4 Eylül 2014 Perşembe


 

 

                                                      KURALDIŞI

Kuralların yıkılmak için olduğu söylense de, hepsini kapsamamaktadır bu söz. Evet zordur kurallara uymak. Gün gelir kısıtlandığınızı hissedersiniz. Duvarları kimse tarafından görünmeyen ama sizin varlığını hep duyumsadığınız bir hapishanede gibisinizdir. Toplum, koyduğu kurallarla hızla sizi homojenleştirmek için uğraşırken, öte yandan da her ailenin kendine has kuralları, tek ortak yanları olan bireyin farklılıklarını tırpanlama görevini yerine getirdikten sonra, gönül rahatlığıyla sizi aynı insanlardan oluşmuş topluma  emanet etmek üzere çabalar dururlar. İyi bir şey yaptıklarına inanmaktadırlar tüm kalpleriyle. Herkesi benzer yapan, farklı olanı hemen ayıklayan,başka başka renklere izin vermeyen, aykırı sesleri susturan, başını kardelenler misali kaldırmaya çalışanları anında eziveren bu sosyal düzeni yıkmak belki de insanlığı kurtaracaktır. Tek önemli olan sizsiniz, önce sizsiniz. Kendinizi iyi hissetmeniz, kendinizden memnun olmanız önemli. Sizi bu duygulardan uzaklaştıran her şeyi elinizin tersiyle itin hiç çekinmeden. Buna sonuna kadar hakkınız olduğunu asla unutmayın.

Bir de bu konunun başka bir yönü var. Bazı kurallara uymamız hayati bir zorunluluktur. Her gün bu ülkede trafik kazaları oluyor. Alıştık mı artık bunlara, kanıksadık mı! Her yaz gençler boğularak hayata veda ediyorlar. Farkında mıyız! İş kazalarında, depremlerde, sellerde insanlar ölüyorlar. Alınabilecek küçük önlemlerle, bazı kurallara uyularak kurtarılabilecek nice  hayat yok olup gidiyor. Medeni ülkelerin hiç birinde yaşanmayan kazalar neden bizim ülkemizde yaşanıyor. Bunu hiç sorguluyor muyuz!

Alkollü araba kullanıyor ama emniyet kemeri kullanmıyoruz, trafik kurallarına uymuyoruz, yüzmenin yasak olduğu yerlerde yüzüyor, baraj kenarlarında piknik yapıyor,iş güvenliğini göz ardı ediyor, ormanlarda ateş yakıyor, hala deprem yönetmeliğine uygun olmayan konutlarda oturuyoruz.

Hayatımızı kurtaracak yasaklara uymazken, hayatımızı kısıtlayan her dayatmaya sorgusuz boyun eğiyoruz. Nedir bu! Cehalet mi, vurdunduymazlık mı, umursamazlık mı, geleneksellik mi, alışkanlık mı! Her neyse vazgeçmeliyiz bir an önce. Yanlış neredeyse artık düzeltmenin zamanı. Geç kalınmış olsa da, hiç bir şey için geç değildir deme zamanı. Artık bu toplumun kendine gelme zamanı...

 

AYTÜL BİNGÖL

 
KADIN KATLİAMI
Kadınlar ölüyor efendiler. Hani peygamberimizin size emanet ettiği, atamızın yanınıza yoldaş eylediği kadınlar! Ölüyorlar, öldürülüyorlar. Eşleri, sevgilileri, babaları, kardeşleri tarafından, sizler tarafından öldürülüyorlar. Trafik kazalarında, işçi ölümlerinde dünya sıralamasındaki en ön saflarda aldığımız yer, kadın cinayetleriyle perçinleniyor.

Kadınlar öldürülüyor. Namus yüzünden, eşinden ayrılmak istediği için, bir erkeğin aşkına karşılık vermediğinden öldürülüyor. Kadını öldürmeye hakkı olduğunu düşünen erkek eliyle tarafından hayatlarına son veriliyor.

 Adalet  sus pus, insanlık sus pus. Tehdit edilen ve koruma isteyen kadınlara bu hak tanınmadığı için meydana gelen yüzlerce cinayete sadece seyirci kalmakla yetinen koskoca bir ülke, Türkiye!

Türkiye, kadınları katledilirken sessizliğe bürünen bir ülke. Okullardan alınıp küçük yaşta evlendirilen, parayla satılan, dövülen, aşağılanan, aldatılan,tecavüze uğrayan, evden atılan, üzerine kuma getirilen kadınlar. Kendilerini evlatlarına  adayan, hayatlarından vaz geçen kadınlar.

Kadınlar öldürülüyor efendiler. Örselenmiş bedenleri kurşunlanıyor. Hep eksik kalmış ruhları bıçak darbelerine maruz bırakılıyor. Anneler, çocuk gözlerin önünde veriyor son nefeslerini. O çocuk gözlerin çocukluk anıları, gençlik hayalleri kristal parçacıkları gibi savruluyor dört bir tarafa. Kadınlar hiç sebepsiz sunuyorlar yaşamlarını erkeklerin bitimsiz, tatminsiz, anlamsız egolarının emrine. Hem de o kadar uğraşmışken hayatın bir dalına tutunabilmek için, o kadar mücadele etmişken.

Her geçen gün yaşanan her şeyi biraz daha kanıksayan bir toplumun umursamazlığıyla yok oluyor kadınlar. Arada bir yükselen cılız itiraz sesleri bir kaosun içinde duyulamadan kaybolup gidiyor.

Kadın katliamı sürüp giderken hızını hiç kesmeden, annesiz kalan çocuklar, umutsuzluğa mahkum edilmiş bir ülkenin sokaklarında çaresizce dolanıyorlar. Aşkın kıyılarında gezinen genç kızlar, pembe hayallerini geride bırakıp, sisler içindeki geleceklere ürkek adımlar atıyorlar. Ne yargıya, ne adalete inanan insanlar, özgüveni eksik , psikolojisi bozuk bir toplumun bireyleri olarak yaşamak zorunluluğunu ağır bir yük gibi omuzluyorlar.

Katiller geziniyor aramızda. Kadın kanıyla erkekliklerini ispat ettiklerini sanan katiller! Namuslarını kurtardıkları gerekçesiyle neredeyse arkaları sıvazlanan canavarlar! Erkek egemen yargının, büyük gayretlerle arayıp bulduğu nedenlerle ceza indirimi alan ve tekrar sokaklara çıktıklarında, öldürmek için yeni kurbanlar seçen kendilerine zavallılar!

Suçlu arandığında bir gün kim kalkacak ayağa! Bu yüzyılda hala kafalarını kadınların yaşamları, giyim kuşamları ve namuslarıyla  uğraşmakla meşgul eden geri kalmış toplum mu! Çocuklarını yanlış yetiştirdiklerini anlamamakta direnen kutsal aile birliği mi! Yüzlerce adaletsizliğin kol gezdiği bir ülkede adaleti sağlamaktan aciz adalet sistemi mi! Allahın onlara verdiği en büyük mucizeye, doğurganlığa rağmen, kendilerini erkeklerden aşağı gören, değerlerinin farkına varamayan kadınlar mı!

Kadınlar ölüyorlar efendiler. Yaşama hakları alınırken ellerinden konuşamıyorlar, savunamıyorlar kendilerini. Anne yüzlerini unutmak isteyen, yaraları sarılmamış çocuklar emanet ediyorlar bize ölürken.

Değişebilirse kadınlar bir gün, her şey değişecek!

23 Aralık 2012 Pazar


 

KAYIP  GÜL

Türü : Roman

Yazan : Serdar Özkan

Yayınevi : Timaş

Basım Tarihi : Ekim 2009

Sayfa Sayısı : 205

 


Kayıp Gül  ilk basıldığı yıl en çok satanlar listesindeki kraliçeliğini uzun zaman sürdürmüş ve 1.000.000 dan fazla okuyucunun yüreklerine dokunmayı başarabilmiş bir kitap. Üstelik ünü, ülkesinin sınırlarını da aşmış, 65 ülkede, 44 farklı dilde hayranlarına hayran katmış. Amerika’da Penguın, İngiltere’de Random House ve dünya çapındaki bir çok yayınevi tarafından basılmış. Martı, Simyacı, Küçük Prens gibi çok ünlü romanlarla kıyaslanmıştır.

Roman, Diana’nın kendine yaptığı içsel bir yolculuğu anlatırken, okuyanları da buna davet ediyor.

Diana bir hukuk öğrencisidir. Lüks bir hayata, zengin bir çevreye sahip bir genç kız. Her ne kadar hukuk okusa da, kalbinin sesi durmaksızın ona yazar olmasını fısıldar. Ama Diana için önemli olan o fısıltılar değil, başkalarının ne dediğidir.

Ölmek üzere olan annesinden, babasının yaşadığını ve  Mary adında bir ikizi olduğunu öğrendiğinde hayatı tamamen değişmeye başlar. Annesi ona yazdığı bir mektupta kızkardeşini bulmasını istemiştir.

Diana’nın elinde ipucu olarak sadece bir kaç mektup vardır. Güllerle konuşabildiğini öğrendiği ikizi   Mary’nin annesine yazdığı mektuplar.  Bu mektuplar onu İstanbul’a sürükleyecek, orada annesinin arkadaşı Zeynep ve daha bir çok ilginç insanla tanışacak, gül kokularıyla bezeli bir yolda hayallerine doğru yürüyecektir.

 

Kayıp gül  kendini keşfetme destanı. Kişisel gelişim kitabı olarak da tanımlanabilir ama bunu bir romanın lezzetiyle sunuyor. Çor farklı temalara değiniyor yazar romanda. Türk kültürünün yanısıra, mitoloji ve tasavvufla ilgili konular da ilgiyle okunabilir. Nasrettin Hoca’dan, Sokrates’e  geniş bir yelpazenin içinde insan portrelerine de yer verilmiş.

Bir üçlemenin ilk kitabı sayılsa da, her birini birbirinden bağımsız olarak da okuyabilirsiniz keyifle. Ben okumaya sonuncudan başlayıp birinciye doğru yaptım bu yolculuğu. Güzeldi, sonsuzdu, iç sızlatıcıydı.

 KAYIP GÜL 2  ÖLÜMSÜZ KALP

Türü :  Roman

Yazan :  Serdar Özkan

Yayınevi :  Artemis

Basım Tarihi :  2011

Sayfa Sayısı :  304
Kitap Diana ve Mary ismindeki ikiz kardeşlerin hikayesini anlatıyor.  Diana kalbinin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkmak zorundadır. Eğer bunu yapamazsa, kızkardeşini doğum gününde Ben canavarı yiyecektir ki, üç gün sonra da ikizlerin doğum günüdür. Yani Diana zamanla yarışmaktadır.

Ölümsüz Kalp çocuklar içinmiş gibi görünse de, aslında her yaşın kitabı. Hangimizin derinliklerimize çekilmeye ihtiyacı yok ki! Hangimizin kalp sesimize kulak verme zamanı gelmemiş ki!  Çok sade bir dili olan Ölümsüz Kalp, bir çocuk saflığıyla bakmamızı söylüyor kendimize. Mutluluğa giden yolu anlatıyor. Çocuksu, şirin bir kitap. Sizi eğlendiriyor, iç geçirtiyor özlemle, çocukluğunuzun dünyasına gönderiyor. Hayatın anlamsızlığı içinde debelenirken,neleri kaçırdığımızı haykırıyor suratımıza. Küçük bir kızın ağzından sevgiye çağırıyor büyükleri.
KAYIP GÜL EKİM YAĞMURLARI

Türü : Roman

Yazan : Serdar Özkan

Yayınevi : Artemis

Basım Tarihi: Ekim 2012

Sayfa Sayısı : 206

Kahramanımız yine Diana ve hala kendini tanımaya, anlamaya uğraşıyor. Sevgilisi Mattias ile Efes’e  ekim yağmurlarını görmeye gitmeyi planlamışlardır fakat Mattias bundan vazgeçer. O, kendi yolculuğuna tek başına çıkmak istemektedir. Diana ölmüş annesinden bir mektup alır. Annesi ona Efes’e gitmesini ve mavi elmas vazoyu bulmasını yazmıştır. Nedir bu vazo, niçin onu bulması gerekmektedir, gerçekten var mıdır böyle bir vazo yoksa sadece bir şeyin simgesi midir! Diana’nın bu konuda hiç bir fikri yoktur. Kafasında binlerce soruyla çıkar yola. Annesini çok eskiden tanıyan Bedrettin dedenin evinde dört gün misafir olacak ve oradan da Efes’e gidecektir. Bedrettin dedenin deniz kenarında şirin bir evi, çok güzel bir bahçesi ve kendileriyle konuştuğu gülleri vardır. Dört gün boyunca her gün başka renk güllerle konuşurlar. Birinci gün sarı güller dökerler içlerini. İkinci gün sıra turuncu güllerindir. Pembe güller üçüncü günün konuğudurlar. Dördüncü gün eflatun güller dile gelirler. Bir de mavi gül vardır pek az konuşan. O diğer gülleri dinler ve en son hep aynı cümleyi söyler;

_Birbirnizi sevin, birbirinize eğilin
 Dıana sorar, Bedrettin dede tercüman olur ona, güller cevaplandırırlar sorularını. Bu sohbetler, genç kadına bambaşka sırların kapısını aralayacak, aşka değişik bir pencereden bakmasına sebep olacaktır. Eğer hala, kalbinizin bir kıyıcığında, gerçekleşemeden kalakalmış bir hayaliniz size kendini hatırlatıyorsa arada bir, okuyun Kayıp Gül’ü. Okuyun tekrar tekrar, sonra her şeyi bir kez daha düşünün.

Aytül Bingöl

 

 

 

 

 

17 Aralık 2012 Pazartesi


 
 
KÜÇÜK  MUCİZELER  DÜKKANI
MARTI DERGİSİ ARALIK  2012 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
 

Çevirmen:Ozan Aydın


Sayfa Sayısı: 480


Dili: Türkçe


Yayınevi: Martı Yayınları

 

Çoktandır ayrı kaldığımız soğukların artık iyiden iyiye kendilerini  bize hissettirdikleri  şu günlerde,  okuyunca, sıcacık  bir odun sobasının başında, mis kokulu bir çay içiyormuşcasına duygularınızı  ısıtacak bir kitap ararsanız, Küçük Mucizeler dükkanına  buyurun. 

Eğer  inanıyorsanız  mucizelere,  işte size inancınızı daha  da güçlendirecek  nedenler.  Yok,  “Mucize  de  neymiş!”  diyenlerdenseniz,  işte  size  fikrinizi değiştirecek  nedenler.  Hepsi  Küçük  Mucizeler  Dükkanında  sizleri  bekliyor.  Her ne şekilde olursa olsun, karlı çıkacak sizsiniz

Debbie  Macomber’ın  anlatımı  çok  samimi,  yazı  dili  gayet  sade,  kahramanları  hemen  her  yerde  karşılaşabileceğimiz  insanlar.  Belki  de  bu  yüzden  onların  yaşadıkları  çok  tanıdık  geliyor  okurlara.

Okunması  çok  rahat  bir  kitap.  Yorgunken,  kırgınken,  kızgınken  hatta,  elinize  alıp  bir  kaç  sayfa  okuduğunuzda,  rahatladığınızı,  içinizi  filizi  bir  umut  kapladığını  farketmeniz  içten  bile  değil.  Küçük  Mucizeler  Dükkanı  ümitli  bir  kitap.

Romanda  birbirine  benzemeyen   dört  kadının,  bir örgü kursunda  kesişen  yolları  anlatılıyor.  Bu  kadınlar  apayrı  sosyal  çevrelerden  gelen,  farklı  yaşlarda,  bambaşka  hikayelere  sahip  de  olsalar,  örgü  örmek  gibi  ortak bir  amacın sayesinde,  zamanla  birbirlerine  hoşgörülü  davranmayı  ve  dost  olabilmeyi  başarıyorlar.

Küçük  mucizeler  dükkanının  sahibi  Lydia  Hoffman  gençlik  yıllarını  hastanelerde  geçirmiş,  hayatını  yaşayamamış,  aşktan  korkan  bir  kadın.  Kendisine  kalan  mirasla  bir  tuhafiye  dükkanı  açıp,  burada  örgü  dersleri  vererek,  hayata yeniden  tutunmaya  çalışıyor.

Öğrencilerinin  en  yaşlısı  zengin  bir  kadın  olan  Jacqueline  Donovan.  Otoriter  bir  kadın  olan  Jacqueline ,  kocasıyla  uzun  zamandır  göstermelik  bir  evlilik  sürdürmekte.  Çok  bağlı  olduğu  oğlunun  onun  istemediği  bir  kızla  evlenmesiyle  büyük  bir  hayal kırıklığına  uğramış.  Gelininin  bebek  beklediğini  öğrenince, torununu  kendi  terbiye  edip  yetiştirmeye  karar  veriyor ve  ona  bir  şeyler örmek için katılıyor örgü kursuna.

Yürüyüşe  çıktığı  bir  gün  yolu  Küçük  Mucizeler  Dükkanına  düşen  Carol  Girard  yıllardır çocuk  sahibi  olmak  için  uğraşan  fakat  bunu  başaramayan  bir  kadın.  Bu  dükkanın  ona  şans  getireceğine  inanıyor  ve  kursa  katılıyor. 

En genç  öğrenci  Alix Townsed  ise sorunlu bir ailede  büyümüş,  mutsuz  bir  çocukluk  geçirmiştir.  Ev  arkadaşı  çantasına  uyuşturucu  koyunca,  kamu  cezası  alan  genç  kız,  bu  örgü  kursu  sayesinde cezasını  ödeyebileceğini  düşünerek  kursa  katılıyor.

Öğrenciler bebek battaniyesi  örmeye başlarlar ilk olarak ve o battaniye  her birinin hayatına  sürprizler  katar. Onları mucizelerin her  an yaşamımıza misafir olacaklarına inandırır. Merak edenler  için, bu sihirli battaniyenin  tarifi kitabın sonunda yer alıyor. Belki siz de örmek ve mucizelerine tanıklık  etmek  istersiniz.

Aytül  Bingöl

BAB_ I  ESRAR

Türü : Roman

Sayfa Sayısı : 396

Basım Yılı : 2012

Yayınevi : Doğan Kitap

Yazarı : Ahmet Ümit

 

    Kitabı ilk elime aldığımda isminden etkilemiştim. “Oku, sırlarıma vakıf ol!” diye fısıldıyordu adeta. Ben de bu fısıltıya kulak verdim. Yediyüz yıldır hala gizemini koruyan Şemsi Tebrizi cinayetini irdelemesine karşın,  Bab_ı Esrar’ı sadece bir gerilim romanı olarak nitelemek yanlış olur. Ahmet Ümit’in romanlarındaki polisiye lezzetler bu romanda arka planda kullanılmış.

Bab_ı Esrar bir sırlar kitabı. Şiirsel, destansı, mistik, fantastik bir roman. Hayatın amacını, aşkın manasını, inancın derinliğini sorguluyor. Maddi ve manevi yaşamın farklı yönlerini gözlemleyerek ezoterik bir kimlik katıyor yazar anlatımına.  Mevlevilik baz alınarak, din, gerçek aşk, inanç, mana hayatı üzerine okuyucuyu düşünmeye, araştırmaya iten farklı konuları koyuyor ortaya.

   Kitapta ilk tanıştığımız karakter, Londralı bir sigortacı olan Karen Kimya. Annesi Susan ingiliz, eski bir hipi. Babası, Karen oniki yaşındayken onları terkeden ve bir daha hiç görmediği Konyalı mevlevi Poyraz. Rüzgarlı bir günde mevlevihanenin kapısına sepet içinde terkedilmiş bir çocuk. Karen’in babası doğunun mistisizimini, annesi batı kültürünü temsil ediyor. Karen batının kapitalist sistemiyle büyümüş bir genç kadın. Onları terkettiği için babasına büyük bir öfke duyuyor. Anne Susan romanda sadece telefonun ucunda bir ses olarak betimlense de, hayatla ilgili çarpıcı yorumlarıyla zaman zaman şaşırtıyor okuyucuyu. Karen babasıyla birlikte küçük bir kızken geldiği Konyaya bu kez iş için gelmiştir. Sigorta şirketine 3000 paunda malolacak bir iştir bu. Ziya Kuyumcuzade’nin sahibi olduğu Yakut otelde çıkan yangını araştırmaktır görevi. 

     Karen bu efsunlu şehre ayak basar basmaz tuhaf duygulara kapılır. Babasının verdiği fakat hiç kullanmadığı Kimya ismiyle çağrıldığını duyar. Bu gizemli sesin sahibini bulmaya çalışırken, rüya ile gerçek arası bir şekilde karşılaştığı siyahlar içindeki derviş ona bir yüzük verir. Kanayan bir yüzüktür bu. Karşılaştığı dervişin Şemsi Tebrizi olduğunu anlamasıyla kendini bir maceranın içinde bulur. Şems genç kadına kendisini cinayete sürükleyen olayları gösterir. Karen tüm olanları Şems’in bedenine girerek yaşar. Şems’in gözleriyle bakmaktadır hayata.   Bu rüya aleminde hayallerle başbaşayken, öte yandan da, otelin kundaklandığını ispatlamaya çalışmaktadır.

     Karen’in özel hayatı da oldukça karmaşıktır. İngiliz bir doktor olan sevgilisi Nigelden hamiledir. Fakat Nigel çocuğu aldırmasını ister oysa Karen bu konuda kararsızdır. Bu karmaşıklık içinde, babasının üyesi olduğu dergahın müritlerinden, aynı zamanda da Poyraz’ın en iyi dostu ve Yakut otelin sahibi Ziya’nın babası İzzet efendiyle tanışır. Bu yaşlı adamla yaptığı sohbetler mevlevi felsefesiyle ilgili doneler verir genç kadına.

Şems’in hayatına doğru çıktığı astral yolculukta, ona babasının verdiği ama o güne kadar hiç kullanmadığı Kimya ismi eşlik etmektedir kendisine. Şems’in anlatmaya çalıştığı sırra Karen bir çok badire atlattıktan sonar vakıf olabilecektir. Nihayet, Karen hayatın anlamını çözer. Çocuğunu doğurmaya karar verir. İşle ilgili konu da bir çözüme ulaşır. Kanayan yüzüğün manasını idrak eder ve babasını affeder, ruhunu özgürlüğe bırakır.

    Roman kayıp  babasıyla doğmamış çocuğu arasında kalmış bir kadın gözüyle yazılmış. Hikaye, bir yüzük üzerinden büyük bir sırrın perdesini aralıyor. Olayların  kurgusu gayet başarılı, kahramanların arasındaki örgüler ustaca kurulmuş. Ahmet Ümit romanına, mevleviliğe, tarihe, Konya’menkıbeler de yerli yerinde ve hikayenin lezzetini artırıyor.

Kuranı Kerim ve Mesnevinin haricinde, Şems’in Makalat, Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri, Feridüddin  Attar’ın Mantık Al Tayt, İbnül Arabi’nin Fusus’l Hikem kitaplarından yapılan  alıntılar,  Bab_ı Esrar’da tasavvufla gerilimi biraraya getirip, çok güzel bir hikaye oluşturuyor.

Konya’yı geçen sene ziyaret etmiştim. Kitabı bitirdiğimde, bir kez de, elimde Bab_ı Esrar’la gitmek, o mekanlarda okumak arzusuna kapıldım romanı.

Aytül Bingöl

 

HÜZNÜN YARAŞTIĞI KADIN _ FATMA ALİYE

 

 

                                                                FATMA    ALİYE   HANIM

                                                                         (1862_1936)

                                                           HÜZNÜN  YARAŞTIĞI  KADIN

 

      Adetmiş  bir  zamanlar,  bebek  dünyaya  ilk  gözlerini  açtığı anda,  “Güzel  olsun!”,  “Kısmeti  bol olsun!”,  “Bahtı  açık olsun!”  gibi  dualar  etmek.  Fatma  Aliye’nin  ebesi  de  nereden  aklına  geldiyse,   “Akıllı  olsun!”  dileğinde  bulunmuştu  küçük  kız  için,  bebeği  annesi  Adviye  hanımın  kollarına  verirken. 

Melekler  o  an  her  vakitkinden  daha    gayretliydiler  yoksa  ebe  kadın    şanslı  günündeydi  bilinmez!  Gelgelelim,  meleklerin  bu  dileği  duydukları  besbelli  ki,  küçük  bebek  gün  gelmiş  Osmanlı’nın  ilk  kadın  romancısı  ve  sayılı  entellektüellerinden  birisi  olarak  yazdırmış  adını  edebiyat  tarihimizin  hüzün  kokulu  sayfalarına. 

 Fatma  Aliye  doğuştan   bu  dünyaya  ayrıcalıklı  gelenler  sınıfına aitti.  Babası  Osmanlının    yetiştirdiği   en  önemli  tarih  ve  devlet  adamlarından  birisiydi.  Kısas_ı  Enbiya  ve  Mecelle  gibi  eserler  meydana  getirmiş  olan  Cevdet  paşanın,  kızına  en  iyi  tahsil  imkanlarını  sunması  sayesinde,  Fatma  Aliye  arapça,  matematik,  hukuk,  arap  tarihi  ve  felsefe  eğitimi  görmüş,  ağabeyi  Ali  Sedat’ın  evde  özel  hocalardan  aldığı  derslere  katılarak  fransızcasını  geliştirmişti.  Daha  pek  küçükken  felsefeye  alaka  gösteren   çocuk,  babasıyla  Aristoteles,  Platon,  İbn_i  Rüşt  gibi  ünleri  yedi  cihanda  duyulmuş  düşünürlerin  felsefeleri  üzerine  uzun  uzun  konuşup,  fikir  alışverişinde  bulunur,  her  defasında  da  Cevdet  paşayı  hayretten  hayrete  düşürürdü  yaptığı  yorumlarla.

 

Her  ne  kadar  Fatma  Aliye  ilk  kadın  romancımız  olarak  anılsa da,  bazı  çevreler  bunun,   1877’  de  Aşk_ı  Vatan  isimli  bir  roman  yazan  Zafer  hanıma  karşı   haksızlık  olduğunu  düşünmektedirler.  Lakin  Zafer  hanım  tek  bir  romanla   kalıp,  devamını  kimbilir  ne  sebeple  getiremediğinden,  kendisinden   sonra  gelen   ve  çok  sayıda  eser  veren  Fatma  Aliye   bu  ünvanı  rakibesinin  avuçlarından  alıvermiştir  sessizce.  Belki  kırılmıştır  Zafer  hanımın  narin  kalbi.  Belki  de ,  bir  kadının  elinden  çıkan  ilk  romanın  hep  kendine  ait  olacağının  bilinciyle  mutlu  kalmıştır.

Belki   Zafer  hanım  mücadeleci  değildi  Fatma  Aliye  kadar.  Belki  o  gücü  hiç  bulamadı  yorgun  duygularında.   Belki  daha  bile  büyüktü  de  hayalleri  Fatma  Aliye’ninkilerden,  cesaretin  güvenli  omuzlarına  sığınamadı  hiç.  Belki  kader  böyle  istedi.  Belki  tarih  böyle  yazılmalıydı.  Belki  her  şey  olması  gerektiği  gibiydi.

Aşkın  pırıltılı  okları,  artık  bir  genç  kız  olan  Fatma  Aliye’nin  kalbini  de  esir  etmişler miydi  kendilerine,  tam  on  yedi  yaşında  Gazi  Osman  paşanın  yeğeni  kolağası  Faik  bey  ile  evlenirken. Yoksa  aşkı  hiç  tadamadığından  mıydı  romanlarında  sevdadan  söz  açması  sıkça! 

Kocası,   onu  varolduğunu  en  çok  hissettiği  şeyden,  okumaktan  menettiğinde  ne  hissetmişti!  Duyduğu  öfke  daha    sonsuzdu  sırlarla  dolu  semalardan!   Öylesi  güçlü  bir  karaktere  sahip  bir  kadın  bu  yasağa  dayanırken,  neler  kopup  gitmişti  içinden! 

Vazgeçmedi.  Gizli  gizli  okumaya  devam  etti  tam  on  sene  boyunca.  Ve  azmin  zaferi  kazanınca her  daim  olduğu  gibi,  1889’da  George  Ohnet’in  Volonte  adlı  romanını  Meram  ismiyle çevirerek,  “Bir  hanım”  imzasıyla  yayınlandı. 

Kimi  zaman  dostluk  aşktan  daha  sıkı  sarıp  sarmalayıverir   insanoğlunu.   Tıpkı,   Fatma  Aliye  ile,  çalışmaları  dikkatini  çekince  bu  genç  hanım  hakkında  Tercüman_ı   Hakikat  gazetesinde   övgülerle  dolu  bir  yazı  yayınlayan   Ahmet  Mithat  efendinin  dostlukları  gibi.  Ahmet  Mithat  manevi  kızı  olarak  bahsetmiştir  her  zaman  Fatma  Aliyeden  ve  onu  “feylesof”  adıyla  çağırmıştır.

Aralarındaki  bu  bağ  eserlerine  de  yansır.  Birlikte  Hayal  Ve  Hakikat  isimli  bir  roman  yazarlar.  Romanın  kadın  ağzından  çıkan  bölümleri ni  Fatma  Aliye  kaleme  alırken,  erkek  ağzından  çıkan  kısımlar  Ahmet  Mithat’a  aittir.  Bu  roman  Ahmet  Mithat  ve  bir  hanım  imzasıyla  yayınlanır.

İkili  her  konuda  çok  uzun  mektuplarla  birbirlerinin  ruhlarına  dokunmuşlardır  senelerce.  Bu  mektuplar  yine  Tercüman_ı  Hakikat  gazetesinde  tefrika  edilmiştir.  1893  yılında  Ahmet  Mithat ,  Fatma  Aliye’nin  kendisini  anlattığı  mektuplar  ve  Ahmet  Mithat’ın  Fatma  Aliye’yi  anlattığı  yazılardan  oluşan  Bir  Osmanlı  Kadın  Yazarın  Doğuşu  adlı  kitabını  yayınladığında  büyük  bir  alakayla  karşılanmıştır.

Fatma  Aliye  hanım  döneminin  en  aydın  kadınları  arasındaydı.  Eserlerinde  kadın  erkek  eşitliğine,  kadının  ekonomik  ve  sosyal  hayatta  yer  alması  gerekliliğine,  eğitim  eşitliğinin  önemine,  boşanma  durumunda  kadınların  erkeklerle  eşit  haklara  sahip  olmalarına  oldukça  sık  değinmiş,  çokeşliliğe  karşı  çıkmış,  doğu  ve  batının  değerlerini  kendince  sentezleyerek   özellikle  kadınlara  ışık  tutmuştur.  Gelenekçi  bir  yapısı  olmasına  rağmen  aynı  zamanda  da  feministtir.

Millet  tiyatrosunda  yaptığı  bir  konuşmasıyla,  döneminin  en  güçlü  kadınlarından  biri  olduğunu  kanıtlayan da  odur,  Fransız  yazar  Emilie  Julyar’ın   Doğu  Ve  Batı  Kadınları  adlı  kitabını  fransız  gazetelerine  yazdığı   mektupla   eleştirerek   Fransa ‘da  büyük  yankı  uyandıran  da.  Tarihimizin çok  önemli  bir  devrine  tanıklık  etmiş  olan  Fatma  Aliye’nin  yaşadığı  dönem  göz önüne  alındığında,  felsefi  derinliğinin  hangi  ölçülere  vardığı  daha  net  ortaya  çıkacaktır.

  Eserlerinde  Mütercime_i  Meram  takma  adını  kullanan  yazarın  ilk  romanı  Muhaderat  bir  kadının  ilk  aşkını  unutarak  tekrar  aşık  olabileceği  tezini  savunur.
 Reşat  Nuri  Güntekin’in  de  çok  etkilendiğini  ifade  ettiği  Udi  isimli  romanında  ise  Fatma  Aliye,  hayat  hikayesine  tanıklık  ettiği  Halepli  Bedia’nın  yaşadıklarını  anlatmıştır.   Bedia  zengin  bir  hayatın  içinde  zevk  olarak  çalmayı  öğrendiği  udunu,  gün  gelecek  geçimini  sağlamak  için  çalmaya  başlayacaktır. 
Bu  romanda  yazarın,  kadınların  dikkatini  çekmek  istediği    konu,  kadınların çalışmalarının  önemi  üzerinedir. Nisavn_ı  İslam  adlı  eseri  fransızca  ve  almancaya  çevrilmiştir. 1914 yılında yazdığı  Ahmet  Cevdet  Paşa  Ve  Zamanı  son yapıtıdır. Bu romanında meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır.
İslamda kadının durumunu avrupalı kadınlara anlattığı 1892 de yayınlanan Nisvan
 

Fatma  Aliye  her  zaman  ilklerin  kadınıydı.  İlk  Osmanlı  kadın  romancı,  kitapları  başka  dillere  ilk  çevrilen ,  felsefi  konularda  ilk  eser  veren,  hakkında  monografi  yazılan,  dünya  sergilerine  davet  edilen  ilk  osmanlı  kadınıdır.  Şikago  Dünya  Kadın  Kütüphanesi  kataloğu   Fatma  Aliye’nin  eserlerine  1893  de  evsahipliği  yaparak,  dünyaya  açılmasına  vesile  olmuştur.

Fatma  Aliyenin  en  önemli  özelliklerinden  birisi  de  yardımseverliğidir.  Bu  alanda  da  önderlik  karakteri  ön  plana  çıkmış,  1897de  ilk  kadın  derneği  ve  sivil  toplum  kuruluşu  olan   Nisvan_ı  Osmaniye  İmdat  Cemiyetini  kurarak,  asker  ailelerine   yardım  etmiştir.   Ayrıca  Hilal_i  Ahmer!in  de  ilk  kadın  üyesidir.  Türk  yunan  savaşında  yaralananlara  yardım  için  Tercüman_ı  Hakikat   gazetesinde  yazdığı  makaleler  sayesinde  çok  miktarda  yardım  malzemesi  toplayan da yine  bu cesur  kadındır.  Böylesi  merhametle  dolu  bir  kalp yetinebilir mi  bu  yaptıklarıyla!  Fatma  Aliye  yetinmemiş  ve   1908  yılında  ilk  resmi  kadın  derneği  olan  Cemiyet_i   İmdadiyeyi  kurmuştur.

II.  Meşrutiyete  değin,  onlarca  kız  çocuğuna  ismi  verilecek  kadar,  ünü  bütün  Osmanlıya  yayılmış  olan   bu  muhteşem  kalem,  imparatorluğun  çöküşe  geçtiği  dönemlerde  unutulmaya  başlamış,  bunun  olacağını  önceden  hissettiğinde,  kendini  tamamen  unutturmak  için,  hayattayken  ölüm  haberini  gazetede  yayınlatacak  kadar  enteresan  bir  kişiliğe  sahiptir.

Bazı  çevreler  onun  gelenekçi   yanını,  diğerleri  feminist  tarafını  devamlı  gündemde  tutmak  istemekteler  bu  günlerde.  Kimbilir,  Fatma  Aliye  nasıl  anılmaktan  mutlu  olur,  kendini  daha  iyi  hissederdi.  Bunu  kendisine  sorma  imkanı  yok  ne  yazık.  Cesur,  ilerici,  özgür  bir  ruhu  bünyesinde  barındıran,  öğrenme  arzusuyla  dolu,   yazmaya  sevdalı,  mücadeleyi  seven  bir  kadındı  o.  Günümüzde  bile,  kadınların  yaşadıkları  zorlukları  düşündüğümüzde,  o  yıllarda  bir  kadının  yazar  olabilmek  için  hangi  yollardan  geçtiğini  çok  daha  iyi  farkedebiliriz.   

İlk  Osmanlı  kadın  feministlerinden  Emine  Semiye’nin  ablası,  tiyatro  sanatçısı  Suna  Selen in  anneannesi  olan  Fatma   Aliye,  edebiyat  dünyasında  tattığı  sonsuz  başarısının  hazzına  rağmen,  özel   hayatında  hayalkırıklığının  füme  renkli  hazin  bulutları  sıkça  başının  üzerinde  dolanıp  durdular.  

Dört  kız  çocuğuna  kendini  adamış  bir  anneydi.  Vatanına  hizmet  etmiş,  edebiyat  dünyasına  muhteşem  eserler  kazandırmış,  kendini  kanıtlamak  için  hayatı  boyunca  mücadele  etmiş,  hemcinslerinin  hakları  için  savaşmış  bu  kadın  çocuklarının  yaşadıkları  şanssızlıklarla  en  derin  sızıyı  duyumsamıştı.

 Balkondan  düşerek  beyin  hasarı  geçiren  kızı  Hatice nin  acısını,  ünlü  yazar  Halide  Edip’i  hocasıyla  evlenmesinden  dolayı  eleştirirken,  kızı  Ayşe’nin  aynı  davranışı  sergilemesinin  sıkıntısını,  onun  yanında  olabilmek  için  nişanlısından  ayrılıp, yalnızlığı  seçen  kızı  Nimet’in  burukluğunu , vicdanındaki  suçluluk  duygusuyla  beraber  yanında  taşıdı  hep.  Fatma   Aliye’yi  en  hummalı  hayalkırıklıklarının  ortasında  bırakansa,  Dame  De  Sion’da  okurken  hristiyanlığı  seçerek,   Fransa da  bir  manastıra  kapanıp  rahibe  olan, annesinin  tüm  servetini   harcayarak,  özel  dedektifler  tutmasına  rağmen  bir  daha  izine  rastlayamadığı  kızı  İsmetin  hasretiydi.   13  temmuz  1936 da  vefat  ettiğinde  dudaklarında  sadece  o  isim  vardı.

 

Aytül  Bingöl