18 Eylül 2012 Salı

MOR SALKIMLI EV


 

 

KİTAP  ADI:   MOR  SALKIMLI  EV

YAZARI:  HALİDE  EDİP  ADIVAR

TÜRÜ:  ANI

YAYINEVİ:  CAN YAYINLARI

BASIM  TARİHİ:  2011

SAYFA  SAYISI:  343

 

 

  Mor  Salkımlı  Ev  Halide  Edip  Adıvar’ın  anılarının birinci cildini  kapsamaktadır.  Yeni  İstanbul  gazetesinde  1915_1955  yılları arasında  zaman zaman  yayınlanan bu anılar,  1963’de  kitap  haline  getirilmiş,  1979’da  5. baskısına  ulaşmıştır.  İngilizcesi  ise  “Memorıes”  ismiyle  1926  senesinde  yayınlanmıştır.

Mor  Salkımlı  Ev,  yazarımızın  çocukluğundan  başlayarak  36  yaşına,  başka  bir  deyişle  1918  tarihine  kadar  olan  zaman  dilimini, hatıratın  ikinci  cildi  olan  Türkün  ateşle  İmtihanı  ise,  1918_1923 yıllarını  kapsamaktadır.

Kitabın  ilk  sayfalarında,  yazar  kendisinden  üçüncü  tekil  şahıs  olarak  bahsederken,  bilinçli  olarak  hatırlamaya  başladığı  anılarını  ise,  kendisi  olarak  anlatmaya  devam  etmiştir.

Çocukluk  anılarında  sadece  mor  salkımlı ev  ve  annesi  yer alır.  Küçük   yaşta  annesini  verem  sebebiyle  kaybeden  yazarımız,  cenazede  gördüğü  safran  rengi  örtüyü  hayatının  hiç  bir  anında  unutamayacak  ve  o  renk,  Halide  Edip’in  gözünde  hep  kederi  betimleyecektir.

Yaşamını  Eyüp  Sultan’lı,  dinine  bağlı bir  mevlevi  olan  anneannesi   Nakiye  hanım  ve  kızını  batı  kültürüyle  yetiştirmek  isteyen,  sarayda   görevli  babası  Edip  bey   arasında  geçirmek,  onun  batı  ve  doğu  sentezini   birarada  özümsemesine  ve  hiç   zorlanmadan  birbiriyle  harmanlamasına sebep olmuştur.  Edip  bey  Halideyi  ingilizlerin  o  koyu  disiplini  altında  yetiştirmeye  o  kadar  kararlıdır  ki,  küçük  kızın  kıyafetlerini,  okulunu,  hatta  beslenmesini   bu  yönde  oluşturarak,  çocuğa  şekerleme  yemeyi  dahi  yasaklamıştır  bir  müddet.  Bu  durum,  elbette ki  bir çocuk    için  en  büyük  eziyetlerden  biridir  ve  küçük  kızı  pek  sıkıntılı halde  bırakmıştır.

Halide’nin, anneannesi  ve  babasının  dışında,  hayatında  önemli  rolü  olan  kişilerden  birisi de,  “Saraylı  teyze”  diye  hitab ettiği  uzak  akrabadan  bir  hanımdır  ki,  küçük  kızın  okumaya  olan  düşkünlüğü,  bu  kadıncağızın  kendisine  verdiği   Afrika  Seyahatnamesi  adlı  kitapla  başlayacak  ve gitgide  onu  sarıp  sarmalayan,  vazgeçemediği  bir  tutkuya  dönüşecektir.

 Halidecik  o  vakitler  bunun  farkına  varamasa da,  ona  o  rengarenk  şekerlemelerden  tadamamanın  hayalkırıklığını  unutturup,  düşlerini   bambaşka  renkli  diyarlara  sürükleyen  bu  kitabı  çok  sevmiştir.

Babası  ikinci  kez  evlenince,  yazarımız  yeni  ailesiyle  birlikte  başka  bir  eve  taşınsa  da,  geçirdiği  bir  rahatsızlık  sonucu,  doktor  tavsiyesiyle  tekrar  mor  salkımlı  eve  dönecek  ve  bu  ev  hep  yaptığı  gibi  yine  tedavi  edecektir  onu.

O evde  yaşadıkları,  tasasız  geçen  çocukluk  günleri,  okula  başlama merasimi,  etrafindaki  insanlar, neşe  içinde  geçirilen  ramazanlar,  bayram  günleri,  hiçbiri  peşini  yaşamı  boyunca  bırakmayacak,  ruhunu  hep  etkilemeye  devam  edecek,  ilerlemiş  yaşında  bile  rüyalarını  süsleyeceklerdir.

Dayısı  ve  dedesini   ardarda  kaybedince,  mor  salkımlı  evden  ayrılma  vakti  gelir  onlar  için  ve  Üsküdar’a  taşınırlar.  Bir  süre  sonra  Edip  bey,  Halide’nin  saraylı  teyzesiyle  evlenmeye  karar  verir.   Birbirine  rakip  iki  kadının,  tarihin  hiç bir  döneminde  aynı  çatı  altında  yaşayamayacakları  gerçeği,  saraylı  teyzeyle,  üvey anne  için  de  geçerlidir elbette.   Halide  üvey  annesi  ve  kardeşleriyle  tekrar  döner  doğruğu  eve.  Mor  salkımlı ev   bu  küçük   kızdan  ayrılmaya  dayanamamıştır  belliki!

Yazarımız  artık  on beş  yaşında  bir  kolej  öğrencisidir.  Kolej  anıları  da  yer alır  kitapta  bol bol.  Ve  nihayet,  Halide  Edip  1901’de  kolej  mezunu  olan  ilk  türk  kızı  ünvanına  kavuşur  haklı  bir  gururla.

Okulunu   bitirir  bitirmez,  kolejdeyken  ona  ders  veren  Salih  Zeki  ile  evlenir  ve iki  oğlu  olur.

Birinci  Meşrutiyetin  ilanından  sonra,  Tanin  gazetesinde  yazdığı  kadın  haklarıyla  ilgili  yazılarından  dolayı  ölüm  tehditleri  almaya  başlayınca   Mısır’a  gitmek  zorunda  kalır.  Bu  olay  ne  yazık ki,  bir insanın  fikirlerinden  dolayı  ülkesini  terketmek  zorunda  kalışının   ne ilk, ne  de  son  örneği  olacaktır.

1909  yılında  tekrar  İstanbul’a   dönüp,   Seviye  Talip  adlı  romanını  yazar.   Onu  Heyula  ve  Raik’in  annesi  isimli  eserleri  takip  eder.  Milliyetcilik  fikirlerinden  etkilendiği  1910-1912  yıllarında  Türk  Ocağına  girer.

Özel  hayatında  da  sorunlar  yaşamaktadır.  Kendi   üstüne  yeniden  evlenmek   isteyen  kocasından  ayrılır.  Bu,  o  dönemler  için  büyük  bir  cesaret  örneğidir.  Bu  arada  anneannesini  de  kaybeden  Halide  Edip,  hocaları  ve  arkadaşlarıyla  birlikte  vakıf  okulları  ve  Balkan  savaşının  sona  ermesinden  sonra da,  otuz  yataklı  bir  hastane  kurarak,  buralarda  öğretmen  ve  hastabakıcı  olarak  çalışır.

1. Dünya  savaşının  başlaması,  her  zaman  savaşa  karşı  bir  tavır  benimseyen  Halide  Edipi  hayli  yıpratmıştır.  Arap  ülkelerine  giderek  eğitimle  ilgili  araştırmalar yapar  bir müddet.   1917  yılında  ikinci  eşi  Adnan  Adıvar  ile  evlenir.  Artık  onu  zorlu  bir  milli  mücadele  beklemektedir.


 

 

Mor  Salkımlı  Evi  sadece  bir  anı  kitabı  olarak ele  almak  doğru  değil.  1.  Meşrutiyet,  Balkan  savaşı,  imparatorluğun  son  dönemleri,  1. Dünya  savaşı,  milli  mücadele  gibi  tarihimizin  en  önemli  olaylarını  bir  kadının  gözlerinden  ve  ışıklar  saçan  satırlarından  takip  etme  şansını  sunuyor  bizlere bu  kitap.

Yahya  Kemal,  Ziya  Gökalp,  Fuat  Köprülü,  Talat  paşa,  Ömer  Seyfettin  ve  daha  bir çok  devlet  ve  sanat  şahsiyetlerine  ait  küçük  anektodlarla  karşılaştırıveriyor  bizleri  hiç  ummadığımız  bir  yerlerde. 

Sadece  bir  yazar  olarak  adını  duyduğumuz  Halide  Edip’i  naif  bir  çocuk,  öğrenmeye  meraklı  bir  genç  kız,  okuma  ve  yazma  sevdasıyla  dolu  bir  genç  kadın,  iddialı  bir  yazar,  cesur  bir  kadın  hakları  savunucusu,  sevgi  dolu  bir  anne,  kişilik  sahibi  bir  eş,   gayretli  bir  öğretmen,  şefkatli  bir  hastabakıcı,  hararetli  bir  vatansever,  ilkeli  bir  aydın,  ülkesinin  kadınlarına  gelişmeleri  konusunda  liderlik  eden  bir  kahraman,  ateşli  bir  konuşmacı  ve  milli  mücadelenin  cefakar  neferlerinden  biri  olarak  çıkarıyor  karşımıza.

En  önemlisi  de,  bu  ülkenin  hangi  şartlardan  çıktığını,  ne  zorluklara  katlanıldığını,  özellikle  kadınlarımız  için  verilen  mücadeleyi  anlatıyor.  

İşte  en  çok  da  bu  sebeple,  haklarımıza  sahip  çıkıp  kıymetini  bilmek,  onları  daha  iyi  öğrenmek  ve  gerektiğinde  kullanmaktan  çekinmemek  için,  Halide  Edip’in  göze  aldıklarını  yüreğimizde  duyumsayabilmek  için,  onun  anılarını okuyalım.

Aytül  Bingöl

  

BRIGHT STAR


       Yapım:
2009 - İngiltere, Avustralya, Fransa,
Tür:
Süre:
119 dakika
Yönetmen:
Oyuncular:
GörüntüY:
Senaryo:
Yapımcı:

Tarzını  kendime  yakın  bulduğum  Jane  Campion’un en   sevdiğim  filmi.  Campion  ilk  çıkışını  1993 yılında The  Piano  ile yapmıştır.  Kitabı  kadar  beğendiğim  tek  film olan   Piano’yu  izledikten  sonra  diğer  filmleriyle de  buluşma  şansını  yakaladığım  yönetmen,  pırıltılı  kadınsı  dokunuşlarını  anlatımına  çok  dozunda  ekliyor.  Ve  bu  dokunuşlar,  onun  filmlerine  farklı  bir  lezzet,  lila  renkli  bir  şiirsellik  katıyor.     

Jane  Campion  Oscara  aday  gösterilmiş  dört  kadın  yönetmenden  bir  tanesidir.  The  Piano  ile   en  iyi  özgün  senaryo  oscarını  almış,  yine  aynı  filmle  Altın  Palmiye  ödülüne  layık  görülmüştür.
1818 yılında Londra  yakınlarında  geçen  ve  yirmi beş  yıllık yaşamına  üç adet  şiir kitabı  sığdıran romantik  akımın  önde  gelen  şairlerinden  John  Keats’in,  komşusu  Fanny  Browne  ile  yaşadığı  zor bir  aşkı  anlatmakta  olan  filmin  gerçekçiliği  belki  de  burada  gizli.  Zor  bir  aşk çünkü,  kendilerince  nedenleri  olan  Fanny’nin  annesi   ve  John’un  en  yakın  arkadaşı  bu  birlikteliğe  karşı.  Zor  bir  aşk  çünkü  o  dönemin  şartları  içinde,  hiç bir  serveti  bulunmayan  Keats  ile  Fannynin  evlenebilmeleri  imkansız.  Zor  bir  aşk  çünkü  genç  şairin  ciddi  sağlık  problemleri  var.  Ama  aşk  her  zaman  güçlü  ve  yenilmez.  O  yüzden  bu  kadar  değerli....

 

 

  İsmini  Keats’in  sevgilisi  için  yazdığı  Brıght  Star  şiirinden  alan  yapım,  rahatlıkla  başarılı  bir  dönem  filmi  olarak  tanımlanabilir.   Brıght  Starın  senaryosu,  ustalıkla  yazılmış  bir  roman kadar  sağlam, kurgusu  mükemmele  yakın.  Kostümler  hikayenin  geçtiği  yüzyılı  çok  iyi  yansıtmasının  dışında,  göze  hoş  gelen  bir  zevkin  ürünü.  Filmin  genel  havası,   genç  şairin  şiirlerinin  romantizmiyle  uyum  içinde.  Bu  yönleriyle  sadece  romantik  bir  aşk  filmi  olarak  anılmanın  ötesinde,   Brıght  Star  sanat  filmi  kategorisinde  de  yer alabilecek  düzeydedir .

Filmin  en  önemli  özelliklerinden  birisi  de,  tabiat  aşığı  resim severlerin  ellerinden  çıkmışcasına  insanı  hayran  bırakan  doğa  görüntüleriyle  süslenmiş  sahneler.  O  anlarda  filmin  içine  karışmak,  kırlarda  dolaşıp,  küçük  bir  kız  çocuğu masumiyetiyle  çiçek  toplamak  isteği  sarmalıyor  izleyeni.

Finale  doğru,  sevdiği  adamdan  gelen   kötü  bir  haberle   kahrolan  Fanny’nin,  nefes  alamadığını  söylediği  performans,  izleyenlerin  onunla  aynı  acıyı  hissetmelerini  sağlayacak  kadar  iyi  bir  oyunculuk  gösterisine  dönüşüyor  ve  doğal  olarak  filmin  en  etkileyici  sahnelerinden  biri  oluyor.

Brıght  Star  yaşanmış  bir  aşk  hikayesini  anlatıyor.  Anlatırken  duygusallığı,  duygu  sömürüsünden  uzakta  tutuyor  hep.  Seyircinin  bunu  hissetmesine  asla  izin  vermiyor.  Aşkın  hallerini  çok  sade  bir şekilde  seriyor  gözler  önüne.  Gerçek  aşkın  olmadığını  düşünenlere,  “Hayır,  var !”  diye  haykırabilmenin  en  iyi  nedeni  bu  film bence. 

 

Aytül   Bingöl

KUTSAL YÜREK


   KUTSAL   YÜREK

Yönetmen : Ferzan Ozpetek
Senaryo : Ferzan Ozpetek, Gianni Romoli
Oyuncular : Barbora Bobulova, Andrea Di Stefano, Lisa Gastoni, Massimo Poggio, Camille Dugay Comencini
Orijinal Adı : Cuore Sacro
yapımcımcı Firma : Warner Bros
Yapım Yılı : 2005
Yapım Ülkesi : İtalya
Orijinal Dili : İtalyanca
Filmin Süresi : 120 dakika
Resmi Sitesi :
http://www.cuoresacro.com/
Dağıtıcı Firma : AFS Film
Vizyon Tarihi : 25.11.2005




En  sevdiğim  yönetmen  olan  Ferzan  Özpeteğin,  bazı  eleştirmenlerce  Cahil  Perilerden  sonra  en  iyi  ikinci  filmi  olarak  gösterilen  ama  bana  göre  ilk  sırada  yer  alan  Kutsal  Yürek, başlar başlamz   alıveriyor  kalbinizi  avuçları  içine,  film  boyunca  örseliyor,  hırpalıyor  sonra  da  iyileştiriveriyor  tekrar.  Neden  bu  dünyadayız  sorusuna  cevap  ararken,  diğer  yandan  da  iyi  ve  kötü  kavramlarını  irdeliyor.  İnsan  olabilmenin  anlamını  sorguluyor.

Ferzan  Özpetek  filmlerinin  müzikleri  her  daim  başlı  başına  bir  dinleti  şölenidir.  Daha  önce  dinleyip  de hoşlanmadığınız  şarkılar bile,  o  peri  masalını  andıran  sahneler  eşliğinde  bir başka  gelir  kulaklarınıza.

Film  zengin  bir  aileye mensup,  başarılı  işkadını  İrene  ile  çıkar  karşımıza.  Acımasız  halasıyla  birlikte,  dedesinin  kurduğu  holdingi  yöneten  bu  genç  kadın, milyarder  ailesinin  ona  sunduğu  hayatı  yaşarken,  kendi  kendine  mutlu  olup  olmadığını  bile  düşünmeden,    yaşamının  katı  kurallarıyla  boğuşmakta,  zalim  çarklarının  arasında  dönüp  durmaktadır.

Bu  zengin  aileye  sahip  oldukları  mal  mülk  yetmemiş  olacak ki,  İrene’ye  çoukluğundan  beri  hiç  görmediği  soprano  olan  annesi  Andrea’dan  kalan  evi  yıktırıp,  stüdyo  daireler  yaptırmaya  karar  verirler. 

Irene   evi  gezerken,  Andrea’nın  emektar  uşağından  onun  hayat  felsefesini  dinler,  gizli  dünyasına  adım  atar  ve  annesinin  sıradışı  biri  olduğunu  farkeder.  Genç  kadın  o  evde   kendisininkine  hiç  benzemeyen  bambaşka  bir  yaşam  bulur. Seyirci   Ferzan  Özpetek  filmlerindeki   peri  masalı  izlerini,  Kutsal  Yürekde   Andreanın  dünyasında  sürecektir. 

       Irene  mahallede  13  yaşındaki  Benny  ile  tanışır.  Bu  küçük  kız  yankesicilik  yapmakta  ve  o paralarla  mahalledeki  yoksullara  yiyecek  götürmektedir.  Irenenin de  cüzdanını  çalmasına  rağmen  genç  kadın  onu  yargılamaz,  sadece  tanımaya  anlamaya  çalışır.  Böylece  aralarında  bir  yakınlık  doğar,  birlikte  zaman  geçirmeye  başlarlar.  Irene  Benny  ile  birlikte  şehrin  farklı  bir  yanını  keşfeder,  yoksulluğu,  acıyı,  sefaleti....

Benny  yaptığına  Irene ‘yi  de  ortak  eder.   Daha  önce  bencil  bir  çevresi  olan  Irene  için  tüm  bu  yaşadıkları  bambaşka  hisleri  de  beraberinde  getirir. 

Küçük  kız  hiç  umulmadık  bir  şekilde  trafik  kazasında  ölünce,  Irene  büyük  bir  çaresizliğin  içinde  bulur  kendini.  Ne  kariyeri,  ne  parası,  ne  lüks  yaşamı   duyduğu  ızdırabı  hafifletemez.  Benny nin  bıraktığı  yerden  o  devralır  işini  ve  yoksul  ailelere  yiyecek  taşır.  Fakat  bu  da  tatmin  edemez  genç  kadını.  Bunamlı  günlerinden  birinde,  yanıbaşında  küçük  kızın  varlığını  hisseder  ve  ağlayarak  ondan  ve  annesinden   Kendinden  geçmiş  bir  vaziyette  evin  alt  katına  iner.  Bu  sahne  filmin  etkileyici  anlarından  biri. Hayal  ve  gerçek  kolkola  muhteşem  bir  yolculuğa  çıkmışlardır. Huzurludurlar.  Irene  de  aynı  huzuru  hisseder.  Evin  alt  katında  bir  aşeviyle  karşılaşan  genç  kadın  kendi  gizli  kalbini  bulur.  Yüzleşir  onunla.  Ona  tutunur.   Sarıp  sarmalar  yeni  tanıştığı  o  kalbi.

Sonraki   sahnede  Irene  aşevinde  çalışmaktadır.  Benny  ile  ilgilenen peder  de  ona  yardım  etmektedir.  Genç  kadının   yüzüne  yansıyan   sükundan   anlayabiliriz   ruhunun   dinginliğini.  Fakat  paragöz  halası  yeğeninin  bu   halinden  hiç  de  memnun  değildir.  Pederi   kilisesini  kapattırmakla  tehdit  edince,   bundan   tedirgin  olan  genç  adam   Irene’ye   bu  işi  artık  tek  başına  üstelenemeyeceğini,   vakıflaşmasının   gerektiğini   söyler.   Irene  buna  karşıdır.  Şirketleşmenin  acımasızlığını  bilmektedir  çünkü.  O  kendi  çabasıyla  halletmek  istemektedir  her  şeyi.   Hayal  kırıklığına  uğrayan  Irene  tek  başınadır artık.  Kalabalıkların  içinde kimsesiz,  yapayalnızdır.  Irenenin  metrodaki  yürüyüşüne,   Andrea  Guecca’ nın  müziğinin  eşlik  ettiği  sahne  filmin  etkileyici  bölümlerinden   biri.  Ferzan  Özpetek  film  müzikleri  her  daim  başlı  başına  bir  dinleti  şölenidir.  Daha  önceleri  hoşlanmadığınız  şarkılar bile,  lavanta  bahçelerinden  süzülüp  gelmiş  hissi   oluşturan  görüntüler  eşliğinde  bir  başka  gelir  kulaklarınıza.

 Fakir  bir  kadınla  çocuğuna  mücevherlerini  veren  Irene  devam  eder  yürümeye.  Yıllardır  taşıdığı  yüklerinden  teker  teker  kurtulma  anıdır  bu.  Ne  kalabalık,  ne  gürültü  umurunda  değildir.  Ceketini  çıkarır.  Ardından   bluzunu,  eteğini,  ayakkabılarını,  çamaşırlarını.  Çırılçıplaktır  artık. Dupdurudur,  korunmasızdır.   Fondaki  müzik  ise  hala  salınmaktadır  ortalıkta.   

 Bir  psikoloğun  karşısında  görürüz  genç  kadını.  Konuşurlar,  dertleşirler.   Irene  ile  birlikte  annesinin  evine   gideriz   tekrar.   Alt  katta  yağlı boya  bir  portre   takılır  gözümüze.   Fotoğraf  çektirmekten  nefret  eden,  aynalara  tahammülü   olmayan  Andrea’nın resmidir  bu.  O resmin  kime  benzediğiyse  filmin  sürprizi.

Film  hafifçe  sarsıyor  izleyiciyi.  Ne  yaptığını,  ne aradığını, ne umduğunu,  ne bulduğunu  , ne bırakacağını  düşünmesini  istiyor.

Aytül   Bingöl