14 Temmuz 2012 Cumartesi

DENİZ MASALI


           

                                                    DENİZ MASALI





  “Adını denizlerden aldım.” derdi annesi. Bunu söylerken, elindeki işini bırakır, oturduğu divanın üzerinde, pencereden görünen maviliklere bakardı. Kışsa, gri bulut kümeleri gezinirdi denizin üzerinde, yazsa, eflatun  gölgeler. Ama her mevsimde, suskun bir elemin gizi belli olurdu. “Ah !” diyerek iç geçirirdi annesi denizi seyrettiği vakitler, “Gözlerin de masmavi olsa, ne vardı !” Deniz bu sözü her duyduğunda, duvarda asılı aynaya kayan bakışlarıyla, iri, siyah gözlerine bakardı uzun uzun. Şu aynanın arkasında saklanan sihirli bir değnek çıksaydı da ortaya keşke, gözlerini, tıpkı annesinin istediği gibi, mavi renge boyayıverseydi. O zaman belki mutlu olurdu kadıncağız. Ama bilirdi genç kız bunun gereçeğe dönüşmeyeceğini. Çocukluğundan beri, hep bunu düşlemiş, hep o aynaya bakıp, beklemişti. Beklemişti de, beklemenin huzuru sızıvermişti yüreğine.

  Bu ufak ege kasabasında doğmuştu Deniz. Küçüklüğünü, Ege’nin sımsıcak koynunda, onun tatlı tatlı esip duran rüzgarını, güleryüzlü güneşini kucaklayarak geçirmişti. Annesi gibi,

o da sevmişti adını aldığı denizleri. Sonsuzluklarını sevmişti. Durgunluklarını da, öfkeyle kabarmalarını da sevmişti. Fakat, en çok renklerine, deniz mavilerine vurgundu gönlü.

  Kasabaları zamanla turistik bir yere dönüştüğünde, Deniz yazları iple çeker olmuş, o kalabalığı, neşeyi, cıvıltıyı özlemişti, kendi yalnızlığı içinde akıp giden kış gecelerinde.

Kış bitip de, beyaz kürkünü üzerinden sıyırıp attığında, ama hala beyazların verdiği masumiyete sahipken, tüm evlere boydan boya bir neşe yayılırdı. Sanki etraf, o sarsıcı

hüzünden silkinerek uyanır, soluk beyazlardan, pembelere uzanan bir renk yelpazesine

bürünürdü. Değişen havalarla birlikte, solgun kasabaları birdenbire, rengarenk bir masal diyarına dönüşürdü. Baharın geldiği, kasabanın kadınlarından anlaşılırdı en önce. Koyu renkli kıyafetlerini çıkarır, allı güllü basma elbiseler giyerlerdi çoğu. Yemenileri bile, rengarenk oluverirdi. Hepsinin yüzlerine tatlı bir kırmızılık yayılır, dillerinde hep oynak türküler dolanıp dururdu. Üstelik hepsi de, pek hamaratlaşırlardı baharla beraber. Evlerde önce badanalar, ardından baştan başa, günlerce süren temizlikler yapılırdı. Bahçelere gerilmiş iplere asılan sakız misali çamaşırların, insanın genzini hafifçe yakan kokuları, yavaş yavaş canlanmaya başlayan toprak kokusuna karışıp, tüm kasaba için taze bir başlangıcın  müjdecisi  olurdu. Yalnız hanımlarla sınırlı kalmazdı bu başkalaşım. Çocuklar da, cıvıltılı yeşilliklerin coşkusuna kaptırırlardı kendilerini. Henüz, hayatın sorumlulukları binmemişken sırtlarına,

gamsız mutlulukların yollarında, sabahlardan akşamlara kadar koştururlardı. Bahar bu





kasabaya başka türlü gelir, başka türlü yakışırdı. Kışın mahsunluğundan sıyrılan sokakların her köşesi, bayram günlerinin bildik sevincine bürünüp, öyle karşılarlardı yeni mevsimi.

Bu değişim öylesine ani olurdu ki, küçük kız bir sabah uyandığında, gördükleri  karşısında ellerini çırparak zıplardı olduğu yerde. Ağaçlar yeşillenmiş, her yan türlü çiçekle kaplanmış, hava şerbet kıvamlı, minik serçelerin dudaklarında şarkılar, meyvalar dallarında beklemekteyken, Deniz’in keyfine diyecek olmaz, atardı kendini sokaklara. Küçükken,  gözüne sonsuz görünen sokaklarda gezip dolaşmaya bayılırdı. Çarşının girişindeki şekerci,

favorileri arasında olmuştu her zaman. Dakikalarca cama yapışır, ebruli kristal parçaları gibi parlayan akideleri seyre dalardı. Şekerci amca, içeriden el edip, onu yanına çağırıncaya kadar da sürdürürdü bunu. Sonra, adamın avucuna bıraktığı, çok sevdiği tarçınlı akideleri yiye yiye devam ederdi yoluna. Ara sokakların birinde dükkanı olan yaşlı bakırcı ustasına da uğrardı mutlaka. Bakırı döven çekicin çok hoşuna giden biteviye sesi eşliğinde, yaşlı ustanın anlattığı hikayeleri dinlerken, gözlerinde kaçamak bir mutluluğun izleri belirirdi.

Büyüdü Deniz yıllarla beraber. Ama, dilindeki tarçınlı akidelerin tadı da, hayallerindeki masalların canlılığı da, gezdiği sokakların  biçare uğultuları da, hep aynı kaldı.

 Yazın gelip dayanmasıya kapıya, kasabalarına akın eden, konuşmalarını anlamadığı yabancıların yaşamları onu kendi içine çekmiş, onların yaşadıkları yerleri,  başka ülkeleri, dünyayı merak etmeye başlamıştı. Kendilerinden farklı, yeryüzünde yaşayan pek çok insanın varlığını,  öğrenmek  şaşırtmıştı küçük kızı. O, dünyayı kendi evinden, en çok , kasabasından ibaret sanırdı çünkü. Acaba nasıldı onların hayatları?  Yaşı ilerledikçe, değişik insanların, değişik hayatları daha da çok ilgisini çekmeye başladığında, bunları öğrenebileceği tek adrese, kitaplara yöneldi. Kendini okumaya vermek, yıdızlarla kaplı bir denizde yüzmek gibiydi.

Ruhunu orada bırakıyordu rahatça, benliğinden sıyrılıp, özgürlüğü tadıyordu. Yüzmeyi ne kadar sevdiyse, kitapları da sevdi o kadar. Şiirlere kapıldı ilkin, büyülü mısraların, büyülü kokularını duyumsadı. Ardından öykülerin satırları arasında yaptığı zevk dolu yolculuklar çeldi aklını. En nihayetinde romanlarla tanıştığında, diğerleri yitirdiler bir anda önemlerini. Okuduğu her bir romanda, farklı karakterler ve onların hissettikleri, onu oradan oraya, kederden sevince, ümitsizliğin ortasından, umut kıyılarına, gerçeklerin beyazlığından, düşlerin rengine, ışıklardan, gölgelere doğru sürükleyip dururken, o romanların yazarları, gözünde yüceldiler günden güne ve ebedi sonsuzluğun içindeki yerlerinde, heybetlerinin

arasına karışan hicran zerrecikleriyle kalakaldılar.



Öğretmeninden alıyordu Deniz kitapların çoğunu. Öğretmen, bu küçük kasabada, okuma meraklısı bir öğrenci bulmuş olmanın hazzıyla, durmadan yeni kitaplar getirtiyordu şehirden.

O ise, gece yarılarına varana kadar  ve gözlerinin artık acıdığını hissedinceye dek bırakamıyordu elinden  hiçbirini. Okullar tatil olduğunda, sabahları, turistlere satış yapmaya başlamıştı. Annesinin el emeği boncuk kolyelerle, babaannesinin ördüğü patik, lif gibi şeyleri doldurup bir sepete, satıyordu kasabanın çarşısında. Bu şirin kızı çok seven yabancılar, öğleye kalmadan  bitiriyorlardı elindekileri. Kendince iyi de para kazanıyordu. Birazını ayırıp kendisi için, annesine veriyordu  kalanını da. Parasını biriktirmek istiyordu. Kimbilir, belki bir gün gerekirdi. Belki bir gün, onun da, limon sarısı düşlerinin peşinden koşma vakti gelirdi.

Öğleden sonraları, kitaplarına dalardı yine. Kızın bu merakı, annesiyle, babaannesini pek şaşırtır, “Okuyacak bu kız, belli.” diye konuşurlardı aralarında.

Gerçekten de okumuştu Deniz, geçen yıl bitirmişti liseyi. Üniversite sınavlarına giremedi, kazansa da, gönderemezlerdi zaten. Babasının işleri bozulmuş, bakkal dükkanını kapatmıştı.

“Yeter, “ demişti annesi, “ liseyi bitirdin ya, daha ne! “ Babaannesi de sık sık, “Eveririz artık kızı!” der olmuştu. Bunu duymak bile ürpertiyordu genç kızı baştan başa. Evlenmek, annesinin, babaannesinin yaşadıkları hayatın bir benzerini yaşamak istemiyordu o. Hayalleri vardı. Hep kurduğu, hayatını anlamlandıran, çekilir hale getiren gökkuşağı renkli düşlere sahipti Deniz. Çok da olağanüstü bir durum değildi bu aslında, her genç kız kurardı hayal.

Fakat, onunkiler farklıydı diğerlerinden. Ne beyaz gelinlik, ne beyaz atlı prens süslemişti düşlerini. Başka türlü bir rüzgara kapılmıştı genç kız. Belki de, denizlerden gelen bir rüzgardı bu, açıktan, koyu  mavilere kadar uzanan, kokusu, başka hiç bir şeyde bulunamayan bir rüzgar. Yazma tutkusu önce, annesinin, hep mavi olmasını istediği kara gözlerine yerleşmişti. Kalmıştı orada bir zaman, etrafı incelemiş, insanları gözlemlemiş, yaşanan hayatları bir bir almıştı hafızasına. Sonra, o farkında bile olmadan, tüm biriktirdikleri gözlerinden kalbine doğru usul usul akıp gitmişti.

“İyi bir yazar olabilirsin.” demişti öğretmeni bir gün. Kompozisyonunu tahtanın önünde okuyup, henüz sırasına oturmuştu Deniz. Duyduğu bu cümlenin her harfi, simden birer ok

olup, saplandılar her bir yerine ve bir daha da, hiç çıkmadılar yerlerinden. Yine aynı öğretmeninin desteğiyle katıldığı, liseler arası kompozisyon yarışmasında birinci olduğu haberini duyduğunda bile, simli oklar hala yerlerinde duruyorlardı. Lisede düzenlenen törenle,









müdürün elinden aldığı bilgisayar, o günden sonra, genç kızın içindeki tutku dolu duyarlılığı aktardığı  arkadaşı olacaktı. Annesi, babası ve babaannesi de varlardı törende. Gözlerinde beklenmedik bir gururun silik ışıkları parlıyordu. Yaşlı babaanne, kompozisyonun ne anlama geldiğini dahi anlayamasa da, torununun birinciliği mutlu etmişti onu. Konu komşuya hep bundan bahsetmişti günlerce. Deniz’in tek hissettiği ise, kendine güven duygusuydu. Törenin yapıldığı akşam, odasına başka türlü girdi. Yatağına, dolabına, çalışma masasına bambaşka gözlerle baktı. Sonra, kararlı adımlarla, kitaplığın rafına uzanıp,  bir tomar saman kağıdı aldı . Nicedir uğraştığı ama bir türlü bitiremediği romanlarıydı bunlar. Önce, ara ara karıştırarak göz attı yazdıklarına. Gülümserken, yüzünde, belirgin bir zaferin, şeffaf renkleri dolandı. Vermişti kararını, ikisini de  yeniden elden geçirip, tamamlayacaktı. Bu kararını gerçeğe dönüştürme sürecinde, odasında, bilgisayarıyla başbaşa uzun zamanlar geçirdi. Aylar geldi geçti, mevsimler değişti. Parmakları, bilgisayarın yumuşak tuşlarına, gözleri ekranın beyazımsı ışığına alıştılar yavaş yavaş. İçinden dolup taşan benliği ise, yazmanın bitip tükenmeyen dehlizlerine kapılıp gitmişti çoktan. İçinden dolup taşan her şeyi kağıtlara döküp, bilgisayarını kapattığında,  biraz zayıflamış, rengi bir parça solgunlaşmıştı. Ama, kara gözlerinde, tüm bunlara zıt, öyle parıltılı bakışlar vardı ki, şaşırtıyordu görenleri. Kızının haline pek üzülen annesi, “Odasına kapanıyor bütün gün!” diye, şikayetleniyordu kocasına. “Hasta falan olmasın da!”  diyerek de evham ediyordu.  Adamdan da, her defasında umursamaz bir tavırla aynı cevabı alıyordu;

_Ne hastası canım !

Kayınvalidesinin, hep söyleyip durduğu sözler, bir kez daha dökülüyordu ağzından;

_Evermek lazım artık bu kızı.

Deniz yazdıklarını nasıl bastırabileceğini bilmiyordu. Ne akıl vereni vardı yanında, ne de elinde imkan.Tek bildiği, bu küçük kasabada hayallerine ulaşabilmesinin imkansızlığıydı.

Büyük şehire gitme fikri de, tam o vakitler düşüverdi aklına. Çoktu şehrin olanakları, ağaçlardaki yapraklar, denizlerdeki sular kadar da sonsuz. Hem belki, üniversiteye de

gidebilirdi. Olmazsa, bir iş bulurdu kendine, kitaplarını yayınlatırdı. Her şey büyük şehirdeydi artık. Ün, başarı, para, belki de bunların hepsi, orada bir yerlerde bekliyorlardı onu. Her ne

olursa olsun, denemeliydi. Sonradan pişmanlık duymaktan daha iyiyidi bir adım atmak.











Başarılı bir romancı olarak dönseydi kasabasına yıllar sonra, fena mı olurdu!  Kompozisyon yarışmasında birincilik aldığında, nasıl da duyulmuştu ismi her yerde. Hem, koskoca ülkede

tanınan bir yazar olursa, kitapları dolaşırsa elden ele,  kasabasının gurur kaynağı da olurdu mutlaka. Daha önce, böyle hiç kimse çıkmamıştı ki o civardan. Hep erkekler mi alacaklardı

ellerine şu başarı denen billur vazoyu. Onun da hakkıydı bu, eğer yazabilme yeteneğine sahipse, hakkıydı. Vazgeçmeyecekti o billur vazoyu elde etme sevdasından ve tutcaktı avuçlarında günün birinde.

Bazen kuytu bir köşeye çekilip, dalardı böylesi düşüncelere. Bu kuytu köşeler de, ya yatağının üstü, ya da yukarı katın ahşap korkuluklu balkonuydu. Sabah güneşi alan balkon, hafif bir serinlikle karışan hanımeli kokularıyla dolardı öğleden sonraları.Yerdeki eski kilimin üzerine bağdaş kurar, elleri, kilimin yer yer dökülmüş yünlerinde, gözleriyle ufukları dolaşırdı. Düşlerini etraflıca tartıp biçmek, hep mutlu ederdi onu. Çok ünlü ve romanları çok satan biri olarak döndüğünde kasabasına, okul yaptıracaktı. Belki de bir hastahane, henüz tam olarak bir karara varmış değildi. Herkes ondan bahsedecek, kasabanın çocukları onu örnek alacaklardı kendilerine, adı dillerde saygıyla dolaşacaktı.

Tüm düşlerini korkusuzca kurup, içinde yaşamayı en çok sevdiği yer ise, ne odası, ne de, ahşap korkuluklu balkondu. Kasabanın girişinde, kimselerin bilmediği, gözlerden uzak bir yeri vardı genç kızın. Sanki, çok sevdiği ağaçlar biraraya gelmişler de, onun için saklamışlardı orasını. Asırlık gövdeleriyle çevreleyip, ürkek yapraklarıyla sarmalamışlardı. Yarım saatlik bir yürüyüşle buraya ulaştığında, kendini her şeyden korunmuş, uzaklaşmış hissederdi. Çimenlerde çıplak ayaklarıyla gezinir, canı isteyince denizin müzikal sesine kulak verip, maviliklerdeki dinginliğe bırakırdı gözlerini. Çocukken, tesadüfen keşfettiği bu gizli yer, onun sığınağı olmuştu.

Yine bir bahar vakti ve tam da avarelik zamanıydı. Evdeki temizlik telaşından kaçan küçük kız, vurmuştu her zamanki gibi kendini sokaklara. Yürümeye alışkın küçük ayakları, bu kez onu, kasabanın biraz dışına kadar sürüklemişlerdi. Yorgunluğunu hissetti ilk kez. Oturacak bir köşe ararken, ilerideki ağaç kümesinin sessiz fısıltıları geldi kulağına. Doğanın her türlü sesine duyarlı olan kulakları, yüzlerce yaprağın çıkardığı hışırtıyı da farketmişlerdi. O bunu, ağaçların kendi aralarında yaptıkları sohbetler diye adlandırıyordu. Küçük kıza göre, tabiatın her parçasının, haberleşme yöntemi vardı. Çiçekler muhteşem kokularını bırakırlardı









övünerek. Denizler köpüklü dalgalarla taşarlardı. Çimenler hafifçe salınırlardı edalı gelinler gibi.

Ağaç kümesine doğru yürüyüp, aralarına girdiğinde, harika bir manzara nefesini kesiverdi bir anda. Anladı ağaçların biraraya gelişlerinin sebebini, bu güzelliği gözlerden gizlemek istiyorlardı. Ama o bulmuştu işte, belki de küçük kızı çağıran ağaçların ta kendileriydi. Evet, fısıltıları bir davetti. Bu düşünce sevinçle doldurdu kalbini. Lacivert gölgeli denize, yeşilin her tonunu gözlerinin önüne seren çimenlere, çiçeklere baktı tekrar. Başını göklere kaldırıp, teşekkür etti ulu ağaçlara. Yere oturdu, yumuşacıktı toprak. Kırışıksız bir çarşaf gibi karşısında uzanan denizin, kıpırtısız haline kaptırdı ruhunu. Artık burasının, hayatında çok önemli bir yere sahip olacağını hissetti, bir histi bu sadece.

 Küçükken de yalnızdı şimdiki gibi. Ne zaman içi sıkılsa sığınağına koşar, çoğu kez saatlerce kalır, orada olmak uğruna, annesinden okkalı bir azar işitmeye bile razı gelirdi. Hatta, öyle günler vardı ki, akşam olduğunu bile farkedemez, ancak güneşin ışığının uzaklara yollanmasıyla, saatlerin geçtiğini anlardı. Sığınağı tek dostuydu Deniz’in uzun yıllardır. Sırlarını paylaştığı sessiz bir dost, hiç konuşmadan, onu anlayabilen vefakar bir dost.

  Uzun zaman kıvrandı Deniz, beter bir sancı çekenler gibiydi. En sonunda, söyledi annesine gitmek istediğini buradan. Kızının dedikleri karşısında, kadının gözleri faltaşı gibi açılmış, içlerinde kor ateşler varmışcasına kızarmıştı. Kalakaldı öylece olduğu yerde, bir türlü anlayamıyordu!  Ne tuhaf şeyler istiyordu, kim sokuyordu aklına bu kızın, şu abuk sabuk düşünceleri. Niye sanki, herkesinki gibi değildi  onun kızı da!  Zamanı gelince evlenip, hanım hanımcık otursaydı ya kocasının dizinin dibinde. Yok, illa büyükşehire gidecekmiş de, kitap çıkaracakmış. O kim, o işler kim! Şu küçücük haliyle, nasıl da kalkacaktı altından bunların. Laf ki, ne laf !  Nereden de tutulmuştu bu hayalciliğe. Babası bir duysa, kapı dışarı çıkarmazdı bir daha. Tüm bunları,  beş dakika içinde geçiriverdi peşpeşe aklından. Sonra, dudakları titreşerek, bakışlarında ürkek kuşların uçuştuğu haliyle, ondan bir cevap bekleyen kızına yöneltti öfke dolu gözlerini. “Sus!” dedi hiddetle, “Bir daha duymayayım. Aklını peynir ekmekle mi yedin sen kızım!”

Cevap vermedi Deniz, ne söylese işe yaramayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu annesini. Ağlamak üzere olduğunu belli etmeden döndü odasına. Ama şimdi, bu oda da dar geliyordu ona. Dışarıya, gizli sığınağına gitmeliydi, ancak orada rahat edebilirdi biraz olsun.









 Ağaçların sakladığı sığınağında, çimenlerin üzerinde otururken, derin nefesler alıyor, her nefesle birlikte de, büyük bir huzur duyumsuyordu bedeninde. On, on beş dakika sonra, iyice rahatlamış, üzerine mutlu bir rehavet bile çöreklenmişti.

Etraf da, ruhu da öylesine durgundu ki, neredeyse gözkapakları kendiliğinden kapanmak üzereydi. Sonra  farklı ses işitti. Oysa burada,  rüzgarın, yaprakların ve saksağanların seslerinden başkacasını duymamıştı şimdiye kadar. Arkasını  dönüp, sık çalılıklara doğru baktığında, gözüne çarpan bir şey olmadı. “Rüzgarın oyunu!” diye düşündü. Tekrar hayallere ve sığınağındaki sessizliğin huzuruna döndü. Az bir zaman geçmişti ki aradan, tekrar çalındı kulağına benzer sesler. Bu defa dikkat kesilerek ayağa kalktı, çevreyi iyice araştırdı.

Gökyüzünü, çimenleri, ağaçları kontrol etti, göremedi yine. Derken, gözü, denizden yansıyan ışıklı halkalara takıldı. Sanki, geceden kalan tüm yıldızlar suya düşmüş, günü kutluyorlardı.  Suyun yüzü, binlerce yıldızla kaplı gibiydi. Genç kız, yıllardır geldiği sığınağında, daha önce böylesi bir manzarayla karşılaşmadığı için biraz şaşkın ama hayranlıkla seyrediyordu. Öylesine olağanüstüydü ki her şey, neler olup bittiğini kavrayamadan, daldı gitti o görüntüye. Bir müddet geçmişti aradan, genç kızın farkedemediği bir zaman dilimi, yitik bir vakitti bu belki de. Kendini o pırıltılara kaptırmış, duruyordu öylece. Bir daha, belki de hayatı boyunca karşılaşamayacağı bu görsel şölen büyülemişti onu. Sonra büyülerin gizem dolu dumanlarını, denizin ona yakın kıyısındaki  hareketlenme aralayıverdi bir çırpıda. Bakışlarını o yöne doğru sabitledi genç kız, ama içinde hiç bir korku yoktu. Sadece, kalbindeki tuhaf heyecanla birlikte beklemeye başladı, farklı şeyler yaşayacağını hissediyordu. Aniden, deniz sanki ikiye ayrılmış gibi geldi ona, sonra denizin orta yerinde beliren genç adam şaşırttı iyice genç kızı. Yazlıkçılardan biriydi herhalde. Nereden de bulmuştu burayı! Gizli yerinin bir başkası tarafından keşfedilmiş olmasının kızgınlığıyla  bağırdı  yabancıya.

_Ne işin var burada? Burası benim.

Adam hiç istifini bozmadan yüzmeye devam ederken, genç kıza gülümseyerek bakıyordu. “Bir de utanmadan gülüyor! “diye geçiriyordu ki içinden, adamın sesi  kulaklarında çınladı;

_Denizler de benim!

Şaşırmıştı ne cevap vereceğini. Kimdi bu adam?  Nereden çıkıp gelmiş, huzurunu kaçırmıştı! Hem, ne kadar da ukalaydı!  Kalmamış mıydı sanki  koskoca kasabada başka yer de, burayı

bulmuştu. Hem, nasıl farkedebilmişti ki, gözlerden uzak bu köşeyi!









O tüm bu soruları geçirirken aklından, yabancı yüzmekten vazgeçmemiş, denizin içinde duruyor, gitmeye de hiç niyetli görünmüyordu. Genç kız denize doğru yaklaştı biraz, şu yabancıya yakından bakmak istiyordu.  Çekingen adımları belli bir mesafede durdular ve tam o anda da, genç adamın masmavi gözleri, birer firuze taşı gibi parladı. Öyle bir maviydi ki bu, ne denizin, ne göklerin mavisi onunla boy ölçüşemezdi. Buz kırığı şimşeklerin yakıcılığı toplanmış, o gözlerin en diplerine yerleşmişti. Deniz, mavi bakışların esaretinden kurtarıverdi kendini çarçabuk ve gizli sığınağının tekrar, sadece ona ait olabilmesi için ilk hamlesini yaptı.

_Burada yüzülmez. Kumsala insen daha iyi.

Bunu söyler söylemez, elini kumsal yolunu tarif etmek üzere kaldırmıştı ki, yabancının sözleriyle havada kalakaldı kolu.

_Gidemem başka yere.

Genç kızın yüzünde alevli bir kızgınlık yanmaya başladı yine.

_Neden?

_Burada yaşıyorum da ondan.

Deniz’in sinirli gülüşü, sularda yıkanıp, geri döndü dudaklarına.

_Burada mı yaşıyorsun! Bunca yıldır niye görmedim öyleyse seni?

Yabancı gayet rahattı ve kendinden emin bir tavırla konuştu yeniden;

_Senin görmemiş olman, benim burada yaşamam gerçeğini değiştirmez ki. Denizin dibinde bir sürü canlı var, onları da görmüyorsun.

Ne diyeceğini bilemeyen genç kız sustu bir süre. Sanki dili tutulmuş, zihni durmuştu. Bunca yıldır herkesten saklamayı başardığı sığınağı, resmen zaptedilmişti, hem de hiç tanımadığı biri tarafından. Evet, evet, işgaldi bunun adı. Sığınağıyla beraber, ruhu da bu işgalin kurbanı olmuştu. Tüm bunlar gelip üşüşünce genç kızın tepesine, rengi önce pembeye, sonra kırmızıya dönüştü. Kara gözlerinden ateşler yanıp söndü kara dumanlı. “”Bak,”dedi genç adama, “ben çocukluğumdan beri hemen her gün gelirim buraya. Artık bana ait sayılır. Yabancı birini istemiyorum. Sen de diğer turistler gibi gitsene kıyılara.”

Sözlerinin burasında sesi titremeye, gözleri dolmaya başlayınca sustu bir süre. Kendini toplamaya çalıştı, yutkundu bir iki kez. Sonra yeniden devam etti konuşmasına. Zaten söylenebilecek pek az şey kalmıştı geriye. Fakat en zoruydu bu kısmını söyleyebilmek onun için. İlk defa gördüğü birine, şimdiye dek içinde tuttuğu duygularını bir bir anlatabilmek hiç









kolay değildi ama mecbur hissediyordu buna kendini. Sığınağını koruyabilmek, bu adamı buradan uzaklaştırabilmek adına her şeyi yapacaktı. Söze başladığında hissettiği gerginlik bir anda kaybolmuş, anlatmaya başladıkça belirgin bir rahatlığa kavuşmuştu. Sanki tutukuları o farkına bile varamadan akıyorlardı dudaklarından. Sanki Deniz değildi konuşan, içinde başka biri vardı ve hissettiği her şeyi döküyordu orta yere. Çok korkusuzdu o her kimse. Hiç çekinmeden, fütursuzca açmıştı yüreğini. O konuşuyor, yabancı ise gözlerini bile kırpmadan dinliyordu. Bu çok iyi gelmişti kıza, omuzlarındaki  koca koca yükler  boşalıyorlardı teker teker, hızla hafiflemekteydi. Dünya da genişlemiş gibiydi onunla birlikte. Hava ferahlamış, her bir köşe bucağa taptaze bir serinlik yayılmıştı. Düşleri, cam bir şişeden damla damla akıyorlardı maviliklere. Sularla buluştuklarında, küçük beyaz köpükler birleşip, neşeli büyük köpükler haline geliyorlardı. Esintileri, Ege meltemine karışmış, uçuşuyordu genç kızın dalgalı saçlarında.

“Tüm düşlerimi burayla paylaştım ben.” dedi, konuşmasını bitirirken. “Biliyorum.” diye cevapladı genç kızı yabancı. Bunu söylerken, gerçekten de, her şeyi bilen, bilge bir hal vardı üzerinde. Deniz sordu merakla;

_Nereden biliyorsun?

_Dedim ya, burada yaşıyorum. Buranın denizinin yakamozlarını bilirim. Rüzgarı üşütmez beni. Dağlarında açan her bir çiçeği kokusundan tanırım. Hep seni dinlerdim. Sesinin tınısı kazınmıştı yüreğime. Böylesine durgun görünüp de, yaşadığın fırtınalarla nasıl başa çıktığını düşünüp dururdum.

“Anlamıyorum.” dedi Deniz, “Hiç anlamıyorum.”

_Anlaşılmak kolay mı! Seni anlayan kaç kişi var ki etrafında. Hiç değil mi!

_Hiç.

_Ya, gördün mü! Uzun yıllar bile yetmiyor bazen.

_Kimsin sen ?

Deniz bu soruyu sorarken, bir kaç adım geri gitmiş, yeni bir ürkeklik bedeninde gezinmeye başlamıştı.

_Belki hiç kimse, ya da, ömrü boyunca denizlerde olan  biri.

_Balıklar yaşar denizde.









_Sadece balıklar mı! Deniz dibinde yaşayan pek çok canlı var. Bir sürü canlı, hatta yosunlar, hatta süngerler, hatta deniz kabukları. Deniz dibinde bambaşka bir hayat var. Kimse bilemez, başka bir boyut orası.

_Sen insansın ama!

_Peki, deniz kızları?

_Deniz kızları mı, onlar masallarda olur.

_Doğru masal kahramanlarıdır onlar ama denizlerdedir hayatları.

_Yani, deniz kızları var gerçekten öyle mi?

_Sence?
_Bilmem.

_Senin gibi düşlere sahip olan biri, onlara da inanmalı.

Deniz bu söz üzerine, kırık bir gülüşle, annesinin her zaman söylediklerini hatırladı.

_Annem hep çok hayalperest olduğumdan bahseder.

_Ne güzel! Keşke herkes becerebilse hayal kurmayı.

_İşe yaramıyor bu çoğu kişiye göre.

_Dünya hayallerle kurulmadı mı!  Düşün bir kere, çevrendeki  her şey bir hayal ürünü. En basitinden, en karmaşığına kadar. Hepsini birileri hayal etti  başlangıçta.

_Doğru. Belki deniz kızları da vardır gerçekten.

_Varlar.

_Nasıl bilebilirsin ki?

Bu soru üzerine yabancı gözlerini genç kızın gözlerine dikti bir müddet. Hiç kıpırtısız durdu. Sonra denizde beliren  kımıldanma çekti  kızın dikkatini. Gümüşi, büyük bir yüzgeç görünüp kayboldu. Deniz her şeyi unutmuş, heyecanla bir çığlık atmıştı.

_Aa, kocaman bir balık! Nasıl gelmiş buraya?

“Balık değil o.” dedi yabancı.

_Değil mi, ne peki?

Genç adam hareketlendi tekrar. Ağır ağır kıza doğru yüzdü. Yaklaşınca durdu yine. Sonra, hafifçe yukarıya doğru zıpladı. Deniz neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, genç adamın havaya sıçramasıyla donup kaldı gördüğü manzara karşısında. Yabancının belinden aşağısı, tıpkı deniz kızlarınınkine benziyordu, insan değildi o. Genç kızın gırtlağına bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Ne bağırabiliyor, ne de konuşacak gücü buluyordu kendinde. Yabancı







ise, sanki onun bir şeyler söylemesini bekliyor gibiydi. Nihayet kızın ağzından fısıltıya benzer bir ses çıktı;

_Rüyada mıyım ben!

Genç adam ona bakarken, çaresizlik okunuyordu gözlerinde.

_Masallarda sadece deniz kızları var ama denizlerde yalnız değiller. Şimdi yanına gelebilmeyi ne kadar isterdim.

Genç kız kekeleyerek cevap verdi ona;

_Gitmeliyim ben.

Sonra dönüp arkasını yürümeye başladı. Başını çevirip bakmak istiyor ama yapamıyordu bir türlü. Yabancının “Gitme!” diyerek seslenişini işittiğinde bile bakmadı. En son şunları duydu uzaklaşırken.

_Yarın aynı saatte burada olacağım. Gel, ne olur gel.

   Akşam yemeği sonrasında odasına çekilmişti Deniz. Annesi babasının kahvesini verirken her zamanki gibi söylenmekteydi.

_Bu kızın hali hal değil bey. Allah hayırlara tebdil etsin

Adam büyükçe bir yudumu höpürdeterek aldı bol şekerli kahveden. Kaşları çatık hanımına baktı.

_Niye, nesi var ki?

Karısından önce annesi cevap verdi oğluna;

_Bu yaşa gelmiş kız evde tutulur mu. Ondan hep bu halleri. Everiverelim diyorum size tez elden.

_Doğru söyledin anne. Bizim Nihat’ı gördüm bu gün kahvede. Oğlu için ağzımı aradı ya, bir şey diyemedim.

Babaanne bu hayırlı kısmeti duyunca, ağzı kulaklarında, oğlunun koluna yapışmıştı hemen.

_Aman oğlum, kaçırılır mı hiç böylesi! Oğlan okudu etti, daha ne! Hemen deyiver de gelsinler.

_Eh, konuşurum yarın.

Deniz odasında, yatağının üstünde oturuyordu. Küçük gece lambasının hafif ışığı  aydınlatıyordu etrafı biraz. Duvarlarda gölgeler yapıyor, ışık oyunlarıyla boyuyordu dört bir yanı. Genç kız hala yaşadığı olayın etkisi altındaydı. Ve hala bunun hayal mi, gerçek mi olduğunun ayırdında değildi. O yabancının söylediklerini düşünüyordu devamlı. Bir hayal









sürer miydi bu kadar. Hayal kişilikleri böylesi doğru şeyler söyleyebilirler miydi. Gitmeli miydi yarın, yoksa, bir kaç gün oralara uğramayıp, unutmalı mıydı her şeyi. Ne karara varırsa

varsın, ayaklarının onu oraya götüreceğinden korkuyor, korkusu git gide artıyordu. Odanın kapısı açılıp, annesi içeri girdiğinde, Deniz’i gözlerini bir noktaya dikip, derin düşüncelere dalmış bir halde buldu. Öyle ki, onun yanına geldiğini bile farketmemişti. Yatağa ilişip, ellerini kızının saçlarında gezindirdi. Onu anlamaya zorlayarak kendini, başladı sözlerine;

_Güzel kızım, ne derdin varsa deyiver bana. Annenim ben senin, bana açılmayacaksın da kimlere dökeceksin derdini.

_Yok bir şey anne.

_Bak kızım, yarın görücüler gelecek sana. İyi bir aile, sen de he dersen, yaparız düğününü

inşallah.

_Anne, ben evlenmek falan istemiyorum.

_Fesupanallah! Nedir istediğin kızım, deyiver bana.

_Şehire gitmek istiyorum ben. Romanlarımı bastırmak, ünlü bir yazar olmak istiyorum. Okurum belki, ya da çalışıp, kendi paramı kazanırım.

_Yok kızım, olmaz o iş. Yazarlık da neymiş, erkek işi onlar. Bak, seni okuttuk, liseyi bitirdin.

Senden başka kaç kişi var buralarda okuyan.

_Bir işe yaramadıktan sonra.

_Artık evlenme yaşın geldi. Baban da öyle münasip görüyor.

_Anne, hayallerim var benim.

_Hangimizin yoktu ki!  Hele, bir yuva kurup, çoluk çocuğa karış da, unutursun hepsini.

Bunları söyledikten sonra ayağa kalktı annesi. “Hadi,” dedi, “bir güzel uyu şimdi.”

Ardından baktı Deniz. “Unuturum, senin gibi olur çıkarım.” diye  düşündü kendi kendine. İstediklerini gerçekleştiremeden yaşlanıp, unutulmak mıydı kaderi. Bu düşünce ürpertti onu iliklerine kadar. Hayır, buna izin vermeyecekti.

   Ertesi sabah yine sıradan bir güne uyandı. Düşünceleri de sıradandı. Sanki, dün o tuhaf şeyleri hiç yaşamamışcasına sakin görünüyordu. Her zamanki gibi kalktı, giyindi, kahvaltısını yaptı. Evdeki telaşı umursamıyordu hiç. Annesi ise, görücülere yaranabilmek uğruna, aşırı bir hazırlığa girişmiş, oradan oraya koşuşturup duruyordu. Babaanne divanda, ayaklarını altına toplayıp oturmuş, emirler yağdırırken gelinine, bir kızılderili reisi edası tavırlarına yansımıştı.









Annesi gözucuyla kızına baktıktan sonra, çıkıştı çoğu kez yaptığı gibi;

_Kızım, bir işin ucundan tutsana. Bana gelmiyor herhalde bu görücüler!

Deniz cevap vermeden ayakkabılarını giyip, dışarı attı kendini. Bu konuşmaları dinlemeye dayanamayacaktı daha fazla. Sık sık uğradığı çay bahçesine gitti yine. Bir tek orada olan, tadına bayıldığı ıhlamurunu yudumlarken, yabancıyı düşünüyordu. Ne evdeki yaşananlar, ne akşam gelecek görücüler yoktu aklında.

Sonara sahil kenarında gezindi. Çarşıyı dolaştı bir uçtan bir uca. Bu amaçsız gezintiler hoşuna gitmişti enikonu. Avareliğin tatlı sert halleri, başının üzerinde kaldılar bir süre. Vakit yakındı artık, buluşma saati gelmişti. Denizde yaşayan, yarı insan bir yabancıyla buluşacaktı ve çok sıradan bir randevusu varmış gibiydi. Gülümserken kendi kendine, “Belki de düşteyim ben.” diye geçirdi zihninden. “Şimdi gideceğim, ve her şey normale dönmüş olacak. Sığınağımda yine yalnız kalacağım.” Bu, onu bir an için mutlu eden bir düşünceydi. Hemen ardından incecik bir sızı hissetti bedeninde, bilmiyordu nedenini. Anlamsızlaşmıştı her şey. Gizli yerine doğru yaklaştıkça, tüm bunların bir hayal olduğuna iyice inandırmıştı kendini. Ama ağaçların arasına girip, denize yaklaştığında gördü yine genç adamı. Aynı yerde, aynı yüz ifadesiyle duruyor ve ona bakıyordu. “Geleceğini biliyordum.” dedi.

_Geldim evet. Çünkü, senin gerçek olup olmadığını bilmeye ihtiyacım vardı.

_Hala mı! Gerçeğim, söylemiştim sana.

_Sen gerçeksen, hayal ne o zaman? Benim düşlerim mi!

_Onlar da gerçek. Şimdi değilseler bile, olacaklar.

Genç kızın yüzünde, aklına bir fikir geldiğini belli eden bir mimik dolaştı.

_Tabii ya, eğer sen tam bir insan değilsen, ilahi bir tarafın vardır mutlaka.

_Belki.

_Öyleyse geleceği de bilirsin. Söyle bana, isteklerime kavuşabilecek miyim?

Yabancı, genç kızın bu soruyu sorarken, gözlerindeki umudu farketti. Onu ateşlemek de, söndürmek de elindeydi. İsterdi ki, o ümitli ışıklar hep var olsunlar Deniz’in gözlerinde, kaybetmesin onları hiç.

_Olacaklar elbet. Kim bir şeyi çok isterse kavuşur mutlak. Binlerce yıldır değişmemiştir bu kural.

Deniz pek de tatmin olmamıştı bu cevaptan. Omuz silkti, inanmaz bir hareketle.









_Dediğin gibi olsaydı, herkesin her isteği gelirdi yerine. Ama etraf kırık düşlerle dolu.

_Öyle mi! Demek, görebiliyorsun kırık düşleri sen!

_Gözle görülmez elbet. Ama hayalkırıklıkları belli olur, anlaşılır insanların yüzüne bakınca.

_Belki de onlar içten istememişlerdir. Tutkuya dönüştürememişlerdir arzularını.

_Benimki gerçek bir tutku, çocukluğumdan beri.

_Biliyorum. O yüzden olacak diyorum ya!

Deniz duymuyordu artık onu. Sadece genç adamın söylediği son cümleyi kendi kendine tekrarlayarak, kendi etrafında yavaş yavaş dönüyordu.

_Demek olacak, olacak demek!

Yabancı genç kızın haline biraz şaşkın bakıyor, gülümsüyordu hafifçe. “Dur. “dedi en sonunda, “Benim de başımı döndürdün.”

Bu sesle, adeta asırlardır süren bir uykudan uyanmış gibi oldu Deniz. Gözlerindeki uyku mahmurluğuyla baktı genç adama. Yabancı ise, onun duygularına ortaklık edercesine konuşuyordu;

_Olacak evet. Elinden gelen her çabayı sarfet. Olacak.

Deniz tekrar gerçeklerle yüzyüze kalmıştı bu sözlerle birlikte. Yüzü asılmış, önündeki imkansızlıklar, zihninde sıraya girmişlerdi.

_Ne yapabilirim, nasıl yapabilirim, hiç bir şey bilmiyorum ki!

_Öncelikle cesaretli ol. Her şeydir cesaret. Eğer yoksa, ne yaparsan yap, boşa gider.

_Nasıl?

_Hiç zor değil. Biraz cesaret, hatta kırntısı bile kafidir başlangıç için. İlk adımı atmaya yetecek kadar, gerisi de gelir.

_Peki ya sonra?

_Sonrasını yarın söyleyeceğim. Bu gece cesaretini toplayabilmek için dua et. Sadece bu kelimeye konsantre ol.

Deniz eve dönerken, hafızasında cesaret kelimesini saklıyordu. Yedi harfli bir kelime, ne

 çok şey ifade etmeye başlamıştı bir anda onun için. Oysa şimdiye kadar, cesarete ihtiyaç duyduğunu getirmemişti aklına hiç. Mütemadiyen dönüp dolaşan bir bilgisayar logosu gibi, bu kelime aklının her bir köşesinde dolanıyordu sürekli. Yer değiştiriyor, o yandan bu yana dönüyordu durmaksızın.









Kapıyı çalar çalmaz, hiddetle açtı annesi. Sanki kapının ardında onu bekliyordu. “Neredesin sen!” diyerek sorarken, sesi yine yüksek perdeden çıkmıştı.

_Neredeyse gelecekler, kız ortada yok. Oğlan anası olsam, valla almam seni. Baban içeride köpürüyor.

_Geldim işte anne.

Böyle söyleyerek, bezgin bir halde odasına girdi. Annesinin, yatağının üzerine bıraktığı elbiseyi giyindi hiç itiraz etmeden. İşte şimdi, evde koca bekleyen bir kız görünümüne bürünmüştü tam manasıyla. Ama fazlaca üstünde durmadı bu halinin. Aklında, denizdeki adamın dedikleri, kalbinde de, onun masmavi gözlerinde parlayan buz kırığı ışıklar vardı.

Geldi görücüler nihayet. Anasıyla babasının ortasında, zayıf kişiliği her halinden  belli olan, kendisinden ancak bir iki yaş büyükçe bir oğlan. Deniz, onunla evlenirse, nasıl bir hayat yaşayacağını, daha ilk bakışta anlamıştı. O akşamlık, yapması gereken vazifeleri yerine getirdi eksiksiz. Kahveleri ikram etti, üç çift göz tarafından, tepeden tırnağa süzülmek için, tepsi elinde bekledi. Annesiyle babaannesinin keyifleri yerinde, onlara göre kaçırılmayacak bu kısmetlere kendilerini beğendirebilmek uğruna, ne gelirse ellerinden, fazlasıyla yapmaktaydılar. Havadan sudan bir sohbetin ardından, kahvelerin de içilmesinden sonra, sıra isteme merasimine gelmişti. O da yapıldı usulünce. Babası  düşünmek için zaman vermelerini rica ettiğinde, karısıyla, annesi birbirlerine bakıyorlardı memnuniyetsizlikle. Oysa kararlıydı adam, ne de olsa kız babasıydı, nazlanmak hakkıydı bir parça. Görücüler ise, bu işin olacağından emin, ayrıldılar evden.

  Deniz, onlar gider gitmez, odasına girdi hemen. İçeriden konuşmalar duyuluyordu. İki kadın pek hevesliydiler, onlara kalsa, kızı hemen yarın evlendireceklerdi. “Çeyizi de hazır. Verelim bir an evvel.” diyordu annesi. “Daha küçükten, ellerimle hazırlamışım neyse ki. Yoksa, şimdi neyle kalkardık onca masrafın altından.”

Babaanne, gelininin iğneli laflarına pabuç bırakacak cinsten değildi hiç.

 _Elbet, hazır edeceksin, anası değil misin. Ne demişler, kız beşikte, çeyizi sandıkta.

Neyse ki, babası biraz beklemekten yanaydı, öyle hemen atılmak münasip düşmezdi. Deniz,

kulaklarında, onun geleceği ile ilgili konuşmalar çınlarken,  daldı uykuya. Ne kolaydı onlar için bir genç kızın hayatını, kendi isteklerine göre, bir kaç dakikada planlayıvermek.









Çocukları diye, her şeye hakları var sanıyorlardı. Gözlerinden akan damlalar, yastık kılıfının desenlerine karışıp, bir papatyanın sarı yapraklarına hapsoldular.

   Yine, dertlerini paylaştığı sığınağında ve yabancının yanındaydı. Genç adam beklemişti onu, zaten ondan başkaca da yoktu bekleyeni. Deniz fazla sabremedi, merakı had safhadaydı çünkü.

_Bu gün bir şey daha söyleyecektin.

_Sana bir deniz kızı hikayesi anlatmamı ister misin?

_Peki.

_Eskilerden bir zaman, benim gibi, yeryüzüne meraklı bir deniz kızı varmış. Her fırsatta, soluğu denizin üstünde alırmış. Bir gün, yine suyun yüzüne çıktığında, yakışıklı bir balıkçıyla karşılaşmış. Güneş batana dek konuşmuşlar. Ayrılırlarken, balıkçı, “Tam bir ay sonra, seni aynı yerde bekleyeceğim. Gelirsen, ömür boyu tek sevdiğim olacaksın.” demiş.

Deniz kızı, mutlulukla dönmüş denizler ülkesine. Deliler gibi aşıkmış balıkçıya. Kızın aşkını duyanlar ve aşka inanmayanlar, “Hiç boşu boşuna gitme!” demişler. “Aldatmıştır seni. Gelir mi hiç, ne yapsın senin gibi bir deniz kızını! Yaşayamazsın ki yeryüzünde sen!”

Deniz kızı kanmamış önceleri bu sözlere. Ama zaman geçtikçe etkilenmeye, etkilendikçe de

umutsuzluğa kapılmaya başlamış. Artık güvenmiyormuş yakışıklı balıkçıya, gelmeyeceğine inanıyormuş. Bu yüzden de, buluşacakları gün gelip çattığında, çıkmamış yeryüzüne. Denizler ülkesinde kalıp, saatlerini ağlayarak geçirmiş.

Yakışıklı balıkçı beklemiş akşamlara dek deniz kızını. Günün bitimiyle beraber ayrılmış oradan üzüntüyle. Deniz kızı hayatı boyunca pişmanlık duyup, mutsuz olmuş. Başkalarının sözlerine inanarak, avuçlarında tuttuğu mutluluğu kaçırmak çok zor gelmiş ona.

Genç kız anlamıştı yabancıyı. “Yani, kimseyi dinlememeli, öyle mi?”

_Sen sadece kendine kulak ver. O ne diyor, onu dinle. En doğruyu sadece böyle bulursun.

_Oysa, büyükleri dinlemek gerektiğini söylenir her zaman bizim buralarda.

_Tutkularını dinle. Düşlerinin peşinde dolaş. Anahtar bu işte.

_O zaman, gitmem lazım buralardan. Şansımı denemeliyim.

_Ne duruyorsun o halde!

_Nasıl gidebilirim, bilemiyorum.

_Nasıl diye düşünürsen, hiç bir zaman uygulamaya geçemezsin. Sadece yap, düşünme.

Deniz o gece, biriktirdiği paraları koydu cüzdanına. Bir iki parça kıyafeti çantasına yerleştirdi.

Yazılarını aldı yanına, en önemlisi onlardı. Sırf onlar için göze almıştı her şeyi.









Sabah erkenden ayrıldı evden. Hiç kimseye görünmeden, kimseyle vedalaşmadan gitmek üzüyordu onu en fazla, ama yoktu başka çaresi. Bilselerdi, asla izin vermez, onların istediği hayatı yaşaması için baskı yaparlardı. Oysa Deniz, kendi seçtiği yaşamı, sadece ona ait olan hayatıın yollarında yorulmak istiyordu. Gitmeden önce, genç adamın görebilmek için son kez,

sığınağına gitti. Yabancı, daha onu karşıdan görür görmez, anlamıştı  gideceğini.

_Nihayet gidiyorsun değil mi!

_Nereden anladın ?
_Gözlerinden. Onlar çoktan alışmışlar özgürlüğe.

_Gidiyorum, böyle olması gerek.

_Biliyorum başaracağını.

Adam, elini suyun içine sokup, bir kutu çıkartarak uzattı genç kıza. Deniz kutuyu alırken, bir yandan da sordu;

_Nedir bu?

_Deniz kızlarının hazinesi. Altınlar var içinde, gerekirse harcarsın. Denizlerden, Deniz’e bir armağan.

“Ama,” diye itiraz edecekti ki genç kız, yabancı  susturdu onu.

_Hayır deme sakın. Bu, sana denizlerden gelen yabancının da hediyesi aynı zamanda. Kabul etmeni istiyorum.

_Teşekkür ederim.

Deniz gitmeliydi artık. İlk otobüsü yakalaması gerekliydi. Vedalaştı yabancıyla. Arkasını dönüp, bir iki adım yürümüştü ki, genç adamın sesini duydu;
_Bir gün, belki deniz kızının hikayesini de yazarsın.

Döndü genç kız, ”Yazacağım!” diye cevapladı onu.

_Başka denizlerde buluşacağız yine.

Yabancının bu sözlerine el sallayarak karşılık verdi Deniz, sığınağını ona emanet ederek yürüdü, bildiği bir geleceğe doğru atıyordu adımlarını.





                     

  S O N

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder