihirli bir değnek çıksaydı da ortaya
keşke, gözlerini, tıpkı annesinin istediği gibi, mavi renge boyayıverseydi. O
zaman belki mutlu olurdu kadıncağız. Ama bilirdi genç kız bunun gereçeğe
dönüşmeyeceğini. Çocukluğundan beri, hep bunu düşlemiş, hep o aynaya bakıp,
beklemişti. Beklemişti de, beklemenin huzuru sızıvermişti yüreğine.
Bu ufak ege kasabasında doğmuştu Deniz. Küçüklüğünü, Ege’nin sımsıcak
koynunda, onun tatlı tatlı esip duran rüzgarını, güleryüzlü güneşini
kucaklayarak geçirmişti. Annesi gibi,
o da sevmişti adını aldığı denizleri.
Sonsuzluklarını sevmişti. Durgunluklarını da, öfkeyle kabarmalarını da
sevmişti. Fakat, en çok renklerine, deniz mavilerine vurgundu gönlü.
Kasabaları zamanla turistik bir yere dönüştüğünde, Deniz yazları iple
çeker olmuş, o kalabalığı, neşeyi, cıvıltıyı özlemişti, kendi yalnızlığı içinde
akıp giden kış gecelerinde.
Kış bitip de, beyaz kürkünü
üzerinden sıyırıp attığında, ama hala beyazların verdiği masumiyete sahipken,
tüm evlere boydan boya bir neşe yayılırdı. Sanki etraf, o sarsıcı
hüzünden silkinerek uyanır, soluk
beyazlardan, pembelere uzanan bir renk yelpazesine
bürünürdü. Değişen havalarla
birlikte, solgun kasabaları birdenbire, rengarenk bir masal diyarına dönüşürdü.
Baharın geldiği, kasabanın kadınlarından anlaşılırdı en önce. Koyu renkli
kıyafetlerini çıkarır, allı güllü basma elbiseler giyerlerdi çoğu. Yemenileri
bile, rengarenk oluverirdi. Hepsinin yüzlerine tatlı bir kırmızılık yayılır,
dillerinde hep oynak türküler dolanıp dururdu. Üstelik hepsi de, pek
hamaratlaşırlardı baharla beraber. Evlerde önce badanalar, ardından baştan
başa, günlerce süren temizlikler yapılırdı. Bahçelere gerilmiş iplere asılan
sakız misali çamaşırların, insanın genzini hafifçe yakan kokuları, yavaş yavaş
canlanmaya başlayan toprak kokusuna karışıp, tüm kasaba için taze bir
başlangıcın müjdecisi olurdu. Yalnız hanımlarla sınırlı kalmazdı bu
başkalaşım. Çocuklar da, cıvıltılı yeşilliklerin coşkusuna kaptırırlardı
kendilerini. Henüz, hayatın sorumlulukları binmemişken sırtlarına,
gamsız mutlulukların yollarında,
sabahlardan akşamlara kadar koştururlardı. Bahar bu
kasabaya başka türlü gelir, başka
türlü yakışırdı. Kışın mahsunluğundan sıyrılan sokakların her köşesi, bayram
günlerinin bildik sevincine bürünüp, öyle karşılarlardı yeni mevsimi.
Bu değişim öylesine ani olurdu ki,
küçük kız bir sabah uyandığında, gördükleri karşısında ellerini çırparak zıplardı olduğu
yerde. Ağaçlar yeşillenmiş, her yan türlü çiçekle kaplanmış, hava şerbet
kıvamlı, minik serçelerin dudaklarında şarkılar, meyvalar dallarında
beklemekteyken, Deniz’in keyfine diyecek olmaz, atardı kendini sokaklara.
Küçükken, gözüne sonsuz görünen
sokaklarda gezip dolaşmaya bayılırdı. Çarşının girişindeki şekerci,
favorileri arasında olmuştu her
zaman. Dakikalarca cama yapışır, ebruli kristal parçaları gibi parlayan
akideleri seyre dalardı. Şekerci amca, içeriden el edip, onu yanına çağırıncaya
kadar da sürdürürdü bunu. Sonra, adamın avucuna bıraktığı, çok sevdiği tarçınlı
akideleri yiye yiye devam ederdi yoluna. Ara sokakların birinde dükkanı olan
yaşlı bakırcı ustasına da uğrardı mutlaka. Bakırı döven çekicin çok hoşuna
giden biteviye sesi eşliğinde, yaşlı ustanın anlattığı hikayeleri dinlerken,
gözlerinde kaçamak bir mutluluğun izleri belirirdi.
Büyüdü Deniz yıllarla beraber. Ama,
dilindeki tarçınlı akidelerin tadı da, hayallerindeki masalların canlılığı da,
gezdiği sokakların biçare uğultuları da,
hep aynı kaldı.
Yazın gelip dayanmasıya kapıya, kasabalarına
akın eden, konuşmalarını anlamadığı yabancıların yaşamları onu kendi içine
çekmiş, onların yaşadıkları yerleri, başka
ülkeleri, dünyayı merak etmeye başlamıştı. Kendilerinden farklı, yeryüzünde
yaşayan pek çok insanın varlığını,
öğrenmek şaşırtmıştı küçük kızı.
O, dünyayı kendi evinden, en çok , kasabasından ibaret sanırdı çünkü. Acaba
nasıldı onların hayatları? Yaşı
ilerledikçe, değişik insanların, değişik hayatları daha da çok ilgisini çekmeye
başladığında, bunları öğrenebileceği tek adrese, kitaplara yöneldi. Kendini
okumaya vermek, yıdızlarla kaplı bir denizde yüzmek gibiydi.
Ruhunu orada bırakıyordu rahatça,
benliğinden sıyrılıp, özgürlüğü tadıyordu. Yüzmeyi ne kadar sevdiyse, kitapları
da sevdi o kadar. Şiirlere kapıldı ilkin, büyülü mısraların, büyülü kokularını
duyumsadı. Ardından öykülerin satırları arasında yaptığı zevk dolu yolculuklar
çeldi aklını. En nihayetinde romanlarla tanıştığında, diğerleri yitirdiler bir
anda önemlerini. Okuduğu her bir romanda, farklı karakterler ve onların hissettikleri,
onu oradan oraya, kederden sevince, ümitsizliğin ortasından, umut kıyılarına,
gerçeklerin beyazlığından, düşlerin rengine, ışıklardan, gölgelere doğru
sürükleyip dururken, o romanların yazarları, gözünde yüceldiler günden güne ve
ebedi sonsuzluğun içindeki yerlerinde, heybetlerinin
arasına karışan hicran
zerrecikleriyle kalakaldılar.
Öğretmeninden alıyordu Deniz
kitapların çoğunu. Öğretmen, bu küçük kasabada, okuma meraklısı bir öğrenci
bulmuş olmanın hazzıyla, durmadan yeni kitaplar getirtiyordu şehirden.
O ise, gece yarılarına varana kadar
ve gözlerinin artık acıdığını
hissedinceye dek bırakamıyordu elinden
hiçbirini. Okullar tatil olduğunda, sabahları, turistlere satış yapmaya
başlamıştı. Annesinin el emeği boncuk kolyelerle, babaannesinin ördüğü patik,
lif gibi şeyleri doldurup bir sepete, satıyordu kasabanın çarşısında. Bu şirin
kızı çok seven yabancılar, öğleye kalmadan
bitiriyorlardı elindekileri. Kendince iyi de para kazanıyordu. Birazını
ayırıp kendisi için, annesine veriyordu
kalanını da. Parasını biriktirmek istiyordu. Kimbilir, belki bir gün
gerekirdi. Belki bir gün, onun da, limon sarısı düşlerinin peşinden koşma vakti
gelirdi.
Öğleden sonraları, kitaplarına
dalardı yine. Kızın bu merakı, annesiyle, babaannesini pek şaşırtır, “Okuyacak
bu kız, belli.” diye konuşurlardı aralarında.
Gerçekten de okumuştu Deniz, geçen
yıl bitirmişti liseyi. Üniversite sınavlarına giremedi, kazansa da,
gönderemezlerdi zaten. Babasının işleri bozulmuş, bakkal dükkanını kapatmıştı.
“Yeter, “ demişti annesi, “ liseyi
bitirdin ya, daha ne! “ Babaannesi de sık sık, “Eveririz artık kızı!” der
olmuştu. Bunu duymak bile ürpertiyordu genç kızı baştan başa. Evlenmek,
annesinin, babaannesinin yaşadıkları hayatın bir benzerini yaşamak istemiyordu
o. Hayalleri vardı. Hep kurduğu, hayatını anlamlandıran, çekilir hale getiren
gökkuşağı renkli düşlere sahipti Deniz. Çok da olağanüstü bir durum değildi bu
aslında, her genç kız kurardı hayal.
Fakat, onunkiler farklıydı
diğerlerinden. Ne beyaz gelinlik, ne beyaz atlı prens süslemişti düşlerini.
Başka türlü bir rüzgara kapılmıştı genç kız. Belki de, denizlerden gelen bir
rüzgardı bu, açıktan, koyu mavilere
kadar uzanan, kokusu, başka hiç bir şeyde bulunamayan bir rüzgar. Yazma tutkusu
önce, annesinin, hep mavi olmasını istediği kara gözlerine yerleşmişti.
Kalmıştı orada bir zaman, etrafı incelemiş, insanları gözlemlemiş, yaşanan
hayatları bir bir almıştı hafızasına. Sonra, o farkında bile olmadan, tüm
biriktirdikleri gözlerinden kalbine doğru usul usul akıp gitmişti.
“İyi bir yazar olabilirsin.”
demişti öğretmeni bir gün. Kompozisyonunu tahtanın önünde okuyup, henüz
sırasına oturmuştu Deniz. Duyduğu bu cümlenin her harfi, simden birer ok
olup, saplandılar her bir yerine ve
bir daha da, hiç çıkmadılar yerlerinden. Yine aynı öğretmeninin desteğiyle
katıldığı, liseler arası kompozisyon yarışmasında birinci olduğu haberini
duyduğunda bile, simli oklar hala yerlerinde duruyorlardı. Lisede düzenlenen
törenle,
müdürün elinden aldığı bilgisayar,
o günden sonra, genç kızın içindeki tutku dolu duyarlılığı aktardığı arkadaşı olacaktı. Annesi, babası ve
babaannesi de varlardı törende. Gözlerinde beklenmedik bir gururun silik
ışıkları parlıyordu. Yaşlı babaanne, kompozisyonun ne anlama geldiğini dahi
anlayamasa da, torununun birinciliği mutlu etmişti onu. Konu komşuya hep bundan
bahsetmişti günlerce. Deniz’in tek hissettiği ise, kendine güven duygusuydu.
Törenin yapıldığı akşam, odasına başka türlü girdi. Yatağına, dolabına, çalışma
masasına bambaşka gözlerle baktı. Sonra, kararlı adımlarla, kitaplığın rafına
uzanıp, bir tomar saman kağıdı aldı .
Nicedir uğraştığı ama bir türlü bitiremediği romanlarıydı bunlar. Önce, ara ara
karıştırarak göz attı yazdıklarına. Gülümserken, yüzünde, belirgin bir zaferin,
şeffaf renkleri dolandı. Vermişti kararını, ikisini de yeniden elden geçirip, tamamlayacaktı. Bu
kararını gerçeğe dönüştürme sürecinde, odasında, bilgisayarıyla başbaşa uzun
zamanlar geçirdi. Aylar geldi geçti, mevsimler değişti. Parmakları,
bilgisayarın yumuşak tuşlarına, gözleri ekranın beyazımsı ışığına alıştılar
yavaş yavaş. İçinden dolup taşan benliği ise, yazmanın bitip tükenmeyen
dehlizlerine kapılıp gitmişti çoktan. İçinden dolup taşan her şeyi kağıtlara
döküp, bilgisayarını kapattığında, biraz
zayıflamış, rengi bir parça solgunlaşmıştı. Ama, kara gözlerinde, tüm bunlara
zıt, öyle parıltılı bakışlar vardı ki, şaşırtıyordu görenleri. Kızının haline
pek üzülen annesi, “Odasına kapanıyor bütün gün!” diye, şikayetleniyordu
kocasına. “Hasta falan olmasın da!” diyerek
de evham ediyordu. Adamdan da, her
defasında umursamaz bir tavırla aynı cevabı alıyordu;
_Ne hastası canım !
Kayınvalidesinin, hep söyleyip
durduğu sözler, bir kez daha dökülüyordu ağzından;
_Evermek lazım artık bu kızı.
Deniz yazdıklarını nasıl
bastırabileceğini bilmiyordu. Ne akıl vereni vardı yanında, ne de elinde
imkan.Tek bildiği, bu küçük kasabada hayallerine ulaşabilmesinin
imkansızlığıydı.
Büyük şehire gitme fikri de, tam o
vakitler düşüverdi aklına. Çoktu şehrin olanakları, ağaçlardaki yapraklar,
denizlerdeki sular kadar da sonsuz. Hem belki, üniversiteye de
gidebilirdi. Olmazsa, bir iş
bulurdu kendine, kitaplarını yayınlatırdı. Her şey büyük şehirdeydi artık. Ün,
başarı, para, belki de bunların hepsi, orada bir yerlerde bekliyorlardı onu.
Her ne
olursa olsun, denemeliydi. Sonradan
pişmanlık duymaktan daha iyiyidi bir adım atmak.
Başarılı bir romancı olarak
dönseydi kasabasına yıllar sonra, fena mı olurdu! Kompozisyon yarışmasında birincilik aldığında,
nasıl da duyulmuştu ismi her yerde. Hem, koskoca ülkede
tanınan bir yazar olursa, kitapları
dolaşırsa elden ele, kasabasının gurur
kaynağı da olurdu mutlaka. Daha önce, böyle hiç kimse çıkmamıştı ki o civardan.
Hep erkekler mi alacaklardı
ellerine şu başarı denen billur
vazoyu. Onun da hakkıydı bu, eğer yazabilme yeteneğine sahipse, hakkıydı.
Vazgeçmeyecekti o billur vazoyu elde etme sevdasından ve tutcaktı avuçlarında
günün birinde.
Bazen kuytu bir köşeye çekilip,
dalardı böylesi düşüncelere. Bu kuytu köşeler de, ya yatağının üstü, ya da
yukarı katın ahşap korkuluklu balkonuydu. Sabah güneşi alan balkon, hafif bir
serinlikle karışan hanımeli kokularıyla dolardı öğleden sonraları.Yerdeki eski
kilimin üzerine bağdaş kurar, elleri, kilimin yer yer dökülmüş yünlerinde,
gözleriyle ufukları dolaşırdı. Düşlerini etraflıca tartıp biçmek, hep mutlu
ederdi onu. Çok ünlü ve romanları çok satan biri olarak döndüğünde kasabasına,
okul yaptıracaktı. Belki de bir hastahane, henüz tam olarak bir karara varmış
değildi. Herkes ondan bahsedecek, kasabanın çocukları onu örnek alacaklardı
kendilerine, adı dillerde saygıyla dolaşacaktı.
Tüm düşlerini korkusuzca kurup,
içinde yaşamayı en çok sevdiği yer ise, ne odası, ne de, ahşap korkuluklu
balkondu. Kasabanın girişinde, kimselerin bilmediği, gözlerden uzak bir yeri
vardı genç kızın. Sanki, çok sevdiği ağaçlar biraraya gelmişler de, onun için
saklamışlardı orasını. Asırlık gövdeleriyle çevreleyip, ürkek yapraklarıyla
sarmalamışlardı. Yarım saatlik bir yürüyüşle buraya ulaştığında, kendini her
şeyden korunmuş, uzaklaşmış hissederdi. Çimenlerde çıplak ayaklarıyla gezinir,
canı isteyince denizin müzikal sesine kulak verip, maviliklerdeki dinginliğe
bırakırdı gözlerini. Çocukken, tesadüfen keşfettiği bu gizli yer, onun sığınağı
olmuştu.
Yine bir bahar vakti ve tam da
avarelik zamanıydı. Evdeki temizlik telaşından kaçan küçük kız, vurmuştu her
zamanki gibi kendini sokaklara. Yürümeye alışkın küçük ayakları, bu kez onu,
kasabanın biraz dışına kadar sürüklemişlerdi. Yorgunluğunu hissetti ilk kez.
Oturacak bir köşe ararken, ilerideki ağaç kümesinin sessiz fısıltıları geldi
kulağına. Doğanın her türlü sesine duyarlı olan kulakları, yüzlerce yaprağın
çıkardığı hışırtıyı da farketmişlerdi. O bunu, ağaçların kendi aralarında
yaptıkları sohbetler diye adlandırıyordu. Küçük kıza göre, tabiatın her
parçasının, haberleşme yöntemi vardı. Çiçekler muhteşem kokularını bırakırlardı
övünerek. Denizler köpüklü dalgalarla
taşarlardı. Çimenler hafifçe salınırlardı edalı gelinler gibi.
Ağaç kümesine doğru yürüyüp,
aralarına girdiğinde, harika bir manzara nefesini kesiverdi bir anda. Anladı
ağaçların biraraya gelişlerinin sebebini, bu güzelliği gözlerden gizlemek
istiyorlardı. Ama o bulmuştu işte, belki de küçük kızı çağıran ağaçların ta
kendileriydi. Evet, fısıltıları bir davetti. Bu düşünce sevinçle doldurdu
kalbini. Lacivert gölgeli denize, yeşilin her tonunu gözlerinin önüne seren
çimenlere, çiçeklere baktı tekrar. Başını göklere kaldırıp, teşekkür etti ulu
ağaçlara. Yere oturdu, yumuşacıktı toprak. Kırışıksız bir çarşaf gibi karşısında
uzanan denizin, kıpırtısız haline kaptırdı ruhunu. Artık burasının, hayatında
çok önemli bir yere sahip olacağını hissetti, bir histi bu sadece.
Küçükken de yalnızdı şimdiki gibi. Ne zaman
içi sıkılsa sığınağına koşar, çoğu kez saatlerce kalır, orada olmak uğruna,
annesinden okkalı bir azar işitmeye bile razı gelirdi. Hatta, öyle günler vardı
ki, akşam olduğunu bile farkedemez, ancak güneşin ışığının uzaklara
yollanmasıyla, saatlerin geçtiğini anlardı. Sığınağı tek dostuydu Deniz’in uzun
yıllardır. Sırlarını paylaştığı sessiz bir dost, hiç konuşmadan, onu
anlayabilen vefakar bir dost.
Uzun zaman kıvrandı Deniz, beter bir sancı çekenler gibiydi. En sonunda,
söyledi annesine gitmek istediğini buradan. Kızının dedikleri karşısında,
kadının gözleri faltaşı gibi açılmış, içlerinde kor ateşler varmışcasına
kızarmıştı. Kalakaldı öylece olduğu yerde, bir türlü anlayamıyordu! Ne tuhaf şeyler istiyordu, kim sokuyordu
aklına bu kızın, şu abuk sabuk düşünceleri. Niye sanki, herkesinki gibi değildi
onun kızı da! Zamanı gelince evlenip, hanım hanımcık
otursaydı ya kocasının dizinin dibinde. Yok, illa büyükşehire gidecekmiş de,
kitap çıkaracakmış. O kim, o işler kim! Şu küçücük haliyle, nasıl da kalkacaktı
altından bunların. Laf ki, ne laf ! Nereden
de tutulmuştu bu hayalciliğe. Babası bir duysa, kapı dışarı çıkarmazdı bir
daha. Tüm bunları, beş dakika içinde
geçiriverdi peşpeşe aklından. Sonra, dudakları titreşerek, bakışlarında ürkek
kuşların uçuştuğu haliyle, ondan bir cevap bekleyen kızına yöneltti öfke dolu
gözlerini. “Sus!” dedi hiddetle, “Bir daha duymayayım. Aklını peynir ekmekle mi
yedin sen kızım!”
Cevap vermedi Deniz, ne söylese işe
yaramayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu annesini. Ağlamak üzere olduğunu
belli etmeden döndü odasına. Ama şimdi, bu oda da dar geliyordu ona. Dışarıya,
gizli sığınağına gitmeliydi, ancak orada rahat edebilirdi biraz olsun.
Ağaçların sakladığı sığınağında, çimenlerin
üzerinde otururken, derin nefesler alıyor, her nefesle birlikte de, büyük bir
huzur duyumsuyordu bedeninde. On, on beş dakika sonra, iyice rahatlamış,
üzerine mutlu bir rehavet bile çöreklenmişti.
Etraf da, ruhu da öylesine durgundu
ki, neredeyse gözkapakları kendiliğinden kapanmak üzereydi. Sonra farklı ses işitti. Oysa burada, rüzgarın, yaprakların ve saksağanların
seslerinden başkacasını duymamıştı şimdiye kadar. Arkasını dönüp, sık çalılıklara doğru baktığında,
gözüne çarpan bir şey olmadı. “Rüzgarın oyunu!” diye düşündü. Tekrar hayallere
ve sığınağındaki sessizliğin huzuruna döndü. Az bir zaman geçmişti ki aradan,
tekrar çalındı kulağına benzer sesler. Bu defa dikkat kesilerek ayağa kalktı,
çevreyi iyice araştırdı.
Gökyüzünü, çimenleri, ağaçları
kontrol etti, göremedi yine. Derken, gözü, denizden yansıyan ışıklı halkalara
takıldı. Sanki, geceden kalan tüm yıldızlar suya düşmüş, günü kutluyorlardı. Suyun yüzü, binlerce yıldızla kaplı gibiydi.
Genç kız, yıllardır geldiği sığınağında, daha önce böylesi bir manzarayla karşılaşmadığı
için biraz şaşkın ama hayranlıkla seyrediyordu. Öylesine olağanüstüydü ki her
şey, neler olup bittiğini kavrayamadan, daldı gitti o görüntüye. Bir müddet
geçmişti aradan, genç kızın farkedemediği bir zaman dilimi, yitik bir vakitti
bu belki de. Kendini o pırıltılara kaptırmış, duruyordu öylece. Bir daha, belki
de hayatı boyunca karşılaşamayacağı bu görsel şölen büyülemişti onu. Sonra
büyülerin gizem dolu dumanlarını, denizin ona yakın kıyısındaki hareketlenme aralayıverdi bir çırpıda.
Bakışlarını o yöne doğru sabitledi genç kız, ama içinde hiç bir korku yoktu.
Sadece, kalbindeki tuhaf heyecanla birlikte beklemeye başladı, farklı şeyler
yaşayacağını hissediyordu. Aniden, deniz sanki ikiye ayrılmış gibi geldi ona,
sonra denizin orta yerinde beliren genç adam şaşırttı iyice genç kızı.
Yazlıkçılardan biriydi herhalde. Nereden de bulmuştu burayı! Gizli yerinin bir
başkası tarafından keşfedilmiş olmasının kızgınlığıyla bağırdı yabancıya.
_Ne işin var burada? Burası benim.
Adam hiç istifini bozmadan yüzmeye
devam ederken, genç kıza gülümseyerek bakıyordu. “Bir de utanmadan gülüyor!
“diye geçiriyordu ki içinden, adamın sesi kulaklarında çınladı;
_Denizler de benim!
Şaşırmıştı ne cevap vereceğini.
Kimdi bu adam? Nereden çıkıp gelmiş,
huzurunu kaçırmıştı! Hem, ne kadar da ukalaydı! Kalmamış mıydı sanki koskoca kasabada başka yer de, burayı
bulmuştu. Hem, nasıl farkedebilmişti
ki, gözlerden uzak bu köşeyi!
O tüm bu soruları geçirirken
aklından, yabancı yüzmekten vazgeçmemiş, denizin içinde duruyor, gitmeye de hiç
niyetli görünmüyordu. Genç kız denize doğru yaklaştı biraz, şu yabancıya
yakından bakmak istiyordu. Çekingen
adımları belli bir mesafede durdular ve tam o anda da, genç adamın masmavi
gözleri, birer firuze taşı gibi parladı. Öyle bir maviydi ki bu, ne denizin, ne
göklerin mavisi onunla boy ölçüşemezdi. Buz kırığı şimşeklerin yakıcılığı
toplanmış, o gözlerin en diplerine yerleşmişti. Deniz, mavi bakışların
esaretinden kurtarıverdi kendini çarçabuk ve gizli sığınağının tekrar, sadece
ona ait olabilmesi için ilk hamlesini yaptı.
_Burada yüzülmez. Kumsala insen
daha iyi.
Bunu söyler söylemez, elini kumsal
yolunu tarif etmek üzere kaldırmıştı ki, yabancının sözleriyle havada kalakaldı
kolu.
_Gidemem başka yere.
Genç kızın yüzünde alevli bir
kızgınlık yanmaya başladı yine.
_Neden?
_Burada yaşıyorum da ondan.
Deniz’in sinirli gülüşü, sularda
yıkanıp, geri döndü dudaklarına.
_Burada mı yaşıyorsun! Bunca yıldır
niye görmedim öyleyse seni?
Yabancı gayet rahattı ve kendinden
emin bir tavırla konuştu yeniden;
_Senin görmemiş olman, benim burada
yaşamam gerçeğini değiştirmez ki. Denizin dibinde bir sürü canlı var, onları da
görmüyorsun.
Ne diyeceğini bilemeyen genç kız
sustu bir süre. Sanki dili tutulmuş, zihni durmuştu. Bunca yıldır herkesten
saklamayı başardığı sığınağı, resmen zaptedilmişti, hem de hiç tanımadığı biri
tarafından. Evet, evet, işgaldi bunun adı. Sığınağıyla beraber, ruhu da bu
işgalin kurbanı olmuştu. Tüm bunlar gelip üşüşünce genç kızın tepesine, rengi önce
pembeye, sonra kırmızıya dönüştü. Kara gözlerinden ateşler yanıp söndü kara
dumanlı. “”Bak,”dedi genç adama, “ben çocukluğumdan beri hemen her gün gelirim
buraya. Artık bana ait sayılır. Yabancı birini istemiyorum. Sen de diğer
turistler gibi gitsene kıyılara.”
Sözlerinin burasında sesi
titremeye, gözleri dolmaya başlayınca sustu bir süre. Kendini toplamaya
çalıştı, yutkundu bir iki kez. Sonra yeniden devam etti konuşmasına. Zaten
söylenebilecek pek az şey kalmıştı geriye. Fakat en zoruydu bu kısmını
söyleyebilmek onun için. İlk defa gördüğü birine, şimdiye dek içinde tuttuğu
duygularını bir bir anlatabilmek hiç
kolay değildi ama mecbur
hissediyordu buna kendini. Sığınağını koruyabilmek, bu adamı buradan
uzaklaştırabilmek adına her şeyi yapacaktı. Söze başladığında hissettiği
gerginlik bir anda kaybolmuş, anlatmaya başladıkça belirgin bir rahatlığa
kavuşmuştu. Sanki tutukuları o farkına bile varamadan akıyorlardı
dudaklarından. Sanki Deniz değildi konuşan, içinde başka biri vardı ve
hissettiği her şeyi döküyordu orta yere. Çok korkusuzdu o her kimse. Hiç
çekinmeden, fütursuzca açmıştı yüreğini. O konuşuyor, yabancı ise gözlerini
bile kırpmadan dinliyordu. Bu çok iyi gelmişti kıza, omuzlarındaki koca koca yükler boşalıyorlardı teker teker, hızla
hafiflemekteydi. Dünya da genişlemiş gibiydi onunla birlikte. Hava ferahlamış,
her bir köşe bucağa taptaze bir serinlik yayılmıştı. Düşleri, cam bir şişeden
damla damla akıyorlardı maviliklere. Sularla buluştuklarında, küçük beyaz
köpükler birleşip, neşeli büyük köpükler haline geliyorlardı. Esintileri, Ege
meltemine karışmış, uçuşuyordu genç kızın dalgalı saçlarında.
“Tüm düşlerimi burayla paylaştım
ben.” dedi, konuşmasını bitirirken. “Biliyorum.” diye cevapladı genç kızı
yabancı. Bunu söylerken, gerçekten de, her şeyi bilen, bilge bir hal vardı
üzerinde. Deniz sordu merakla;
_Nereden biliyorsun?
_Dedim ya, burada yaşıyorum.
Buranın denizinin yakamozlarını bilirim. Rüzgarı üşütmez beni. Dağlarında açan
her bir çiçeği kokusundan tanırım. Hep seni dinlerdim. Sesinin tınısı
kazınmıştı yüreğime. Böylesine durgun görünüp de, yaşadığın fırtınalarla nasıl
başa çıktığını düşünüp dururdum.
“Anlamıyorum.” dedi Deniz, “Hiç
anlamıyorum.”
_Anlaşılmak kolay mı! Seni anlayan
kaç kişi var ki etrafında. Hiç değil mi!
_Hiç.
_Ya, gördün mü! Uzun yıllar bile
yetmiyor bazen.
_Kimsin sen ?
Deniz bu soruyu sorarken, bir kaç
adım geri gitmiş, yeni bir ürkeklik bedeninde gezinmeye başlamıştı.
_Belki hiç kimse, ya da, ömrü
boyunca denizlerde olan biri.
_Balıklar yaşar denizde.
_Sadece balıklar mı! Deniz dibinde
yaşayan pek çok canlı var. Bir sürü canlı, hatta yosunlar, hatta süngerler,
hatta deniz kabukları. Deniz dibinde bambaşka bir hayat var. Kimse bilemez,
başka bir boyut orası.
_Sen insansın ama!
_Peki, deniz kızları?
_Deniz kızları mı, onlar masallarda
olur.
_Doğru masal kahramanlarıdır onlar
ama denizlerdedir hayatları.
_Yani, deniz kızları var gerçekten
öyle mi?
_Sence?
_Bilmem.
_Bilmem.
_Senin gibi düşlere sahip olan
biri, onlara da inanmalı.
Deniz bu söz üzerine, kırık bir
gülüşle, annesinin her zaman söylediklerini hatırladı.
_Annem hep çok hayalperest
olduğumdan bahseder.
_Ne güzel! Keşke herkes becerebilse
hayal kurmayı.
_İşe yaramıyor bu çoğu kişiye göre.
_Dünya hayallerle kurulmadı mı! Düşün bir kere, çevrendeki her şey bir hayal ürünü. En basitinden, en
karmaşığına kadar. Hepsini birileri hayal etti başlangıçta.
_Doğru. Belki deniz kızları da
vardır gerçekten.
_Varlar.
_Nasıl bilebilirsin ki?
Bu soru üzerine yabancı gözlerini
genç kızın gözlerine dikti bir müddet. Hiç kıpırtısız durdu. Sonra denizde
beliren kımıldanma çekti kızın dikkatini. Gümüşi, büyük bir yüzgeç
görünüp kayboldu. Deniz her şeyi unutmuş, heyecanla bir çığlık atmıştı.
_Aa, kocaman bir balık! Nasıl
gelmiş buraya?
“Balık değil o.” dedi yabancı.
_Değil mi, ne peki?
Genç adam hareketlendi tekrar. Ağır
ağır kıza doğru yüzdü. Yaklaşınca durdu yine. Sonra, hafifçe yukarıya doğru
zıpladı. Deniz neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, genç adamın havaya
sıçramasıyla donup kaldı gördüğü manzara karşısında. Yabancının belinden
aşağısı, tıpkı deniz kızlarınınkine benziyordu, insan değildi o. Genç kızın
gırtlağına bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Ne bağırabiliyor, ne de konuşacak
gücü buluyordu kendinde. Yabancı
ise, sanki onun bir şeyler
söylemesini bekliyor gibiydi. Nihayet kızın ağzından fısıltıya benzer bir ses
çıktı;
_Rüyada mıyım ben!
Genç adam ona bakarken, çaresizlik
okunuyordu gözlerinde.
_Masallarda sadece deniz kızları
var ama denizlerde yalnız değiller. Şimdi yanına gelebilmeyi ne kadar isterdim.
Genç kız kekeleyerek cevap verdi
ona;
_Gitmeliyim ben.
Sonra dönüp arkasını yürümeye
başladı. Başını çevirip bakmak istiyor ama yapamıyordu bir türlü. Yabancının
“Gitme!” diyerek seslenişini işittiğinde bile bakmadı. En son şunları duydu
uzaklaşırken.
_Yarın aynı saatte burada olacağım.
Gel, ne olur gel.
Akşam yemeği sonrasında odasına çekilmişti Deniz. Annesi babasının
kahvesini verirken her zamanki gibi söylenmekteydi.
_Bu kızın hali hal değil bey. Allah
hayırlara tebdil etsin
Adam büyükçe bir yudumu
höpürdeterek aldı bol şekerli kahveden. Kaşları çatık hanımına baktı.
_Niye, nesi var ki?
Karısından önce annesi cevap verdi
oğluna;
_Bu yaşa gelmiş kız evde tutulur mu.
Ondan hep bu halleri. Everiverelim diyorum size tez elden.
_Doğru söyledin anne. Bizim Nihat’ı
gördüm bu gün kahvede. Oğlu için ağzımı aradı ya, bir şey diyemedim.
Babaanne bu hayırlı kısmeti duyunca,
ağzı kulaklarında, oğlunun koluna yapışmıştı hemen.
_Aman oğlum, kaçırılır mı hiç
böylesi! Oğlan okudu etti, daha ne! Hemen deyiver de gelsinler.
_Eh, konuşurum yarın.
Deniz odasında, yatağının üstünde
oturuyordu. Küçük gece lambasının hafif ışığı aydınlatıyordu etrafı biraz. Duvarlarda
gölgeler yapıyor, ışık oyunlarıyla boyuyordu dört bir yanı. Genç kız hala
yaşadığı olayın etkisi altındaydı. Ve hala bunun hayal mi, gerçek mi olduğunun
ayırdında değildi. O yabancının söylediklerini düşünüyordu devamlı. Bir hayal
sürer miydi bu kadar. Hayal
kişilikleri böylesi doğru şeyler söyleyebilirler miydi. Gitmeli miydi yarın,
yoksa, bir kaç gün oralara uğramayıp, unutmalı mıydı her şeyi. Ne karara
varırsa
varsın, ayaklarının onu oraya
götüreceğinden korkuyor, korkusu git gide artıyordu. Odanın kapısı açılıp,
annesi içeri girdiğinde, Deniz’i gözlerini bir noktaya dikip, derin düşüncelere
dalmış bir halde buldu. Öyle ki, onun yanına geldiğini bile farketmemişti.
Yatağa ilişip, ellerini kızının saçlarında gezindirdi. Onu anlamaya zorlayarak
kendini, başladı sözlerine;
_Güzel kızım, ne derdin varsa
deyiver bana. Annenim ben senin, bana açılmayacaksın da kimlere dökeceksin
derdini.
_Yok bir şey anne.
_Bak kızım, yarın görücüler gelecek
sana. İyi bir aile, sen de he dersen, yaparız düğününü
inşallah.
_Anne, ben evlenmek falan
istemiyorum.
_Fesupanallah! Nedir istediğin
kızım, deyiver bana.
_Şehire gitmek istiyorum ben.
Romanlarımı bastırmak, ünlü bir yazar olmak istiyorum. Okurum belki, ya da
çalışıp, kendi paramı kazanırım.
_Yok kızım, olmaz o iş. Yazarlık da
neymiş, erkek işi onlar. Bak, seni okuttuk, liseyi bitirdin.
Senden başka kaç kişi var buralarda
okuyan.
_Bir işe yaramadıktan sonra.
_Artık evlenme yaşın geldi. Baban
da öyle münasip görüyor.
_Anne, hayallerim var benim.
_Hangimizin yoktu ki! Hele, bir yuva kurup, çoluk çocuğa karış da,
unutursun hepsini.
Bunları söyledikten sonra ayağa
kalktı annesi. “Hadi,” dedi, “bir güzel uyu şimdi.”
Ardından baktı Deniz. “Unuturum,
senin gibi olur çıkarım.” diye düşündü kendi
kendine. İstediklerini gerçekleştiremeden yaşlanıp, unutulmak mıydı kaderi. Bu
düşünce ürpertti onu iliklerine kadar. Hayır, buna izin vermeyecekti.
Ertesi sabah yine sıradan bir güne uyandı. Düşünceleri de sıradandı.
Sanki, dün o tuhaf şeyleri hiç yaşamamışcasına sakin görünüyordu. Her zamanki
gibi kalktı, giyindi, kahvaltısını yaptı. Evdeki telaşı umursamıyordu hiç.
Annesi ise, görücülere yaranabilmek uğruna, aşırı bir hazırlığa girişmiş,
oradan oraya koşuşturup duruyordu. Babaanne divanda, ayaklarını altına toplayıp
oturmuş, emirler yağdırırken gelinine, bir kızılderili reisi edası tavırlarına
yansımıştı.
Annesi gözucuyla kızına baktıktan
sonra, çıkıştı çoğu kez yaptığı gibi;
_Kızım, bir işin ucundan tutsana.
Bana gelmiyor herhalde bu görücüler!
Deniz cevap vermeden ayakkabılarını
giyip, dışarı attı kendini. Bu konuşmaları dinlemeye dayanamayacaktı daha
fazla. Sık sık uğradığı çay bahçesine gitti yine. Bir tek orada olan, tadına
bayıldığı ıhlamurunu yudumlarken, yabancıyı düşünüyordu. Ne evdeki yaşananlar,
ne akşam gelecek görücüler yoktu aklında.
Sonara sahil kenarında gezindi.
Çarşıyı dolaştı bir uçtan bir uca. Bu amaçsız gezintiler hoşuna gitmişti
enikonu. Avareliğin tatlı sert halleri, başının üzerinde kaldılar bir süre.
Vakit yakındı artık, buluşma saati gelmişti. Denizde yaşayan, yarı insan bir
yabancıyla buluşacaktı ve çok sıradan bir randevusu varmış gibiydi. Gülümserken
kendi kendine, “Belki de düşteyim ben.” diye geçirdi zihninden. “Şimdi
gideceğim, ve her şey normale dönmüş olacak. Sığınağımda yine yalnız
kalacağım.” Bu, onu bir an için mutlu eden bir düşünceydi. Hemen ardından
incecik bir sızı hissetti bedeninde, bilmiyordu nedenini. Anlamsızlaşmıştı her
şey. Gizli yerine doğru yaklaştıkça, tüm bunların bir hayal olduğuna iyice
inandırmıştı kendini. Ama ağaçların arasına girip, denize yaklaştığında gördü
yine genç adamı. Aynı yerde, aynı yüz ifadesiyle duruyor ve ona bakıyordu.
“Geleceğini biliyordum.” dedi.
_Geldim evet. Çünkü, senin gerçek
olup olmadığını bilmeye ihtiyacım vardı.
_Hala mı! Gerçeğim, söylemiştim
sana.
_Sen gerçeksen, hayal ne o zaman?
Benim düşlerim mi!
_Onlar da gerçek. Şimdi değilseler
bile, olacaklar.
Genç kızın yüzünde, aklına bir
fikir geldiğini belli eden bir mimik dolaştı.
_Tabii ya, eğer sen tam bir insan
değilsen, ilahi bir tarafın vardır mutlaka.
_Belki.
_Öyleyse geleceği de bilirsin.
Söyle bana, isteklerime kavuşabilecek miyim?
Yabancı, genç kızın bu soruyu
sorarken, gözlerindeki umudu farketti. Onu ateşlemek de, söndürmek de
elindeydi. İsterdi ki, o ümitli ışıklar hep var olsunlar Deniz’in gözlerinde, kaybetmesin
onları hiç.
_Olacaklar elbet. Kim bir şeyi çok
isterse kavuşur mutlak. Binlerce yıldır değişmemiştir bu kural.
Deniz pek de tatmin olmamıştı bu
cevaptan. Omuz silkti, inanmaz bir hareketle.
_Dediğin gibi olsaydı, herkesin her
isteği gelirdi yerine. Ama etraf kırık düşlerle dolu.
_Öyle mi! Demek, görebiliyorsun
kırık düşleri sen!
_Gözle görülmez elbet. Ama
hayalkırıklıkları belli olur, anlaşılır insanların yüzüne bakınca.
_Belki de onlar içten istememişlerdir.
Tutkuya dönüştürememişlerdir arzularını.
_Benimki gerçek bir tutku,
çocukluğumdan beri.
_Biliyorum. O yüzden olacak diyorum
ya!
Deniz duymuyordu artık onu. Sadece
genç adamın söylediği son cümleyi kendi kendine tekrarlayarak, kendi etrafında
yavaş yavaş dönüyordu.
_Demek olacak, olacak demek!
Yabancı genç kızın haline biraz
şaşkın bakıyor, gülümsüyordu hafifçe. “Dur. “dedi en sonunda, “Benim de başımı
döndürdün.”
Bu sesle, adeta asırlardır süren
bir uykudan uyanmış gibi oldu Deniz. Gözlerindeki uyku mahmurluğuyla baktı genç
adama. Yabancı ise, onun duygularına ortaklık edercesine konuşuyordu;
_Olacak evet. Elinden gelen her
çabayı sarfet. Olacak.
Deniz tekrar gerçeklerle yüzyüze
kalmıştı bu sözlerle birlikte. Yüzü asılmış, önündeki imkansızlıklar, zihninde
sıraya girmişlerdi.
_Ne yapabilirim, nasıl yapabilirim,
hiç bir şey bilmiyorum ki!
_Öncelikle cesaretli ol. Her şeydir
cesaret. Eğer yoksa, ne yaparsan yap, boşa gider.
_Nasıl?
_Hiç zor değil. Biraz cesaret,
hatta kırntısı bile kafidir başlangıç için. İlk adımı atmaya yetecek kadar,
gerisi de gelir.
_Peki ya sonra?
_Sonrasını yarın söyleyeceğim. Bu
gece cesaretini toplayabilmek için dua et. Sadece bu kelimeye konsantre ol.
Deniz eve dönerken, hafızasında
cesaret kelimesini saklıyordu. Yedi harfli bir kelime, ne
çok şey ifade etmeye başlamıştı bir anda onun
için. Oysa şimdiye kadar, cesarete ihtiyaç duyduğunu getirmemişti aklına hiç.
Mütemadiyen dönüp dolaşan bir bilgisayar logosu gibi, bu kelime aklının her bir
köşesinde dolanıyordu sürekli. Yer değiştiriyor, o yandan bu yana dönüyordu
durmaksızın.
Kapıyı çalar çalmaz, hiddetle açtı
annesi. Sanki kapının ardında onu bekliyordu. “Neredesin sen!” diyerek
sorarken, sesi yine yüksek perdeden çıkmıştı.
_Neredeyse gelecekler, kız ortada
yok. Oğlan anası olsam, valla almam seni. Baban içeride köpürüyor.
_Geldim işte anne.
Böyle söyleyerek, bezgin bir halde
odasına girdi. Annesinin, yatağının üzerine bıraktığı elbiseyi giyindi hiç
itiraz etmeden. İşte şimdi, evde koca bekleyen bir kız görünümüne bürünmüştü
tam manasıyla. Ama fazlaca üstünde durmadı bu halinin. Aklında, denizdeki
adamın dedikleri, kalbinde de, onun masmavi gözlerinde parlayan buz kırığı
ışıklar vardı.
Geldi görücüler nihayet. Anasıyla
babasının ortasında, zayıf kişiliği her halinden belli olan, kendisinden ancak bir iki yaş büyükçe
bir oğlan. Deniz, onunla evlenirse, nasıl bir hayat yaşayacağını, daha ilk
bakışta anlamıştı. O akşamlık, yapması gereken vazifeleri yerine getirdi
eksiksiz. Kahveleri ikram etti, üç çift göz tarafından, tepeden tırnağa süzülmek
için, tepsi elinde bekledi. Annesiyle babaannesinin keyifleri yerinde, onlara
göre kaçırılmayacak bu kısmetlere kendilerini beğendirebilmek uğruna, ne
gelirse ellerinden, fazlasıyla yapmaktaydılar. Havadan sudan bir sohbetin
ardından, kahvelerin de içilmesinden sonra, sıra isteme merasimine gelmişti. O
da yapıldı usulünce. Babası düşünmek
için zaman vermelerini rica ettiğinde, karısıyla, annesi birbirlerine
bakıyorlardı memnuniyetsizlikle. Oysa kararlıydı adam, ne de olsa kız babasıydı,
nazlanmak hakkıydı bir parça. Görücüler ise, bu işin olacağından emin,
ayrıldılar evden.
Deniz, onlar gider gitmez, odasına girdi hemen. İçeriden konuşmalar
duyuluyordu. İki kadın pek hevesliydiler, onlara kalsa, kızı hemen yarın
evlendireceklerdi. “Çeyizi de hazır. Verelim bir an evvel.” diyordu annesi.
“Daha küçükten, ellerimle hazırlamışım neyse ki. Yoksa, şimdi neyle kalkardık
onca masrafın altından.”
Babaanne, gelininin iğneli
laflarına pabuç bırakacak cinsten değildi hiç.
_Elbet, hazır edeceksin, anası değil misin. Ne
demişler, kız beşikte, çeyizi sandıkta.
Neyse ki, babası biraz beklemekten
yanaydı, öyle hemen atılmak münasip düşmezdi. Deniz,
kulaklarında, onun geleceği ile
ilgili konuşmalar çınlarken, daldı
uykuya. Ne kolaydı onlar için bir genç kızın hayatını, kendi isteklerine göre,
bir kaç dakikada planlayıvermek.
Çocukları diye, her şeye hakları
var sanıyorlardı. Gözlerinden akan damlalar, yastık kılıfının desenlerine
karışıp, bir papatyanın sarı yapraklarına hapsoldular.
Yine, dertlerini paylaştığı
sığınağında ve yabancının yanındaydı. Genç adam beklemişti onu, zaten ondan
başkaca da yoktu bekleyeni. Deniz fazla sabremedi, merakı had safhadaydı çünkü.
_Bu gün bir şey daha söyleyecektin.
_Sana bir deniz kızı hikayesi
anlatmamı ister misin?
_Peki.
_Eskilerden bir zaman, benim gibi,
yeryüzüne meraklı bir deniz kızı varmış. Her fırsatta, soluğu denizin üstünde
alırmış. Bir gün, yine suyun yüzüne çıktığında, yakışıklı bir balıkçıyla
karşılaşmış. Güneş batana dek konuşmuşlar. Ayrılırlarken, balıkçı, “Tam bir ay
sonra, seni aynı yerde bekleyeceğim. Gelirsen, ömür boyu tek sevdiğim
olacaksın.” demiş.
Deniz kızı, mutlulukla dönmüş
denizler ülkesine. Deliler gibi aşıkmış balıkçıya. Kızın aşkını duyanlar ve
aşka inanmayanlar, “Hiç boşu boşuna gitme!” demişler. “Aldatmıştır seni. Gelir
mi hiç, ne yapsın senin gibi bir deniz kızını! Yaşayamazsın ki yeryüzünde sen!”
Deniz kızı kanmamış önceleri bu
sözlere. Ama zaman geçtikçe etkilenmeye, etkilendikçe de
umutsuzluğa kapılmaya başlamış.
Artık güvenmiyormuş yakışıklı balıkçıya, gelmeyeceğine inanıyormuş. Bu yüzden
de, buluşacakları gün gelip çattığında, çıkmamış yeryüzüne. Denizler ülkesinde
kalıp, saatlerini ağlayarak geçirmiş.
Yakışıklı balıkçı beklemiş
akşamlara dek deniz kızını. Günün bitimiyle beraber ayrılmış oradan üzüntüyle.
Deniz kızı hayatı boyunca pişmanlık duyup, mutsuz olmuş. Başkalarının sözlerine
inanarak, avuçlarında tuttuğu mutluluğu kaçırmak çok zor gelmiş ona.
Genç kız anlamıştı yabancıyı. “Yani,
kimseyi dinlememeli, öyle mi?”
_Sen sadece kendine kulak ver. O ne
diyor, onu dinle. En doğruyu sadece böyle bulursun.
_Oysa, büyükleri dinlemek
gerektiğini söylenir her zaman bizim buralarda.
_Tutkularını dinle. Düşlerinin peşinde
dolaş. Anahtar bu işte.
_O zaman, gitmem lazım buralardan.
Şansımı denemeliyim.
_Ne duruyorsun o halde!
_Nasıl gidebilirim, bilemiyorum.
_Nasıl diye düşünürsen, hiç bir
zaman uygulamaya geçemezsin. Sadece yap, düşünme.
Deniz o gece, biriktirdiği paraları
koydu cüzdanına. Bir iki parça kıyafeti çantasına yerleştirdi.
Yazılarını aldı yanına, en önemlisi
onlardı. Sırf onlar için göze almıştı her şeyi.
Sabah erkenden ayrıldı evden. Hiç
kimseye görünmeden, kimseyle vedalaşmadan gitmek üzüyordu onu en fazla, ama
yoktu başka çaresi. Bilselerdi, asla izin vermez, onların istediği hayatı
yaşaması için baskı yaparlardı. Oysa Deniz, kendi seçtiği yaşamı, sadece ona
ait olan hayatıın yollarında yorulmak istiyordu. Gitmeden önce, genç adamın
görebilmek için son kez,
sığınağına gitti. Yabancı, daha onu
karşıdan görür görmez, anlamıştı gideceğini.
_Nihayet gidiyorsun değil mi!
_Nereden anladın ?
_Gözlerinden. Onlar çoktan alışmışlar özgürlüğe.
_Gözlerinden. Onlar çoktan alışmışlar özgürlüğe.
_Gidiyorum, böyle olması gerek.
_Biliyorum başaracağını.
Adam, elini suyun içine sokup, bir
kutu çıkartarak uzattı genç kıza. Deniz kutuyu alırken, bir yandan da sordu;
_Nedir bu?
_Deniz kızlarının hazinesi.
Altınlar var içinde, gerekirse harcarsın. Denizlerden, Deniz’e bir armağan.
“Ama,” diye itiraz edecekti ki genç
kız, yabancı susturdu onu.
_Hayır deme sakın. Bu, sana
denizlerden gelen yabancının da hediyesi aynı zamanda. Kabul etmeni istiyorum.
_Teşekkür ederim.
Deniz gitmeliydi artık. İlk otobüsü
yakalaması gerekliydi. Vedalaştı yabancıyla. Arkasını dönüp, bir iki adım
yürümüştü ki, genç adamın sesini duydu;
_Bir gün, belki deniz kızının hikayesini de yazarsın.
_Bir gün, belki deniz kızının hikayesini de yazarsın.
Döndü genç kız, ”Yazacağım!” diye
cevapladı onu.
_Başka denizlerde buluşacağız yine.
Yabancının bu sözlerine el
sallayarak karşılık verdi Deniz, sığınağını ona emanet ederek yürüdü, bildiği
bir geleceğe doğru atıyordu adımlarını.
S O N
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder