22 Temmuz 2012 Pazar



AHŞAP  KONAK

Her gün yolumun üzerinde bekler beni
Boynu bükük yorgun kederli
Havasında yaşanmışlığın yükü
Gölgesinde geçmiş hayatların sesleri
Ahşap bir konaktı üç katlı
Bahçesinde ona inat edercesine
Meyva ağaçları hala capcanlı
Dallarında vişneler iri iri kıpkırmızı
Öbür ağaçtaki dutlar ballı
Kayısılar yerlerde ama ezilmemişler
Koşup oynayan çocuklar yok ki bahçede
Kimsesiz güvercinler ziyafette
Bazıları insaflı biraz pay ayırıyorlar
Çatıdaki kırık kiremitlerde bekleşen
Mini mini serçelere
Bilmem ki kaç yıldır bomboş bu konak
Kaç yıldır acılı
İstemez mi odalarında kahkahalar
Merdivenlerinde ayak seslsri
Özlemez mi insanları
Terk edilmişlik incitmez mi yüreğini
Pencereler kırırk dökük
İçeriye kışın bir ayaz girer dondurucu
Oysa eskiden ne sıcaktı geceler
Kestaneler sobada çıtır çıtır buğu buğu
Bir aşk romanını heyecanla okuyan genç kızlar
Sobanın başında, sedire bağdaş kurup oturmuş
Gergef işleyen nineler
Kızlar arada bir karıştırırlar kestaneleri
Kızgın maşayla
Yanıverir elleri, akıllarında sevda hayalleri
Erkekler nargile tüttürürler keyifle
Yanında köpüklü kahveleri
Dillerinde hiç değişmez aynı konu
Memleket ahvali
Çocuklar çoktan uykudadırlar
Soda kokulu sakız gibi çarşaflarında
Yaptıkları haşarılıklar bir gülüş olur
Hınzırca dudaklarında
Ahşap konak hep bunları düşünür


Bazen bir iki sarhoş
Girmek ister bahçeye yaz geceleri
Bir kaç tek atmak için
Aşamazlar uğraşır da demir parmaklıkları
Ahşap konak üzülür
Varsın sarhoş olsunlar,bağırsınlar
Atsınlar bira şişelerini etrafa, ne çıkar
Ah, bir insan sesi duysa,bir işe yarasa
Odaları, mutfağı, balkonları tekrar dolsa
Ah,yeniden bir ev olsa,yaşasa
Kapı tokmaklarına, trabzanlara
Pencere pervazlarına dokunan sihirli el
Her yanına değip de,onu tekrar canlandırsa
En son yapılan düğünü hatırlardı sık sık
Sonra terk edilmişti

Ne kalabalıktı o gece
Boydan boya bir sofra kurulmuştu
Bahçenin ortasına
Billur kadehler,frenk malı porselenler
Renkli renkli parlıyordu
Ağaçlara asılmış fenerlerin ışığında
Saz heyeti daha çok neşeli besteler çalıyordu
Öyle ya düğündü bu
Gülüşmeler hala ahşap konağın
Kulaklarında çınlıyordu
Gelinin krem rengi, dantel gelinliği
Konukların rengarenk, tafta, saten, ipek
Elbiselerinin etekleri
Hala çimenlerin üzerinde geziniyordu
İç gıcıklayan hışırtıları, etrafa yayılan parfüm kokuları
Bir yerlerde saklıydı
Ahşap konak hatıralara sığınmıştı
Geçmişe dönmek gerçekleşebilse
Yine o şaşaalı günlerine gitse
O çıkmaz sokağın, en güzel konağı olduğu günlere
O günlerin kıymetini bilse,tadını çıkarıp gururlansa
Olmazdı artık
Şimdi yoldan geçenlerin dönüp bakmadığı eski bir binaydı
Eski bir binaydı, bir virane
Yıkılacaktı, alışmalıydı buna
Yerine büyük büyük bloklar yapılacaktı çok katlı
İçlerinde yüzlerce insan yaşayacaktı
Ama hiç biri, sobada pişen kestaneleri
Keyifle içilen nargileleri, krem rengi, dantel gelinliği
Ve düğün günü çalınan nihavend besteyi
Hissedemeyeceklerdi
Bir tek ahşap konak bilecek, hissedecek, özleyecekti







Yorum Yaz
HOSNAZ
HOSNAZ

18 Temmuz 2012 Çarşamba




BOSTANCI  LEYLAK  KOKAR  HER  BAHAR

AİLEMİN HİKAYESİ   1900' LERDEN  GÜNÜMÜZE

15 Temmuz 2012 Pazar

BEYZADEM


 (  ŞİİRİM KAYIP EDEBİYAT INTERNET SİTESİNDE YAYINDADIR. )


http://www.kayipedebiyat.com/siir/beyzadem/




Göksu’ya gittik bir kayık sefasına

Orada tutuldum sevdanın cefasına

Yanımızdan geçiverdi pek hoş bir şey

Onu görünce değişti dünyamda her şey

Gümüş saplı bastonu yürüyorken elinde

Kalbimde bir yer buldu hem de çok derinlerde

Yüzünü süslüyordu fesinin gölgesi

Mühür gözler koymadı bende beni

Dermanım kalmadı hiç dizlerimde

Yanaklarım kızardı feracemin renginde

Nereden gelip nerelere gidersin

Bilmem ki sen kimlerdensin

Bir lahza da olsa bana gülümser misin

Yemez içmez oldum

Her gün sarardım soldum

Acep ince hastalık mı bu

Sensin kalbimin doktoru

Hiç bir ilaç kar etmez benim yarelerime

Yeter ki kavuşayım ben de ciğerpareme

Bizim bacı kalfayla sana haber göndersem

Ne olur biraz da bu taraflardan geçsen

Cumbaların ardından seni bir kere görsem

Pembe ipek mendilimi atıversem yoluna

Eğilip alır mısın saklar mısın koynunda

Bir name yazıp sana yollasam güvercinlerle

Cevap verir misin kendi elceğizinle

Beni sana alsalar peder bey ile validen

Sensin gönlümün sultanı sensin Beyzade’m


























AŞK TÜRKÜLERİ


( ŞİİRİM  KAYIP EDEBİYAT INTERNET  SİTESİNDE  YAYINDADIR )

AŞK  TÜRKÜLERİ





Mor renkli akşamlar                                        

Çökerken yavaş yavaş

Ağaçlar yapraklarını

Bıraktı karanlığa

Bütün yaşanan aşklar

Daldı derin uykulara

Uçuk pembe sabahlar

Göründü sisler arasında

Bulutlar denizlerin ışıltısında

Oynaştı güneşlerle

Deli gibi sevdalı

Bulduk kendimizi

Acılara yenilmedik

Günler boyunca

Hep bir ağızdan

Aşk türküleri söyledik




İSTANBUL SENDİN ASLINDA

( ŞİİRİM  BİGMASTERPARK.COM  INTERNET  SİTESİNDE  YAYINDADIR. )


İSTANBUL SENDİN ASLINDA



Gözlerin İstanbul’un denizlerine benzerdi

O kadar derin

Öylesi mavi

Bakışların şehrin gökleri gibiydi

Sonsuzluklar içinde

Güldüğünde sanırdım

İstanbul’un yıldızları hep yüzünde

O sebepledir şimdi

Seni bu kentin caddelerinde arayışım

Umutsuzluğumu

İstanbul’un koynuna bırakışım

Kalabalıklar arasında

Duyabilsem seslerini

Bostancı’nın leylaklı bahçelerinde

Kokunu alsam

Boğazda martılarla beraber

Sana da kavuşsam

Issız yalıların sevinçleri

Birikse çatılarında

Seni bana getirseler

Ağlayan gemiler

Adalar’da kış güneşleri

Açsa da usuldan

Ayrı düşmüş ellerimi

Isıtsalar

Senin avuçlarından

Üsküdar’ın meltemleri

Esintiler armağan etseler

Bana saçlarından

Kalamış’daki yaramaz serçeler

Bir mahsunluk kırıntısı

Çalsalar dudaklarından

Gonca güllere bakarak

Kursam en sisli düşlerimi

Sevdaya ortak edebilsem seni

Bir gece geçerken önlerinden

Beylerbeyi’nin ahşap konakları

Anmışlardı adını

İşte o an aldım ben

Başıma mavi sevdayı

Geçip giderken aradan aylar

Derinlikli gözlerine

Rastlamıştım da Göztepe’de

Kirpikler süslemişti o gözleri

Gölgelerle

Uzaklarda kalakalmıştı

Yaşadığım tüm eski püskü

Dökük aşklar

Bilmiştim sendin o

Hayatımın manaları

Geçmişimin sıradan

Kırılganlıkları

Küskünlükler sessizlikler

Güçsüzlükler

Sende bitecekti

Çengelköy’de eleleydik

Bir sonbahar öğleden sonrası

Buruklardı bir parça

Güneşin ışıkları

Yapraklar terketmişti

Nadide yeşilleri

Sarı kahverengiler ortasında

Muzip turuncularla çevrili

Kalbimizde aşkın halleri

Dolanıp durmaktaydılar

Rahattı gönülleri

Sen gülüyordun hesapsız

Ben sana bakıyordum

Gülüşlerinin büyüsünü

Birer birer yüreğime

Kazıyordum

Zaman gelecek kainat dönecek

Onlar çıkacaklardı gizli kulelerinden

Hazin iç çekişlerle

İstanbul ne güzel görünüyordu

O gün gözüme

Hep güzeldi ya

O sefer bir başka

Renkleri gökkuşağıydı

Fısıltıları eskilerden bir şarkı

Tatlımsıydı sözleri

Kokusu melankolik

İstanbul bambaşkaydı

Nerede ayrılmıştık seninle

Bu şehrin hangi

Elemli köşesinde

Anılarımda bulamadım

O sızılı vakti

Karanlık kıyılarda unutulmuş gibi

Kayıp gitmişti bakışların benden

Sensizlik sarmalamıştı her yanımı

Neden diye hiç sormamıştım

Nedense

Biliyordum o günün

Geleceğini belki de

Gitmiştin hiç acımadan

Yaşanmış asırlara

Tutunmuş tüm aşklara

Çekmiştin gitmiştin ağlamadan

Sönmüştü İstanbul’un yıldızları

Hem ayışığı solgun kalmıştı

Hem güneşin şıkırtıları

Gitmiştin

İstanbul yok olmuştu gözlerimde

Ne denizlerini sevmiştim bir müddet

Ne de güllerini

Sonra birden bağlanmıştım bu şehire

Çalmıştı gönlümü yeniden

Sen gitmiştin ama

Hatıran kalmıştı maziden

Bur şehirde sığınmıştım

Ben senin sevdana

İstanbul sendin

Sen İstanbuldun aslında



14 Temmuz 2012 Cumartesi

BENİMLE HUZUR




            BENİMLE  HUZUR
     Mutluluk oyunu oynayan küçük bir kız vardı, okumuştum hikayesini resimli bir kitapta,
ben de küçük bir kızken. Mutludur daima küçük kızlar ama bilmezler bunun anlamını.
Ben bilirdim. Sonra,  benimle birlikte diğerleri de büyüdü, dağıldık hepimiz bir yerlere,
yaşamaya çalıştık. Ben beceremedim, hep düşkırıklıkları, hüzünler, korkular oldu etrafımda. Ve, ötekileri merak edip durdum. Onlardan biriyle her karşılaştığımda, sormak geçti içimden, ” Küçük bir kızken mutlu olduğun kadar, daha sonraları da mutlu olabildin mi ? ” diye, soramadım. Klasik cevaplar vardır hani, okuldayken, renkli yaprakları olan defterlerimize yazardık; ” Mutluluk ufak şeylerde gizlidir. Bir kuşun ötüşünde, bir gülümseyişte, bir çiçek demetinde...”  Kuşlar susup kaldı, gülümsemeler gölgelendi, çiçekller soldu, sen gittin. Kış geçti, sonra yaz da geçti, ardından baharlar bitti, sonbahar da gitti, sen gittin... İntikamını almalıyım senin, olabildiğince  çok kişiyi aşık etmeliyim kendine. Onları sevdiğimi sanmalılar ve en mutlu hissettikleri zamanda kendilerini, terketmeliyim hiç sebepsiz. Almalıyım intikamını senin. Herkes bilmeli, bilmeli ve anlamalı, şaşırmalı mutluluğun ne kadar geçici olduğuna. İnanmamalılar, kanmamalılar benim gibi. Sen gittin, bir ağrı başladı başımda, gözlerime  indi, sonra dudaklarıma. Kutu kutu ilaçlar içtim geçmedi. Hep başımda, gözlerimde, dudaklarımda kaldı. Sevdi oraları, sen sevmedin. Sevseydin gitmezdin.
   Karanlık olmamalı odalar, ışıkları açmalıyım. Hatta, bütün lambalara yüz mumluk ampuller takmalıyım. Gece gündüz yanmalılar. Güneş gündüzlerimi aydınlatmıyor,
ısıtmıyor. Kendini beğenmiş güneş, o kadar sıcaksa, neden yüreğim bu kadar soğuk!
Bütün dünyayı ısıtan güneş, bir tek benim yüreğimi mi ısıtamıyor. Suç yüreğimde mi
yani, hayır güneşte! Yıldızlar güneş kadar kendini beğenmiş değiller, uğraşıyorlar geceyi aydınlatmak için ama yetmiyor ki güçleri. Küçükler çünkü, parlak ve küçük. Gece yine karanlık, yine korkutucu. Ah, şimdi çimenlerin üzerine uzansam sırtüstü, gözlerimi dikip yıldızlara baksam, saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca baksam. Kendimi elmaslarla kaplı, upuzun bir yolda yürüyor gibi hissetsem. Her adım atışımda, elmaslar ezilse ayaklarımın altında. Ezilirlerken çıkardıkları sesler, o çıtırtılar  korkunç bir zevk verse bana. Arkama dönüp baktığımda, toz haline gelmiş pırıltılar görsem. Ellerime alıp avuç avuç savursam gökyüzüne doğru, sana doğru. Savurduğum elmaslı toz bulutları yüzüne gelse, acıtsa yanaklarını, dudaklarını çizse, kanatsa. Kanın tuzlu tadını hissetsen dilinde, buruk kan tadı. Gözlerine dolsa elmaslı toz bulutları, yaksa kavursa gözlerini, yaşlar aksa engel olamadığın. Kıpkırmızı kızarsa gözlerin. Ellerinin tersiyle silmeye çalıştığın gözyaşları, daha da hızlı akmaya başlasa gözlerinden. İki elinin yapamadığını, tek  parmağımla yapsam, parmağım bir kurutma kağıdı gibi emse bütün yaşlarını.  Gözlerindeki tüm yaşlar parmağımın ucuna toplansa, hepsi tek bir damla olsa. Yüreğinde iyi kötü ne kadar duygu varsa, içime hapsetmeyi çok istemiştim. Şimdi o tek damlada, parmağımın ucunda kalsan hep. Karanlık, hayır açmayacağım ışıkları. Mum yakmalıyım, renkli renkli mumlar yakıp, koymalıyım yerlere. Aralarından her geçişimde, alevler yakmalı ayaklarımı, yanmalıyım. Sen gittin, kalbim yandı.
  Günlerce evden çıkmamak, saçlarımı hiç taramamak, kendime hiç bakmamak istiyorum. Olabildiğince çirkinleşmeliyim, kimseler beğenmemeli beni, sana kalmalıyım. Sadece, bana geleceğin gün güzel olmalıyım. Makyaj yapmalı, en şık  elbisemi giymeli ve  beklemeliyim seni.
Işığı açtım, giyinmek istiyorum. Banyoya gittim, aynanın karşısında boyadım yüzümü.
Dudaklarıma kıpkırmızı bir ruj sürdüm. Odaya döndüm tekrar, mini etek giydim. İnce
çoraplar, yüksek topuklu ayakkabılar, dar bir bluz. Boy aynasının önüne geçip baktım
kendime, güzel buldum beni. Biraz önce, eski eşofmanların içindeki saçı başı dağınık,
bakımsız kadınla, aynada gördüğüm aynı kişi miydi !  Erkekleri kandırmak ne kolaydı!
Bunu düşündüm. Dışarıya çıkıp şimdi, bir yerlere gitmeli, birileriyle tanışmalı.
Almalıyım senin intikamını. Kapının önünde durdum bir süre, vazgeçtim sonra, çıkarıp attım ayakkabılarımı, kapattım ışıkları, yine karanlık...
    Mutluluk geçiciydi, baharlar gibi tıpkı ama gözlerin her gözümün önüne gelince,
mutluluk da gelirdi. Yine de unutmazdım geçici olduğunu, hep huzur arardım. Sen de
bulmuştum bunu. Sesinde, yüzünde diyemem, huzur sende bir bütünlüktü, senden ayrı
değildi, bir parçandı huzur. Hissederdim, sana kızdığımda bile bu duygu çıkmazdı
içimden. Sanki huzur hamurundaydı senin, taze pişmiş bir çöreğin üzerindeki susamlar
misali yapışmıştı sana, pişmişti seninle, kokusu sinmişti üzerine. Sen gittin, kalmadı taze çöreklerin tadı.
Ahmet Hamdi Tampınar’ın “Huzur” romanını okumadım, okuyamadım. Umudum
çünkü o benim, korktum. Ne hüzünlü bir yazar, her kelimesi, her cümlesi hüzün. O hüzün
yazmış, ben hüzün okuyacağım. ” Huzur ”’ u  bir kitapçının vitrininde gördüğümde,  huzursuzluk hissettim önce. B elki de hissetmedim, zaten hep vardı bende. Sokuldum yanına, elime alamadım. Sağındaki, solundaki, üstündeki, altındaki kitapları karıştırdım
 teker teker, alacakmış gibi inceledim uzun uzun. Her tarafa yayılan müzik sesi öylesine rahatlatıcı gelmişti ki, ” Huzur”’ a sarılmak, yatağıma uzanmak istedim.
Raflardaki kitapları karıştırdım yine, dokundum hepsine. Her dokunup karıştırdığım,
sayfalarını çevirdiğim kitaptan sonra,  belirsiz bir cüret geliyordu bana. Elim  bir
hamleyle  “ Huzur”’a uzanıyordu, birden telaşla geri çekiyordum. Defalarca tekrarladıktan sonra yapamayacağımı anladım. Bende olmalıydı o, senin ellerinin bende
kalması gibi. Okuyamasam da, umudum olmalıydı. Ellerinin sıcaklığı ne uzak şimdi
benden. Yıllar oldu, hatırlıyorum ama, sen geldiğinde ,bir daha üşümek nedir
bilmeyecekler asla. O güne kadar dayanacağım soğuklara, avutacağım, senin sıcaklığını anlatıp ellerimi. Huzuru bekliyordum, cesaretim yoktu belki ama hakkım vardı buna. Öyle özlemiş, o kadar çok hasretini çekmiştim ki. Çalışanlardan birinden yardım istedim.
Beş dakika sonra, kitapçının kapısından çıkıyordum ve tuttuğum poşetin sapı, avuçlarımı
yakıp kavuruyordu. Huzur vardı çünkü yüreğimde, senden sonra ilk defa  bu kadar yakınımdaydı. ”Huzur”’la ben yürüyorduk yollarda. Sanki yanımda sen  vardın, kolkolaydık. Kalbimden huzurlu sözleri olan şarkılar söylemek geliyordu. Bir gün seninle, bir bahar gününde, bir tepeye çıkıp söylediğimiz şarkılar gibi bağıra bağıra.
Şarkılar baharlarda söylenir hep, neden baharlar şarkı mevsimidir. O tepede, o bahar gününde de, üstümüzde bahar dalları açmıştı. Dallarda bülbüller ötmüştü, şarkımızla kaçırmıştık onları. Bir daha hiç yakalayamadım bülbüllerle uçup yok olan huzurları. Sen gittin...
     Karanlık yine. Güneş kendini beğenmiş değilmiş, soğuk da değilmiş.  O değdirmiş
meğerse yüreğime yalancı sevinci dışarıda. Döndüm karanlık evime, kitabımı bıraktım
masanın üzerine. Aynı kitapçıdaki korku yine saplandı yüreğime. Kırılıp  kaldım, seni aradım. Tutamadım “Huzur”’u, dokunamadım bile, sadece baktım. Bekliyordu sessiz,kimsesiz. Biraz çaresiz gözüktü bana, kendim gibi. O benim tek çaremdi ama ya
onun çaresi kimdi, neydi!  Hüzünlü yazarı mı, yoksa huzurlu adı mı, düşündüm, bulamadım. Günler geçti, kitap masanın üzerinde hala.  Artık benim gibi değil,
huzurlu, memnun görünüyor halinden. Kırgın gibi de değil okunmadığı için, aldırmıyor
belki de, bilmiyor son umudum olduğunu. Ona her baktığımda, korkuyla beraber
bir ümit de kaplıyor her yanımı, oltaya takılan balıklar misali. Sonsuz deniz ülkesinden,
zarif deniz kızlarından ayırır zalim adamlar masum balıkları, atarlar daracık, renki plastik kovalara. İşte orada son bir çırpınışları vardır tekrar denizde olmak umuduyla, oysa boşunadır.  O masum balıklar gibiyim, nasıl da anlıyorum şimdi acılarını. Ne zalim her şey, dünya  yeryüzü.
    Yanına gidiyorum kitabımın, yine bir cesaret var ki üzerimde anlatılamaz. Dokunuyorum kapağına, ilk sayfasını açıyorum. Bir satır okuyabilsem, gelecek gerisi
biliyorum. Olmuyor, yapamam! Ya biterse her şey, ya bulamazsam aradığımı, son ümidim de giderse ellerimden, öylece bomboş kalırsam, bomboş ve yalnız. Sen gittin, alıştı ellerim yalnızlığa zaten, yine alışırlar mı, bilmem bir kez daha katlanabilirler mi.
Korkmasam, bir başlayabilsem okumaya, belki duyumsarım huzuru yeniden, beraber
geçirdiğimiz günler gibi. Yo, seninle hissettiğimle aynı olamaz asla ama bir parça, belki biraz daha idare edebilecek kadar huzur, razıyım o kadarına. Sen gittin, tek umudum o kaldı. Yaşadıklarıma katlandım, kendime yaptıklarıma dayandım, kitabım vardı çünkü.
Okurdum bir gün, kavuşurdum huzura yeniden. Karanlıklarda korktuğumda bunu düşündüm. Yokluğuna alışamadım bunu düşündüm. Kızdım, nefret ettim senden, suratına
binlerce tokat atmak istedim, bunu düşündüm. İyi geldi bana, bünyeye iyi gelen bir ilaç gibiydi, sakinleştirici bir hap, rahatlatan bir kadeh içki gibi.
    Zamanı şimdi, her şeyin zamanı vardır. Göçmen kuşların gitme zamanı hüzün zamanıdır, kırılır insanın içinde bir yerler. Çiçeklerin açma zamanı renktir, rengarenk. Şimdi kitabın okunma anı, ya şimdi, ya hiç.  Siyah ve beyaz, gri yok, olamaz da. Okurum sonuna kadar, son sayfaya gelene dek umut kalır bende. Önemlidir son sayfa, kitap biter
ve ben bulamazsam aradığımı hala, kalan ümidim de kırılır. Tek bir teli olan ve o da kopan, işe yaramaz bir saz gibi  kenara atılmış, kalırım öylece. Sen gittin, duygularım,
hayallerim, arzularım işe yaramadı bir daha. Yok olup gittiler seninle buralardan çok
uzaklara, başka diyarlara. Beklemedim dönmelerini, biliyordum artık gelemezlerdi.
   Yağmur yağıyor, sokak bomboş oldu aniden. Çıkıp yürümeli şimdi ıslak ıslak. Niye
kaçılır ki yağmurdan, anlayamam bir türlü. Kaçmak değil, tam tersine, bulur bulmaz
yağmuru, ıslanmak lazım altında. Sular saçlarından yüzüne, dudaklarına süzülürken,
üzerinden geçip, ellerine, parmak uçlarına doğru yayılırken, sonra tekrar yerdeki su
birikintileriyle buluşurken yağmur damlaları, günahlar da o damlalar gibi, parmak
uçlarından akar gider. Bir hafiflik hisseder insan, alışamaz buna bir türlü, günahların
eski ağırlığını özler. Yağmur durur durmaz düşer yollara, başka günahların peşinde.
  Fırlatıp atmalı şu kitabı dışarı, evet evet, atayım pencereden.Yere düşerken hangi
sayfası açılır acaba, ilk sayfası mı, yoksa o çok önemli son sayfa mı. Belki de ortalarda
bir yer.Yaş kaldırımda yatar öylece, dönüp bakmaz kimseler. Yağmur şiddetlenir, sayfalar suyun ıslaklığıyla yumuşamaya başlar, suyu emer, çekerler sünger gibi büyük
bir iştahla, çamurlanır her yanları. Yağmur dindikten sonra, yoldan gelip geçenlerin
ayakları altında hırpalanır kitabım iyice, savururlar bir köşeye umursamazlıkla, acımadan
Aç bir sokak köpeği koşturarak gelir yanına, gözlerinde yiyecek bulmanın ışıklarıyla. Burnuyla araştırır bu garip şeyi, koklar. Anlayınca  işine yaramayacağını, kocaman
gözlerindeki  kocaman hayalkırıklığıyla, ışıklarına veda edip, çeker gider.
Ertesi sabah güneş açar belki. Bakıp camdan görürüm kitabımı, kurumuştur artık.
Sayfalarında dünkü yağmurun izleri, beklemektedir kaldırımın bir köşesinde. Eski
güzelliğinden eser kalmamış, unutulmuş. Uzaktan bir çöpçü görünür, dudağında mutsuz bir ıslık, elinde süpürgesi, yavaş yavaş süpürmeye koyulur sokağı. Nihayet kitabımın
beklediği yere gelir, süpürüverir onu da aldırış bile etmeden, atar küreğine. Daha
kimseler okumadan, kitaplıktaki en değer verilen kitap olmanın keyfini süremeden,
huzurunu hiç kimseye sunamadan boylayıverir kitabım şehir çöplüğünü. Olmaz
yapamayacağım, son umudumu bırakamam sokaklara, ıslatamam yağmurlarda, ”Huzur” ‘
umu huzursuz edemem. Okumalıyım günü geldiğinde, biraz cesaret kırıntısı
duyduğumda bedenimde, saçlarımın dibinden yüreğime yayılan, okuyacağım, değişecek
her şey.
   Güzel olmalıyım, saçlarımı taramalı, en güzel kıyafetimi giymeli, makyaj yapmalı,
gözlerimi kapatıp beklemeliyim seni. Duyulmuyor mu sesim, duyulsaydı eğer, gitmezdin
sen biliyorum.      

                                                                  S   O   N












BİR KADIN


                                                                    BİR     KADIN



     Otobüsten indikten sonra yaptığı kısa yürüyüş ona öyle iyi geliyordu ki. Eve kadar
lan mesafeyi yürümek, günlük olayları aklından geçirmesi için mükemmmel bir
fırsattı. İşde yaşadıkları, ertesi gün yapacakları, her şeyi yol boyunca düşünüyordu
genç kadın. Sanki bu yolu yürümese, kafasının içi bomboş olacaktı, öyle geliyordu ona.
İşyerinde geçirdiği sıkıcı saatlerden, patronunun bağırış çağırışlarından, durmaksızın
emirler yağdırmasından bunalıyordu. Bazan en basit yazıyı bile defalarca yazmasını
ister, beğenmezdi bir türlü. Aynı harfler, aynı kelimeler bilgisayar tuşlarıyla parmakları
arasında gidip gelirken, sonu olmayan düşüncelere dalardı.
İşten çıkıp kalabalığa karışmak, nereye gittiğini bile adeta farkedemeden, ayaklarını
sürüklercesine durağa geliş, birbirine benzeyen yollar ve insanlar. Durakta beklerken, bir gün bir şeylerin değişip değişmeyeceğini sorardı kendine. Her akşam, her otobüs  bekleyişinde kafasından geçerdi bu soru, ama yoktu cevabı, cevapsızdı aklındaki tüm
sorular gibi. Gerçekten bunu isteyip istemediğini de bilmiyordu, o kadar çok şey vardı ki
bilmediği. Etrafında farklı olan bir şey göremiyordu.  Belki de farklılıkları anlayabilecek  halde değildi. Nihayet otobüsün gelişi, itiş kakış içinde biniş, hiç gülmeyen anlamsız
yüzlere bakmak, insanların konuşmalarını duymak, pahalılıktan sızlanmalar, siyasilerden
şikayetler, sözler bile aynıydı. Artık, insanlar konuşmaya başlamadan, söyleyeceklerini
tahmin edebiliyordu. Oysa, herkesin ne çok ihtiyacı vardı hoş sözlere. Yoldaki büyük
marketin ışıkları gözlerini kamaştırdığında, anlardı eve yaklaştığını. Bu duyguyu hissetmek, bu kalabalıktan, gürültüden, ter kokularından da kurtulmaktı aynı zamanda ve güzel bir histi. Bu kısacık yol, bir anlamda dinlenmeydi onun için. Bütün yorgunluklardan sonra her şeyi unutturan bir ödül, temiz havanın yüzüne çarpmasıyla oluşuveren bir gülüş, bir umut, onu tekrar gülümsetebilen. Bir ödül, bir gülüş, bir umut, bir duygu, birbirlerini ne doğru tamamlayan kelimelerdi ve kimbilir daha neler anlatabilirlerdi.
   Yol tenha olurdu genellikle. İki yanı ağaçlarla kaplıydı, çam ağaçlarıyla. Yaz kış
yemyeşildiler, her zaman neşeli. Bütün ağaçları severdi ama kışları dayanamazdı onları
görmeye. Yapraksızlarken, bayramda giyecekleri en güzel elbiseleri ellerinden alınmış
çocuklar gibi mahsunlaşırlardı, içi acırdı. Ya çamlar, yaşarlardı her mevsimi doyasıya.
Biraz da bu yüzden hoşuna giderdi  yaptığı yürüyüş. Her zaman yemyeşil kalan o çamları
gördüğünde, daima güçlü olması gerektiğini hissederdi. En sıcak günlerde, çam kokulu rüzgarlar serinletirdi insanı çabucak, gözyaşlarını da kurutuverirdi kimsecikler görmeden.
   Bahçe içinde villalar vardı yolun biraz gerisinde, bahçelerinde renk renk çiçekler.
Duvarların etrafındaki demir parmaklıklara sarılmış hanımelleri, ortalığa inanılmaz
güzellikteki kokularını bırakırlardı. Bu evlerin önünden her geçişinde, adımlarını yavaşlatır, onlardan birine sahip olabilmenin hayaline dalıp giderdi. Oğluyla birlikte bahçede top oynarlar, mangalda et pişirirler, oğlunun çok sevdiği bir kaç hayvanı da
besleyebilirlerdi. Ne güzel olurdu yaşamak o zaman, sadece ikisi ve evleri. Gülümserdi kendi kendine tüm bunlar gerçekmiş gibi. Neden olmasın, olurdu bir gün. Şanslıydı
oğlu, olacaktı istedikleri. En büyük, en güneşli odayı Can’a hazırlayıp, en sevdiği
oyuncaklarla doldururdu. Kimbilir nasıl mutlu olurdu oğlu, kocaman bal rengi gözleriyle
gülücükler gönderirdi anneciğine. Sonra odasına koşar, oynamaya başlardı. Kendi kendini saatlerce oyalayabilen bir çocuktu, farklı oyunlar icat eder, tek başına eğlenmeyi
becerirdi. Bu bir bakıma iyiydi belki, kendine yetebilen bir insan olabilmek bir özellikti.
Ama yalnızlığa alışmasından korkuyordu annesi. Alışılmamalıydı yalnızlığa, aksine kaçmak, kurtulmak gerekti. Oğlunu düşünürdü hep, oysa kendisinin de nelere ihtiyacı
vardı. O bahçeli evde, kendi için de bir oda ayırsaydı, zevkine göre döşeseydi. Sığınağı olurdu orası, yıllar önce bıraktığı resim çalışmalarına geri döner, yaşama sevincini tekrar kazanırdı.
 Birden yerdeki çocuk ayakkabısı çekti dikkatini. Eğilip bakınca, geçenlerde aynısından
oğluna aldığını hatırladı. Kalbi hızla atmaya başlamıştı o anda. Kaldırımın kenarına
fırlatılmış tek bir ayakkabı, eşi de yok ortalarda. Belki de çocuğa araba çarpmış,
ayakkabının teki ayağında kalmış, diğeri buraya savrulmuştu. Aman Allahım, ya bu
çocuk kendi oğluysa!  Başı dönüyor, boğazı kuruyordu. Derin bir soluk aldı, kendini
toparlayıp mantık yürütmeye çalışıyordu. Kimbilir, kaç çocuğun ayağında vardı aynı
ayakkabılardan, hem bu yolda trafik sıkışık değildi, çok seyrek kaza olurdu, üstelik oğlu
gelemezdi ki buralara. Bunları düşününce rahatladı biraz, aniden gereksiz bir kuruntuya kapılmış, duygularını kontrol edememişti. Elini cebine soktu, oğluna aldığı çikolataya dokundu, yumuşamıştı. Bir an önce gitmeliydi, hızlandırdı adımlarını. Can’ın çikolata yerkenki hali geldi gözlerinin önüne.
Ağzını, çenesini, hatta yanaklarını bile kirletir, sonra da, diliyle yetişebildiği yerleri yalayıp temizlemeye çalışırdı tıpkı minik bir
kedi yavrusu gibi. O haliyle öyle tatlı ve komik görünürdü ki, hatırlayınca güldü kendi kendine. Az önce ne kadar evhamlanmıştı, bunun tek nedeni oğluna karşı duyduğu
aşırı düşkünlüktü. Çoğu kez onun için yaşadığını düşünürdü yalnızca, sanki ona sahip
olmasaydı, şimdiye kadar hayatta kalabilmesi de mümkün olamayacaktı. Duyduğu
bağlılık tutku derecesindeydi. Her şeye katlanmasının tek sebebiydi o, mutsuzluğunu mutluluğa dönüştürebilen tek varlık. Evlendiği için pişmanlık hissettiği her an, oğlu gelmişti aklına. Onun için yapmak istededikleri, yapacakları, hayalleri olmuştu tek
heyecanı, hayata tutunmasını, asılmasını sağlamıştı. Evliliği oğlu yüzünden yürüyordu, daha doğrusu, yürütmeye, sürüklemeye çalışıyordu. Niye evlendiğini çok düşünmüştü.
Acı olanı ise, bunu düşünmeye evliliğinin ilk günlerinde başlamış olmasıydı. Aşk değildi,
olsaydı keşke, aşkla bağlandığı adamın eksilerini görseydi keşke. O zaman düzeltmeye de çalışmaz, öyle severdi. Aşk kolaylaştırırdı her şeyi ya da o, buna inanıyordu. Eğer,  kocasına aşık olsaydı, başkalarında hoşlanmadığı şeyleri bile seve bilirdi onunla.          
    Böyleydi aşk belki de, karşındaki insanı olduğu gibi, yalnızca o olduğu için sevmek,
genç kadının kalbindeki aşk tarifi buydu. Oysa aşkın kimbilir ne çeşitli tanımları vardı, veya bir tane bile yoktu. Herkes kendine uygun şekilde anlamıştı bu duyguyu yüzyıllardır. Başka insanlar, farklı anlayışlar, doğru ya da yanlış olması değiştiremezdi hiç bir şeyi. Aşk olmuştu, gelmişti zaman zaman. Yapmıştı yapacağını, etmişti edeceğini, gitmişti sonra sessizce. Kaldığı da olmuştu kimi kez sonsuza kadar, sadece ona  uğramamıştı hiç. Sevememişti kocasını. Niye evlenmişti, zorlamamıştı kimse de.
Hep aşık olmak ister, her gece yatağına girdiğinde hayallere dalardı. Uyku tutmazdı saatlerce. Genç kızlık günleriydi, tatlıydı hayaller o zamanlar. Bir iki kere aşık olduğunu sanmış, hatta olmuştu belki de, bilmiyordu. Ama düşlerinde yaşattığı aşk değildi hiç biri,emindi bundan. Büyüktü aşkları, büyük kalmalıydı. Şairin dediği gibi, büyük aşkları, büyük rüzgarları, büyük şarkıları sevmeliydi. Oysa şimdi,  küçücük, daracık birhayatın içine sıkışmış yaşıyordu, büyük düşler bile kurmadan. Aşk evliliği yapmak, aşk çocuklarına sahip olmak istemişti, gerçekleşmedi. Ama oğlunu çok sevmişti, aşk çocuğu değildi, yine de sevmişti.
   Kocası peşinden ayrılmamıştı uzun süre. Yakışıklı değildi, önemsizdi bu zaten, ama
sevecen, şefkatli, anlayışlı biri de değildi, kötülük buydu işte. Evlendikten sonra net
bir şekilde tanımıştı onu, tamamen bir yabancıydı. Annesi bazan, ” Nasıl kandırdı seni! ”
diye söylenirdi. Çocuk değildi ki, çocukları kandırırlardı ancak. Sebep neydi öyleyse!
”Beni seviyor, mutlu olurum ! ” diye ummuştu sadece, işte hepsi buydu. Ümitleri  boşa
çıkmıştı ne yazık, beklediği insan değildi kocası ,birbirlerine uyum sağlayamıyorlardı.
Mutluluğu yakalamayacağını biliyordu artık, aslında bunu bilmek üzmüyordu genç kadını, mutluluk ümidi yoktu, bir şey beklemiyordu. Beklememek rahatlatıyordu insanı,
bir rehavet hissettiriyordu, çok da tatlı olmayan. Alışmıştı buna da, kolaydı alışmak, her şeyden daha kolay. Neden birbirini hiç anlayamayan iki insan biraradaydı, kim yapmıştı, kimin suçuydu. Kimseyi suçlamaya hakkı yoktu, kendi hariç. Ya da, en kaçamak yol, kader deyip geçmekti. Kader miydi insanları mutsuz eden, öyleyse sevmiyordu kaderi. Belki de, mutluluğu kendine çok gören kader, oğlunu mutlu  edecekti günün birinde. Tek inancı, tek ümidi buydu, işte o zaman sevecekti kaderi, deliler gibi hem de. Can’ın istekleri olsun, yüzü hep gülsün, gerisi boş, gerisi önemsizdi.
   Hafta sonlarını oğluyla birlikte geçirmeyi ihmal etmezdi. Sabah erkenden kahvaltıyı
yapar, parka gidip dondurma yer, oyunlar oynarlardı bütün gün. Gezerlerken başka aileleri görürdü genç kadın, anne babalarının ellerinden tutmuş çocukları görürdü.
Belli etmez ama içi burkulurdu biraz, kendi için değil, oğluna üzülürdü. Kocası hiç yanlarında olmazdı, ya işi çıkar, ya arkadaşlarıyla buluşması gerekirdi. Oğlunun bir eli
boş kalırdı her zaman. Hiç aile ortamını, o sıcaklığı tadamamıştı. Tek bir kez bile
kocasının koluna girip, oğlunun elinden tutup bir yerlere gidememişti gönlünce.
Kocası eve geç gelir, yemeğini yer ve uyurdu. Konuşmazlardı bile, iki kelime dahi
etmeden günler geçirdiklerini hatırlıyordu. Böyle değildi düşlerindeki evlilik, bambaşkaydı.
Aşk vardı, başkalaştırırdı dünyayı. Sihirli bir değnek gibi, dokunduğunu değiştirirdi. Güzel öten bir kuşun sesini daha güzel yapardı, denizleri daha mavi. Yıldızlar  daha iyi hissederlerdi kendilerini, ay ise daha güleryüzlü. Geceler hiç bitmesin isterlerdi, ya da,
dünyayı gündüzleri de görmek. Maviler, yeşiller, pembeler canlanırdı, siyahları beyaz, kırmızıları kıpkırmızı yapardı. Kalırsa siyah, yalnız sevgilinin saçlarında, kirpiklerinde kalırdı. Varsın kalsın, ona yakışırdı. Değnek gerçekten sihirliydi, masallarda anlatılanlar gibi değil, sahiciydi. Çıkardığı pırıltılar bitmiyor, her köşeye, her insana dokunuyordu. Kimileri görüyor pırıltıları, gözleri kamaşıyordu önce, yakalamak istiyorlardı koşup peşinden. Bir kez yakalayınca bırakmıyorlardı kolay kolay, sımsıkı kapatıyor ellerini, avuçlarının içinden kayıp gidecek sanıyorlardı. O kadar  fazla insan vardı ki bekleyen, sahip olmak zordu çünkü, çok zor. Bazıları yıldız zannediyordu pırıltıları, bakıp geçiyorlardı umursamadan. İşleri vardı, sihirli değneğin etrafa saçtığı pırıltılarla uğraşamayacak kadar meşguldüler. Pırıltılar sahipsiz kalıyordu o zaman, hüzünleniyorlardı. Biri onları görsün, biri onları duysun istiyorlardı. Işıkları yakıp kavuruyordu  içlerini. Kurtulmak, çıkmak, kalplere girmek, aşk, sevgi olmak istiyorlardı.
İnsanlar aşkı öğrenmeli, inanmalıydı. Pırıltılar biliyorlardı ki, aşk üstündür  her şeyden. Tüm savaşların tek galibidir. Bırakmalıydı insan kendini aşkın kollarına, gitmeliydi gidebildiği kadar, asla pişmanlık duymadan. Aşk güçlüydü ve günü geldiğinde dünyadaki tüm varlıklar bu gücün karşısında boyun eğeceklerdi. İnsanlar farkına varsın istiyorlardı bu duygunun. Sadece hayallerde değil, gerçekten yaşamak, insanların yanıbaşında durup, ” Biz buradayız! ” demek istiyorlardı haykırarak, oysa hala düşlerdeydiler.
   Şimdi aşk yoktu, hiç bir şey yoktu, olmamıştı hiç. Yalandı bütün okunan romanlar,
şiirler, hepsi masaldı. Masallar bile masaldı, o kadar. Yaşıyordu, tek gerçek de buydu işte. Mutsuz da hissetse, nefes alıyor, düşünüyor gülüyordu. Artık hayallere inanmaktan
da vazgeçmişti. Zaten yoktu ki kendisiyle ilgili bir hayali, olanlar da gerçekleşememişti.
Pembe elbiseleriyle kalmışlardı çok uzaklarda. Artık tek düşüncesi oğluydu, onun  için de
düşlere sarılmaya hiç niyetli değildi. Kendi yaşamı değil ama oğlununki ellerindeydi. Tuhaf bir güç hissediyordu. Bir insanın geleceğini avuçlarında tutmak, ona yön verecek
gücü bulabilmek inanılmaz bir duyguydu. Hele kendi yaşamı bir zamanlar ellerinden kayıp giderken, sadece seyretmekle yetinen biri için. Bu onun ikinci şansıydı.  Herkese ikinci bir şans verileceğine inanmıştı daima ve son fırsatı çok iyi kullanması gerektiğinin bilincindeydi, o sorumluluğu yüreğinin her zerresinde hissediyordu. Evin taksitlerini bir an önce bitirip, oğlunun okulu için biriktirdiği parayı mümkün olduğu kadar kısa sürede çoğaltmalıydı. Gerekirse daha fazla çalışarak, göze almıştı her zorluğu. Sevseydi kocasını, birlikte hazırlasalardı oğullarının geleceğini. Mutlu, huzurlu yaşasalardı. Aşk olsaydı, yoktu. Kabaydı kocası, gülmeyen, ağlamayan, ruhsuz, donuk bir adamdı. Bunaldığı anlarda gözlerine bakmak isterdi. Güç verecek bir ışık arardı küçük de olsa. Bomboştu kocasının gözleri, anlamsız, pırıltısızdı, şefkatle, sevgiyle parlamazdı hiç. Çalışırken çok sıkıldığı anlarda, sıcacık bir sese ihtiyaç duyardı, bir iki tatlı söz, onu rahatlatacak. Eli telefona giderdi kocasının numarasını çevirmek için, vazgeçerdi hemen. Bilirdi onun sesi soğuk, ısıtamaz insanın içini. Güzel sözler söylemezdi. Belki de, istediği halde söyleyemezdi. Çok nadir konuşur, o zaman da kırıcı olurdu, hepsi bu. Evi arardı genç kadın, oğlunun cıvıl cıvıl sesi kulaklarında, her şeyi unuturdu.
    Aşk olsaydı, o gözlerde bulabilseydi aradıklarını. Işıltılarını yakalayıp, saklayabilseydi
kalbinde. İhtiyaç duyduğunda, yalnız bir köşeye çekilip tekrar tekrar baksaydı.
Derinliklerine inip kalabilseydi istediği sürece, belki de sonsuza dek. Kalbine, aynı yere yerleştirseydi yeniden. Yüreğindeki o yer, bir tek o gözlere ait kalsaydı. Başka başka gözlerde değil, yalnız kalbinde, yalnız o gözlerde bulsaydı mutlulukları ve bundan adını bildiği kadar emin olabilseydi. Sadece o sesle hissetseydi sevildiğini, sıcaklığıyla kendinden geçebilseydi. ” Canım! ” diyen o sesle sarhoş olup, sarhoşluğun keyfini keşfetseydi ilk kez. O sesi, o gözleri, o sözleri özleseydi ömrünce, yanındayken bile. Özlemin buruk tadı dudaklarında gezinseydi, anlasaydı özlemenin değerini. İnsanın hasret duyabileceği birine sahip olmasının zevkini, iliklerine çekseydi. Tüm keyifli duygular beyninde, ruhunda, kanında dolaşırken, bir rahatlık sarıverseydi her yanını. Sevilen, aşkı tatmış bir kadının güveniyle, hayatında ilk kez uykuya umutsuzca değil, yarını ümitle bekleyerek dalabilseydi.
   Ne zaman elele yürüyen iki sevgili görse, yüreği kıpır kıpır heyecanla dolardı.  
Avuçlarınde bir el arardı, güçlü, yumuşacık, kocaman ve sımsıcak. Oğlunun mink elini bulurdu elinde. Küçüktü, ürkekti o eller. Sıkıca tutardı hiç bırakmadan, öperdi, koklardı
yanaklarına sürerdi, doyamazdı bir türlü. Bu kocaman gözler, bu küçücük eller, bu  gülümseyen yüz, bir gün birisini sevecekti. Artık ona gülümseyecek, yalnız onu görür olacak, sevgilisinin ellerini arayacak, güzel yüzüne bakacaktı. İşte o gün aşk olacaktı, yaşanacaktı doludizgin, tükenmeden, tüketilmeden. Oğlu tanıyacaktı aşkı, öğrenecekti, duyacaktı kalbinde. Bir aşk çocuğu değildi annesinin hayal ettiği gibi ama yaşayacaktı aşkı. Annesi, hiç bilmediği bir duyguyu oğluna anlatacaktı, hissedecekti onun kalbinde.
   Yaklaşmıştı eve nihayet, başını kaldırıp baktı. Oğlu balkonda yoktu, oysa her akşam
beklerdi anneciğinin yolunu, anneannesinin kucağında ama bu gün yoktu. Boğazı
kurumaya başladı yine, neredeydi  Can, neler olmuştu?  Yoksa o düşündükleri gerçek
miydi !
Birden, oğlunun sesini duydu, penceredeydi, el sallıyordu genç kadına. Sevinçle içeriye  girdi, çikolata erimeden yetiştirmek istiyordu.

   

                                                                      S  O  N




DENİZ MASALI


           

                                                    DENİZ MASALI





  “Adını denizlerden aldım.” derdi annesi. Bunu söylerken, elindeki işini bırakır, oturduğu divanın üzerinde, pencereden görünen maviliklere bakardı. Kışsa, gri bulut kümeleri gezinirdi denizin üzerinde, yazsa, eflatun  gölgeler. Ama her mevsimde, suskun bir elemin gizi belli olurdu. “Ah !” diyerek iç geçirirdi annesi denizi seyrettiği vakitler, “Gözlerin de masmavi olsa, ne vardı !” Deniz bu sözü her duyduğunda, duvarda asılı aynaya kayan bakışlarıyla, iri, siyah gözlerine bakardı uzun uzun. Şu aynanın arkasında saklanan sihirli bir değnek çıksaydı da ortaya keşke, gözlerini, tıpkı annesinin istediği gibi, mavi renge boyayıverseydi. O zaman belki mutlu olurdu kadıncağız. Ama bilirdi genç kız bunun gereçeğe dönüşmeyeceğini. Çocukluğundan beri, hep bunu düşlemiş, hep o aynaya bakıp, beklemişti. Beklemişti de, beklemenin huzuru sızıvermişti yüreğine.

  Bu ufak ege kasabasında doğmuştu Deniz. Küçüklüğünü, Ege’nin sımsıcak koynunda, onun tatlı tatlı esip duran rüzgarını, güleryüzlü güneşini kucaklayarak geçirmişti. Annesi gibi,

o da sevmişti adını aldığı denizleri. Sonsuzluklarını sevmişti. Durgunluklarını da, öfkeyle kabarmalarını da sevmişti. Fakat, en çok renklerine, deniz mavilerine vurgundu gönlü.

  Kasabaları zamanla turistik bir yere dönüştüğünde, Deniz yazları iple çeker olmuş, o kalabalığı, neşeyi, cıvıltıyı özlemişti, kendi yalnızlığı içinde akıp giden kış gecelerinde.

Kış bitip de, beyaz kürkünü üzerinden sıyırıp attığında, ama hala beyazların verdiği masumiyete sahipken, tüm evlere boydan boya bir neşe yayılırdı. Sanki etraf, o sarsıcı

hüzünden silkinerek uyanır, soluk beyazlardan, pembelere uzanan bir renk yelpazesine

bürünürdü. Değişen havalarla birlikte, solgun kasabaları birdenbire, rengarenk bir masal diyarına dönüşürdü. Baharın geldiği, kasabanın kadınlarından anlaşılırdı en önce. Koyu renkli kıyafetlerini çıkarır, allı güllü basma elbiseler giyerlerdi çoğu. Yemenileri bile, rengarenk oluverirdi. Hepsinin yüzlerine tatlı bir kırmızılık yayılır, dillerinde hep oynak türküler dolanıp dururdu. Üstelik hepsi de, pek hamaratlaşırlardı baharla beraber. Evlerde önce badanalar, ardından baştan başa, günlerce süren temizlikler yapılırdı. Bahçelere gerilmiş iplere asılan sakız misali çamaşırların, insanın genzini hafifçe yakan kokuları, yavaş yavaş canlanmaya başlayan toprak kokusuna karışıp, tüm kasaba için taze bir başlangıcın  müjdecisi  olurdu. Yalnız hanımlarla sınırlı kalmazdı bu başkalaşım. Çocuklar da, cıvıltılı yeşilliklerin coşkusuna kaptırırlardı kendilerini. Henüz, hayatın sorumlulukları binmemişken sırtlarına,

gamsız mutlulukların yollarında, sabahlardan akşamlara kadar koştururlardı. Bahar bu





kasabaya başka türlü gelir, başka türlü yakışırdı. Kışın mahsunluğundan sıyrılan sokakların her köşesi, bayram günlerinin bildik sevincine bürünüp, öyle karşılarlardı yeni mevsimi.

Bu değişim öylesine ani olurdu ki, küçük kız bir sabah uyandığında, gördükleri  karşısında ellerini çırparak zıplardı olduğu yerde. Ağaçlar yeşillenmiş, her yan türlü çiçekle kaplanmış, hava şerbet kıvamlı, minik serçelerin dudaklarında şarkılar, meyvalar dallarında beklemekteyken, Deniz’in keyfine diyecek olmaz, atardı kendini sokaklara. Küçükken,  gözüne sonsuz görünen sokaklarda gezip dolaşmaya bayılırdı. Çarşının girişindeki şekerci,

favorileri arasında olmuştu her zaman. Dakikalarca cama yapışır, ebruli kristal parçaları gibi parlayan akideleri seyre dalardı. Şekerci amca, içeriden el edip, onu yanına çağırıncaya kadar da sürdürürdü bunu. Sonra, adamın avucuna bıraktığı, çok sevdiği tarçınlı akideleri yiye yiye devam ederdi yoluna. Ara sokakların birinde dükkanı olan yaşlı bakırcı ustasına da uğrardı mutlaka. Bakırı döven çekicin çok hoşuna giden biteviye sesi eşliğinde, yaşlı ustanın anlattığı hikayeleri dinlerken, gözlerinde kaçamak bir mutluluğun izleri belirirdi.

Büyüdü Deniz yıllarla beraber. Ama, dilindeki tarçınlı akidelerin tadı da, hayallerindeki masalların canlılığı da, gezdiği sokakların  biçare uğultuları da, hep aynı kaldı.

 Yazın gelip dayanmasıya kapıya, kasabalarına akın eden, konuşmalarını anlamadığı yabancıların yaşamları onu kendi içine çekmiş, onların yaşadıkları yerleri,  başka ülkeleri, dünyayı merak etmeye başlamıştı. Kendilerinden farklı, yeryüzünde yaşayan pek çok insanın varlığını,  öğrenmek  şaşırtmıştı küçük kızı. O, dünyayı kendi evinden, en çok , kasabasından ibaret sanırdı çünkü. Acaba nasıldı onların hayatları?  Yaşı ilerledikçe, değişik insanların, değişik hayatları daha da çok ilgisini çekmeye başladığında, bunları öğrenebileceği tek adrese, kitaplara yöneldi. Kendini okumaya vermek, yıdızlarla kaplı bir denizde yüzmek gibiydi.

Ruhunu orada bırakıyordu rahatça, benliğinden sıyrılıp, özgürlüğü tadıyordu. Yüzmeyi ne kadar sevdiyse, kitapları da sevdi o kadar. Şiirlere kapıldı ilkin, büyülü mısraların, büyülü kokularını duyumsadı. Ardından öykülerin satırları arasında yaptığı zevk dolu yolculuklar çeldi aklını. En nihayetinde romanlarla tanıştığında, diğerleri yitirdiler bir anda önemlerini. Okuduğu her bir romanda, farklı karakterler ve onların hissettikleri, onu oradan oraya, kederden sevince, ümitsizliğin ortasından, umut kıyılarına, gerçeklerin beyazlığından, düşlerin rengine, ışıklardan, gölgelere doğru sürükleyip dururken, o romanların yazarları, gözünde yüceldiler günden güne ve ebedi sonsuzluğun içindeki yerlerinde, heybetlerinin

arasına karışan hicran zerrecikleriyle kalakaldılar.



Öğretmeninden alıyordu Deniz kitapların çoğunu. Öğretmen, bu küçük kasabada, okuma meraklısı bir öğrenci bulmuş olmanın hazzıyla, durmadan yeni kitaplar getirtiyordu şehirden.

O ise, gece yarılarına varana kadar  ve gözlerinin artık acıdığını hissedinceye dek bırakamıyordu elinden  hiçbirini. Okullar tatil olduğunda, sabahları, turistlere satış yapmaya başlamıştı. Annesinin el emeği boncuk kolyelerle, babaannesinin ördüğü patik, lif gibi şeyleri doldurup bir sepete, satıyordu kasabanın çarşısında. Bu şirin kızı çok seven yabancılar, öğleye kalmadan  bitiriyorlardı elindekileri. Kendince iyi de para kazanıyordu. Birazını ayırıp kendisi için, annesine veriyordu  kalanını da. Parasını biriktirmek istiyordu. Kimbilir, belki bir gün gerekirdi. Belki bir gün, onun da, limon sarısı düşlerinin peşinden koşma vakti gelirdi.

Öğleden sonraları, kitaplarına dalardı yine. Kızın bu merakı, annesiyle, babaannesini pek şaşırtır, “Okuyacak bu kız, belli.” diye konuşurlardı aralarında.

Gerçekten de okumuştu Deniz, geçen yıl bitirmişti liseyi. Üniversite sınavlarına giremedi, kazansa da, gönderemezlerdi zaten. Babasının işleri bozulmuş, bakkal dükkanını kapatmıştı.

“Yeter, “ demişti annesi, “ liseyi bitirdin ya, daha ne! “ Babaannesi de sık sık, “Eveririz artık kızı!” der olmuştu. Bunu duymak bile ürpertiyordu genç kızı baştan başa. Evlenmek, annesinin, babaannesinin yaşadıkları hayatın bir benzerini yaşamak istemiyordu o. Hayalleri vardı. Hep kurduğu, hayatını anlamlandıran, çekilir hale getiren gökkuşağı renkli düşlere sahipti Deniz. Çok da olağanüstü bir durum değildi bu aslında, her genç kız kurardı hayal.

Fakat, onunkiler farklıydı diğerlerinden. Ne beyaz gelinlik, ne beyaz atlı prens süslemişti düşlerini. Başka türlü bir rüzgara kapılmıştı genç kız. Belki de, denizlerden gelen bir rüzgardı bu, açıktan, koyu  mavilere kadar uzanan, kokusu, başka hiç bir şeyde bulunamayan bir rüzgar. Yazma tutkusu önce, annesinin, hep mavi olmasını istediği kara gözlerine yerleşmişti. Kalmıştı orada bir zaman, etrafı incelemiş, insanları gözlemlemiş, yaşanan hayatları bir bir almıştı hafızasına. Sonra, o farkında bile olmadan, tüm biriktirdikleri gözlerinden kalbine doğru usul usul akıp gitmişti.

“İyi bir yazar olabilirsin.” demişti öğretmeni bir gün. Kompozisyonunu tahtanın önünde okuyup, henüz sırasına oturmuştu Deniz. Duyduğu bu cümlenin her harfi, simden birer ok

olup, saplandılar her bir yerine ve bir daha da, hiç çıkmadılar yerlerinden. Yine aynı öğretmeninin desteğiyle katıldığı, liseler arası kompozisyon yarışmasında birinci olduğu haberini duyduğunda bile, simli oklar hala yerlerinde duruyorlardı. Lisede düzenlenen törenle,









müdürün elinden aldığı bilgisayar, o günden sonra, genç kızın içindeki tutku dolu duyarlılığı aktardığı  arkadaşı olacaktı. Annesi, babası ve babaannesi de varlardı törende. Gözlerinde beklenmedik bir gururun silik ışıkları parlıyordu. Yaşlı babaanne, kompozisyonun ne anlama geldiğini dahi anlayamasa da, torununun birinciliği mutlu etmişti onu. Konu komşuya hep bundan bahsetmişti günlerce. Deniz’in tek hissettiği ise, kendine güven duygusuydu. Törenin yapıldığı akşam, odasına başka türlü girdi. Yatağına, dolabına, çalışma masasına bambaşka gözlerle baktı. Sonra, kararlı adımlarla, kitaplığın rafına uzanıp,  bir tomar saman kağıdı aldı . Nicedir uğraştığı ama bir türlü bitiremediği romanlarıydı bunlar. Önce, ara ara karıştırarak göz attı yazdıklarına. Gülümserken, yüzünde, belirgin bir zaferin, şeffaf renkleri dolandı. Vermişti kararını, ikisini de  yeniden elden geçirip, tamamlayacaktı. Bu kararını gerçeğe dönüştürme sürecinde, odasında, bilgisayarıyla başbaşa uzun zamanlar geçirdi. Aylar geldi geçti, mevsimler değişti. Parmakları, bilgisayarın yumuşak tuşlarına, gözleri ekranın beyazımsı ışığına alıştılar yavaş yavaş. İçinden dolup taşan benliği ise, yazmanın bitip tükenmeyen dehlizlerine kapılıp gitmişti çoktan. İçinden dolup taşan her şeyi kağıtlara döküp, bilgisayarını kapattığında,  biraz zayıflamış, rengi bir parça solgunlaşmıştı. Ama, kara gözlerinde, tüm bunlara zıt, öyle parıltılı bakışlar vardı ki, şaşırtıyordu görenleri. Kızının haline pek üzülen annesi, “Odasına kapanıyor bütün gün!” diye, şikayetleniyordu kocasına. “Hasta falan olmasın da!”  diyerek de evham ediyordu.  Adamdan da, her defasında umursamaz bir tavırla aynı cevabı alıyordu;

_Ne hastası canım !

Kayınvalidesinin, hep söyleyip durduğu sözler, bir kez daha dökülüyordu ağzından;

_Evermek lazım artık bu kızı.

Deniz yazdıklarını nasıl bastırabileceğini bilmiyordu. Ne akıl vereni vardı yanında, ne de elinde imkan.Tek bildiği, bu küçük kasabada hayallerine ulaşabilmesinin imkansızlığıydı.

Büyük şehire gitme fikri de, tam o vakitler düşüverdi aklına. Çoktu şehrin olanakları, ağaçlardaki yapraklar, denizlerdeki sular kadar da sonsuz. Hem belki, üniversiteye de

gidebilirdi. Olmazsa, bir iş bulurdu kendine, kitaplarını yayınlatırdı. Her şey büyük şehirdeydi artık. Ün, başarı, para, belki de bunların hepsi, orada bir yerlerde bekliyorlardı onu. Her ne

olursa olsun, denemeliydi. Sonradan pişmanlık duymaktan daha iyiyidi bir adım atmak.











Başarılı bir romancı olarak dönseydi kasabasına yıllar sonra, fena mı olurdu!  Kompozisyon yarışmasında birincilik aldığında, nasıl da duyulmuştu ismi her yerde. Hem, koskoca ülkede

tanınan bir yazar olursa, kitapları dolaşırsa elden ele,  kasabasının gurur kaynağı da olurdu mutlaka. Daha önce, böyle hiç kimse çıkmamıştı ki o civardan. Hep erkekler mi alacaklardı

ellerine şu başarı denen billur vazoyu. Onun da hakkıydı bu, eğer yazabilme yeteneğine sahipse, hakkıydı. Vazgeçmeyecekti o billur vazoyu elde etme sevdasından ve tutcaktı avuçlarında günün birinde.

Bazen kuytu bir köşeye çekilip, dalardı böylesi düşüncelere. Bu kuytu köşeler de, ya yatağının üstü, ya da yukarı katın ahşap korkuluklu balkonuydu. Sabah güneşi alan balkon, hafif bir serinlikle karışan hanımeli kokularıyla dolardı öğleden sonraları.Yerdeki eski kilimin üzerine bağdaş kurar, elleri, kilimin yer yer dökülmüş yünlerinde, gözleriyle ufukları dolaşırdı. Düşlerini etraflıca tartıp biçmek, hep mutlu ederdi onu. Çok ünlü ve romanları çok satan biri olarak döndüğünde kasabasına, okul yaptıracaktı. Belki de bir hastahane, henüz tam olarak bir karara varmış değildi. Herkes ondan bahsedecek, kasabanın çocukları onu örnek alacaklardı kendilerine, adı dillerde saygıyla dolaşacaktı.

Tüm düşlerini korkusuzca kurup, içinde yaşamayı en çok sevdiği yer ise, ne odası, ne de, ahşap korkuluklu balkondu. Kasabanın girişinde, kimselerin bilmediği, gözlerden uzak bir yeri vardı genç kızın. Sanki, çok sevdiği ağaçlar biraraya gelmişler de, onun için saklamışlardı orasını. Asırlık gövdeleriyle çevreleyip, ürkek yapraklarıyla sarmalamışlardı. Yarım saatlik bir yürüyüşle buraya ulaştığında, kendini her şeyden korunmuş, uzaklaşmış hissederdi. Çimenlerde çıplak ayaklarıyla gezinir, canı isteyince denizin müzikal sesine kulak verip, maviliklerdeki dinginliğe bırakırdı gözlerini. Çocukken, tesadüfen keşfettiği bu gizli yer, onun sığınağı olmuştu.

Yine bir bahar vakti ve tam da avarelik zamanıydı. Evdeki temizlik telaşından kaçan küçük kız, vurmuştu her zamanki gibi kendini sokaklara. Yürümeye alışkın küçük ayakları, bu kez onu, kasabanın biraz dışına kadar sürüklemişlerdi. Yorgunluğunu hissetti ilk kez. Oturacak bir köşe ararken, ilerideki ağaç kümesinin sessiz fısıltıları geldi kulağına. Doğanın her türlü sesine duyarlı olan kulakları, yüzlerce yaprağın çıkardığı hışırtıyı da farketmişlerdi. O bunu, ağaçların kendi aralarında yaptıkları sohbetler diye adlandırıyordu. Küçük kıza göre, tabiatın her parçasının, haberleşme yöntemi vardı. Çiçekler muhteşem kokularını bırakırlardı









övünerek. Denizler köpüklü dalgalarla taşarlardı. Çimenler hafifçe salınırlardı edalı gelinler gibi.

Ağaç kümesine doğru yürüyüp, aralarına girdiğinde, harika bir manzara nefesini kesiverdi bir anda. Anladı ağaçların biraraya gelişlerinin sebebini, bu güzelliği gözlerden gizlemek istiyorlardı. Ama o bulmuştu işte, belki de küçük kızı çağıran ağaçların ta kendileriydi. Evet, fısıltıları bir davetti. Bu düşünce sevinçle doldurdu kalbini. Lacivert gölgeli denize, yeşilin her tonunu gözlerinin önüne seren çimenlere, çiçeklere baktı tekrar. Başını göklere kaldırıp, teşekkür etti ulu ağaçlara. Yere oturdu, yumuşacıktı toprak. Kırışıksız bir çarşaf gibi karşısında uzanan denizin, kıpırtısız haline kaptırdı ruhunu. Artık burasının, hayatında çok önemli bir yere sahip olacağını hissetti, bir histi bu sadece.

 Küçükken de yalnızdı şimdiki gibi. Ne zaman içi sıkılsa sığınağına koşar, çoğu kez saatlerce kalır, orada olmak uğruna, annesinden okkalı bir azar işitmeye bile razı gelirdi. Hatta, öyle günler vardı ki, akşam olduğunu bile farkedemez, ancak güneşin ışığının uzaklara yollanmasıyla, saatlerin geçtiğini anlardı. Sığınağı tek dostuydu Deniz’in uzun yıllardır. Sırlarını paylaştığı sessiz bir dost, hiç konuşmadan, onu anlayabilen vefakar bir dost.

  Uzun zaman kıvrandı Deniz, beter bir sancı çekenler gibiydi. En sonunda, söyledi annesine gitmek istediğini buradan. Kızının dedikleri karşısında, kadının gözleri faltaşı gibi açılmış, içlerinde kor ateşler varmışcasına kızarmıştı. Kalakaldı öylece olduğu yerde, bir türlü anlayamıyordu!  Ne tuhaf şeyler istiyordu, kim sokuyordu aklına bu kızın, şu abuk sabuk düşünceleri. Niye sanki, herkesinki gibi değildi  onun kızı da!  Zamanı gelince evlenip, hanım hanımcık otursaydı ya kocasının dizinin dibinde. Yok, illa büyükşehire gidecekmiş de, kitap çıkaracakmış. O kim, o işler kim! Şu küçücük haliyle, nasıl da kalkacaktı altından bunların. Laf ki, ne laf !  Nereden de tutulmuştu bu hayalciliğe. Babası bir duysa, kapı dışarı çıkarmazdı bir daha. Tüm bunları,  beş dakika içinde geçiriverdi peşpeşe aklından. Sonra, dudakları titreşerek, bakışlarında ürkek kuşların uçuştuğu haliyle, ondan bir cevap bekleyen kızına yöneltti öfke dolu gözlerini. “Sus!” dedi hiddetle, “Bir daha duymayayım. Aklını peynir ekmekle mi yedin sen kızım!”

Cevap vermedi Deniz, ne söylese işe yaramayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu annesini. Ağlamak üzere olduğunu belli etmeden döndü odasına. Ama şimdi, bu oda da dar geliyordu ona. Dışarıya, gizli sığınağına gitmeliydi, ancak orada rahat edebilirdi biraz olsun.









 Ağaçların sakladığı sığınağında, çimenlerin üzerinde otururken, derin nefesler alıyor, her nefesle birlikte de, büyük bir huzur duyumsuyordu bedeninde. On, on beş dakika sonra, iyice rahatlamış, üzerine mutlu bir rehavet bile çöreklenmişti.

Etraf da, ruhu da öylesine durgundu ki, neredeyse gözkapakları kendiliğinden kapanmak üzereydi. Sonra  farklı ses işitti. Oysa burada,  rüzgarın, yaprakların ve saksağanların seslerinden başkacasını duymamıştı şimdiye kadar. Arkasını  dönüp, sık çalılıklara doğru baktığında, gözüne çarpan bir şey olmadı. “Rüzgarın oyunu!” diye düşündü. Tekrar hayallere ve sığınağındaki sessizliğin huzuruna döndü. Az bir zaman geçmişti ki aradan, tekrar çalındı kulağına benzer sesler. Bu defa dikkat kesilerek ayağa kalktı, çevreyi iyice araştırdı.

Gökyüzünü, çimenleri, ağaçları kontrol etti, göremedi yine. Derken, gözü, denizden yansıyan ışıklı halkalara takıldı. Sanki, geceden kalan tüm yıldızlar suya düşmüş, günü kutluyorlardı.  Suyun yüzü, binlerce yıldızla kaplı gibiydi. Genç kız, yıllardır geldiği sığınağında, daha önce böylesi bir manzarayla karşılaşmadığı için biraz şaşkın ama hayranlıkla seyrediyordu. Öylesine olağanüstüydü ki her şey, neler olup bittiğini kavrayamadan, daldı gitti o görüntüye. Bir müddet geçmişti aradan, genç kızın farkedemediği bir zaman dilimi, yitik bir vakitti bu belki de. Kendini o pırıltılara kaptırmış, duruyordu öylece. Bir daha, belki de hayatı boyunca karşılaşamayacağı bu görsel şölen büyülemişti onu. Sonra büyülerin gizem dolu dumanlarını, denizin ona yakın kıyısındaki  hareketlenme aralayıverdi bir çırpıda. Bakışlarını o yöne doğru sabitledi genç kız, ama içinde hiç bir korku yoktu. Sadece, kalbindeki tuhaf heyecanla birlikte beklemeye başladı, farklı şeyler yaşayacağını hissediyordu. Aniden, deniz sanki ikiye ayrılmış gibi geldi ona, sonra denizin orta yerinde beliren genç adam şaşırttı iyice genç kızı. Yazlıkçılardan biriydi herhalde. Nereden de bulmuştu burayı! Gizli yerinin bir başkası tarafından keşfedilmiş olmasının kızgınlığıyla  bağırdı  yabancıya.

_Ne işin var burada? Burası benim.

Adam hiç istifini bozmadan yüzmeye devam ederken, genç kıza gülümseyerek bakıyordu. “Bir de utanmadan gülüyor! “diye geçiriyordu ki içinden, adamın sesi  kulaklarında çınladı;

_Denizler de benim!

Şaşırmıştı ne cevap vereceğini. Kimdi bu adam?  Nereden çıkıp gelmiş, huzurunu kaçırmıştı! Hem, ne kadar da ukalaydı!  Kalmamış mıydı sanki  koskoca kasabada başka yer de, burayı

bulmuştu. Hem, nasıl farkedebilmişti ki, gözlerden uzak bu köşeyi!









O tüm bu soruları geçirirken aklından, yabancı yüzmekten vazgeçmemiş, denizin içinde duruyor, gitmeye de hiç niyetli görünmüyordu. Genç kız denize doğru yaklaştı biraz, şu yabancıya yakından bakmak istiyordu.  Çekingen adımları belli bir mesafede durdular ve tam o anda da, genç adamın masmavi gözleri, birer firuze taşı gibi parladı. Öyle bir maviydi ki bu, ne denizin, ne göklerin mavisi onunla boy ölçüşemezdi. Buz kırığı şimşeklerin yakıcılığı toplanmış, o gözlerin en diplerine yerleşmişti. Deniz, mavi bakışların esaretinden kurtarıverdi kendini çarçabuk ve gizli sığınağının tekrar, sadece ona ait olabilmesi için ilk hamlesini yaptı.

_Burada yüzülmez. Kumsala insen daha iyi.

Bunu söyler söylemez, elini kumsal yolunu tarif etmek üzere kaldırmıştı ki, yabancının sözleriyle havada kalakaldı kolu.

_Gidemem başka yere.

Genç kızın yüzünde alevli bir kızgınlık yanmaya başladı yine.

_Neden?

_Burada yaşıyorum da ondan.

Deniz’in sinirli gülüşü, sularda yıkanıp, geri döndü dudaklarına.

_Burada mı yaşıyorsun! Bunca yıldır niye görmedim öyleyse seni?

Yabancı gayet rahattı ve kendinden emin bir tavırla konuştu yeniden;

_Senin görmemiş olman, benim burada yaşamam gerçeğini değiştirmez ki. Denizin dibinde bir sürü canlı var, onları da görmüyorsun.

Ne diyeceğini bilemeyen genç kız sustu bir süre. Sanki dili tutulmuş, zihni durmuştu. Bunca yıldır herkesten saklamayı başardığı sığınağı, resmen zaptedilmişti, hem de hiç tanımadığı biri tarafından. Evet, evet, işgaldi bunun adı. Sığınağıyla beraber, ruhu da bu işgalin kurbanı olmuştu. Tüm bunlar gelip üşüşünce genç kızın tepesine, rengi önce pembeye, sonra kırmızıya dönüştü. Kara gözlerinden ateşler yanıp söndü kara dumanlı. “”Bak,”dedi genç adama, “ben çocukluğumdan beri hemen her gün gelirim buraya. Artık bana ait sayılır. Yabancı birini istemiyorum. Sen de diğer turistler gibi gitsene kıyılara.”

Sözlerinin burasında sesi titremeye, gözleri dolmaya başlayınca sustu bir süre. Kendini toplamaya çalıştı, yutkundu bir iki kez. Sonra yeniden devam etti konuşmasına. Zaten söylenebilecek pek az şey kalmıştı geriye. Fakat en zoruydu bu kısmını söyleyebilmek onun için. İlk defa gördüğü birine, şimdiye dek içinde tuttuğu duygularını bir bir anlatabilmek hiç









kolay değildi ama mecbur hissediyordu buna kendini. Sığınağını koruyabilmek, bu adamı buradan uzaklaştırabilmek adına her şeyi yapacaktı. Söze başladığında hissettiği gerginlik bir anda kaybolmuş, anlatmaya başladıkça belirgin bir rahatlığa kavuşmuştu. Sanki tutukuları o farkına bile varamadan akıyorlardı dudaklarından. Sanki Deniz değildi konuşan, içinde başka biri vardı ve hissettiği her şeyi döküyordu orta yere. Çok korkusuzdu o her kimse. Hiç çekinmeden, fütursuzca açmıştı yüreğini. O konuşuyor, yabancı ise gözlerini bile kırpmadan dinliyordu. Bu çok iyi gelmişti kıza, omuzlarındaki  koca koca yükler  boşalıyorlardı teker teker, hızla hafiflemekteydi. Dünya da genişlemiş gibiydi onunla birlikte. Hava ferahlamış, her bir köşe bucağa taptaze bir serinlik yayılmıştı. Düşleri, cam bir şişeden damla damla akıyorlardı maviliklere. Sularla buluştuklarında, küçük beyaz köpükler birleşip, neşeli büyük köpükler haline geliyorlardı. Esintileri, Ege meltemine karışmış, uçuşuyordu genç kızın dalgalı saçlarında.

“Tüm düşlerimi burayla paylaştım ben.” dedi, konuşmasını bitirirken. “Biliyorum.” diye cevapladı genç kızı yabancı. Bunu söylerken, gerçekten de, her şeyi bilen, bilge bir hal vardı üzerinde. Deniz sordu merakla;

_Nereden biliyorsun?

_Dedim ya, burada yaşıyorum. Buranın denizinin yakamozlarını bilirim. Rüzgarı üşütmez beni. Dağlarında açan her bir çiçeği kokusundan tanırım. Hep seni dinlerdim. Sesinin tınısı kazınmıştı yüreğime. Böylesine durgun görünüp de, yaşadığın fırtınalarla nasıl başa çıktığını düşünüp dururdum.

“Anlamıyorum.” dedi Deniz, “Hiç anlamıyorum.”

_Anlaşılmak kolay mı! Seni anlayan kaç kişi var ki etrafında. Hiç değil mi!

_Hiç.

_Ya, gördün mü! Uzun yıllar bile yetmiyor bazen.

_Kimsin sen ?

Deniz bu soruyu sorarken, bir kaç adım geri gitmiş, yeni bir ürkeklik bedeninde gezinmeye başlamıştı.

_Belki hiç kimse, ya da, ömrü boyunca denizlerde olan  biri.

_Balıklar yaşar denizde.









_Sadece balıklar mı! Deniz dibinde yaşayan pek çok canlı var. Bir sürü canlı, hatta yosunlar, hatta süngerler, hatta deniz kabukları. Deniz dibinde bambaşka bir hayat var. Kimse bilemez, başka bir boyut orası.

_Sen insansın ama!

_Peki, deniz kızları?

_Deniz kızları mı, onlar masallarda olur.

_Doğru masal kahramanlarıdır onlar ama denizlerdedir hayatları.

_Yani, deniz kızları var gerçekten öyle mi?

_Sence?
_Bilmem.

_Senin gibi düşlere sahip olan biri, onlara da inanmalı.

Deniz bu söz üzerine, kırık bir gülüşle, annesinin her zaman söylediklerini hatırladı.

_Annem hep çok hayalperest olduğumdan bahseder.

_Ne güzel! Keşke herkes becerebilse hayal kurmayı.

_İşe yaramıyor bu çoğu kişiye göre.

_Dünya hayallerle kurulmadı mı!  Düşün bir kere, çevrendeki  her şey bir hayal ürünü. En basitinden, en karmaşığına kadar. Hepsini birileri hayal etti  başlangıçta.

_Doğru. Belki deniz kızları da vardır gerçekten.

_Varlar.

_Nasıl bilebilirsin ki?

Bu soru üzerine yabancı gözlerini genç kızın gözlerine dikti bir müddet. Hiç kıpırtısız durdu. Sonra denizde beliren  kımıldanma çekti  kızın dikkatini. Gümüşi, büyük bir yüzgeç görünüp kayboldu. Deniz her şeyi unutmuş, heyecanla bir çığlık atmıştı.

_Aa, kocaman bir balık! Nasıl gelmiş buraya?

“Balık değil o.” dedi yabancı.

_Değil mi, ne peki?

Genç adam hareketlendi tekrar. Ağır ağır kıza doğru yüzdü. Yaklaşınca durdu yine. Sonra, hafifçe yukarıya doğru zıpladı. Deniz neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, genç adamın havaya sıçramasıyla donup kaldı gördüğü manzara karşısında. Yabancının belinden aşağısı, tıpkı deniz kızlarınınkine benziyordu, insan değildi o. Genç kızın gırtlağına bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Ne bağırabiliyor, ne de konuşacak gücü buluyordu kendinde. Yabancı







ise, sanki onun bir şeyler söylemesini bekliyor gibiydi. Nihayet kızın ağzından fısıltıya benzer bir ses çıktı;

_Rüyada mıyım ben!

Genç adam ona bakarken, çaresizlik okunuyordu gözlerinde.

_Masallarda sadece deniz kızları var ama denizlerde yalnız değiller. Şimdi yanına gelebilmeyi ne kadar isterdim.

Genç kız kekeleyerek cevap verdi ona;

_Gitmeliyim ben.

Sonra dönüp arkasını yürümeye başladı. Başını çevirip bakmak istiyor ama yapamıyordu bir türlü. Yabancının “Gitme!” diyerek seslenişini işittiğinde bile bakmadı. En son şunları duydu uzaklaşırken.

_Yarın aynı saatte burada olacağım. Gel, ne olur gel.

   Akşam yemeği sonrasında odasına çekilmişti Deniz. Annesi babasının kahvesini verirken her zamanki gibi söylenmekteydi.

_Bu kızın hali hal değil bey. Allah hayırlara tebdil etsin

Adam büyükçe bir yudumu höpürdeterek aldı bol şekerli kahveden. Kaşları çatık hanımına baktı.

_Niye, nesi var ki?

Karısından önce annesi cevap verdi oğluna;

_Bu yaşa gelmiş kız evde tutulur mu. Ondan hep bu halleri. Everiverelim diyorum size tez elden.

_Doğru söyledin anne. Bizim Nihat’ı gördüm bu gün kahvede. Oğlu için ağzımı aradı ya, bir şey diyemedim.

Babaanne bu hayırlı kısmeti duyunca, ağzı kulaklarında, oğlunun koluna yapışmıştı hemen.

_Aman oğlum, kaçırılır mı hiç böylesi! Oğlan okudu etti, daha ne! Hemen deyiver de gelsinler.

_Eh, konuşurum yarın.

Deniz odasında, yatağının üstünde oturuyordu. Küçük gece lambasının hafif ışığı  aydınlatıyordu etrafı biraz. Duvarlarda gölgeler yapıyor, ışık oyunlarıyla boyuyordu dört bir yanı. Genç kız hala yaşadığı olayın etkisi altındaydı. Ve hala bunun hayal mi, gerçek mi olduğunun ayırdında değildi. O yabancının söylediklerini düşünüyordu devamlı. Bir hayal









sürer miydi bu kadar. Hayal kişilikleri böylesi doğru şeyler söyleyebilirler miydi. Gitmeli miydi yarın, yoksa, bir kaç gün oralara uğramayıp, unutmalı mıydı her şeyi. Ne karara varırsa

varsın, ayaklarının onu oraya götüreceğinden korkuyor, korkusu git gide artıyordu. Odanın kapısı açılıp, annesi içeri girdiğinde, Deniz’i gözlerini bir noktaya dikip, derin düşüncelere dalmış bir halde buldu. Öyle ki, onun yanına geldiğini bile farketmemişti. Yatağa ilişip, ellerini kızının saçlarında gezindirdi. Onu anlamaya zorlayarak kendini, başladı sözlerine;

_Güzel kızım, ne derdin varsa deyiver bana. Annenim ben senin, bana açılmayacaksın da kimlere dökeceksin derdini.

_Yok bir şey anne.

_Bak kızım, yarın görücüler gelecek sana. İyi bir aile, sen de he dersen, yaparız düğününü

inşallah.

_Anne, ben evlenmek falan istemiyorum.

_Fesupanallah! Nedir istediğin kızım, deyiver bana.

_Şehire gitmek istiyorum ben. Romanlarımı bastırmak, ünlü bir yazar olmak istiyorum. Okurum belki, ya da çalışıp, kendi paramı kazanırım.

_Yok kızım, olmaz o iş. Yazarlık da neymiş, erkek işi onlar. Bak, seni okuttuk, liseyi bitirdin.

Senden başka kaç kişi var buralarda okuyan.

_Bir işe yaramadıktan sonra.

_Artık evlenme yaşın geldi. Baban da öyle münasip görüyor.

_Anne, hayallerim var benim.

_Hangimizin yoktu ki!  Hele, bir yuva kurup, çoluk çocuğa karış da, unutursun hepsini.

Bunları söyledikten sonra ayağa kalktı annesi. “Hadi,” dedi, “bir güzel uyu şimdi.”

Ardından baktı Deniz. “Unuturum, senin gibi olur çıkarım.” diye  düşündü kendi kendine. İstediklerini gerçekleştiremeden yaşlanıp, unutulmak mıydı kaderi. Bu düşünce ürpertti onu iliklerine kadar. Hayır, buna izin vermeyecekti.

   Ertesi sabah yine sıradan bir güne uyandı. Düşünceleri de sıradandı. Sanki, dün o tuhaf şeyleri hiç yaşamamışcasına sakin görünüyordu. Her zamanki gibi kalktı, giyindi, kahvaltısını yaptı. Evdeki telaşı umursamıyordu hiç. Annesi ise, görücülere yaranabilmek uğruna, aşırı bir hazırlığa girişmiş, oradan oraya koşuşturup duruyordu. Babaanne divanda, ayaklarını altına toplayıp oturmuş, emirler yağdırırken gelinine, bir kızılderili reisi edası tavırlarına yansımıştı.









Annesi gözucuyla kızına baktıktan sonra, çıkıştı çoğu kez yaptığı gibi;

_Kızım, bir işin ucundan tutsana. Bana gelmiyor herhalde bu görücüler!

Deniz cevap vermeden ayakkabılarını giyip, dışarı attı kendini. Bu konuşmaları dinlemeye dayanamayacaktı daha fazla. Sık sık uğradığı çay bahçesine gitti yine. Bir tek orada olan, tadına bayıldığı ıhlamurunu yudumlarken, yabancıyı düşünüyordu. Ne evdeki yaşananlar, ne akşam gelecek görücüler yoktu aklında.

Sonara sahil kenarında gezindi. Çarşıyı dolaştı bir uçtan bir uca. Bu amaçsız gezintiler hoşuna gitmişti enikonu. Avareliğin tatlı sert halleri, başının üzerinde kaldılar bir süre. Vakit yakındı artık, buluşma saati gelmişti. Denizde yaşayan, yarı insan bir yabancıyla buluşacaktı ve çok sıradan bir randevusu varmış gibiydi. Gülümserken kendi kendine, “Belki de düşteyim ben.” diye geçirdi zihninden. “Şimdi gideceğim, ve her şey normale dönmüş olacak. Sığınağımda yine yalnız kalacağım.” Bu, onu bir an için mutlu eden bir düşünceydi. Hemen ardından incecik bir sızı hissetti bedeninde, bilmiyordu nedenini. Anlamsızlaşmıştı her şey. Gizli yerine doğru yaklaştıkça, tüm bunların bir hayal olduğuna iyice inandırmıştı kendini. Ama ağaçların arasına girip, denize yaklaştığında gördü yine genç adamı. Aynı yerde, aynı yüz ifadesiyle duruyor ve ona bakıyordu. “Geleceğini biliyordum.” dedi.

_Geldim evet. Çünkü, senin gerçek olup olmadığını bilmeye ihtiyacım vardı.

_Hala mı! Gerçeğim, söylemiştim sana.

_Sen gerçeksen, hayal ne o zaman? Benim düşlerim mi!

_Onlar da gerçek. Şimdi değilseler bile, olacaklar.

Genç kızın yüzünde, aklına bir fikir geldiğini belli eden bir mimik dolaştı.

_Tabii ya, eğer sen tam bir insan değilsen, ilahi bir tarafın vardır mutlaka.

_Belki.

_Öyleyse geleceği de bilirsin. Söyle bana, isteklerime kavuşabilecek miyim?

Yabancı, genç kızın bu soruyu sorarken, gözlerindeki umudu farketti. Onu ateşlemek de, söndürmek de elindeydi. İsterdi ki, o ümitli ışıklar hep var olsunlar Deniz’in gözlerinde, kaybetmesin onları hiç.

_Olacaklar elbet. Kim bir şeyi çok isterse kavuşur mutlak. Binlerce yıldır değişmemiştir bu kural.

Deniz pek de tatmin olmamıştı bu cevaptan. Omuz silkti, inanmaz bir hareketle.









_Dediğin gibi olsaydı, herkesin her isteği gelirdi yerine. Ama etraf kırık düşlerle dolu.

_Öyle mi! Demek, görebiliyorsun kırık düşleri sen!

_Gözle görülmez elbet. Ama hayalkırıklıkları belli olur, anlaşılır insanların yüzüne bakınca.

_Belki de onlar içten istememişlerdir. Tutkuya dönüştürememişlerdir arzularını.

_Benimki gerçek bir tutku, çocukluğumdan beri.

_Biliyorum. O yüzden olacak diyorum ya!

Deniz duymuyordu artık onu. Sadece genç adamın söylediği son cümleyi kendi kendine tekrarlayarak, kendi etrafında yavaş yavaş dönüyordu.

_Demek olacak, olacak demek!

Yabancı genç kızın haline biraz şaşkın bakıyor, gülümsüyordu hafifçe. “Dur. “dedi en sonunda, “Benim de başımı döndürdün.”

Bu sesle, adeta asırlardır süren bir uykudan uyanmış gibi oldu Deniz. Gözlerindeki uyku mahmurluğuyla baktı genç adama. Yabancı ise, onun duygularına ortaklık edercesine konuşuyordu;

_Olacak evet. Elinden gelen her çabayı sarfet. Olacak.

Deniz tekrar gerçeklerle yüzyüze kalmıştı bu sözlerle birlikte. Yüzü asılmış, önündeki imkansızlıklar, zihninde sıraya girmişlerdi.

_Ne yapabilirim, nasıl yapabilirim, hiç bir şey bilmiyorum ki!

_Öncelikle cesaretli ol. Her şeydir cesaret. Eğer yoksa, ne yaparsan yap, boşa gider.

_Nasıl?

_Hiç zor değil. Biraz cesaret, hatta kırntısı bile kafidir başlangıç için. İlk adımı atmaya yetecek kadar, gerisi de gelir.

_Peki ya sonra?

_Sonrasını yarın söyleyeceğim. Bu gece cesaretini toplayabilmek için dua et. Sadece bu kelimeye konsantre ol.

Deniz eve dönerken, hafızasında cesaret kelimesini saklıyordu. Yedi harfli bir kelime, ne

 çok şey ifade etmeye başlamıştı bir anda onun için. Oysa şimdiye kadar, cesarete ihtiyaç duyduğunu getirmemişti aklına hiç. Mütemadiyen dönüp dolaşan bir bilgisayar logosu gibi, bu kelime aklının her bir köşesinde dolanıyordu sürekli. Yer değiştiriyor, o yandan bu yana dönüyordu durmaksızın.









Kapıyı çalar çalmaz, hiddetle açtı annesi. Sanki kapının ardında onu bekliyordu. “Neredesin sen!” diyerek sorarken, sesi yine yüksek perdeden çıkmıştı.

_Neredeyse gelecekler, kız ortada yok. Oğlan anası olsam, valla almam seni. Baban içeride köpürüyor.

_Geldim işte anne.

Böyle söyleyerek, bezgin bir halde odasına girdi. Annesinin, yatağının üzerine bıraktığı elbiseyi giyindi hiç itiraz etmeden. İşte şimdi, evde koca bekleyen bir kız görünümüne bürünmüştü tam manasıyla. Ama fazlaca üstünde durmadı bu halinin. Aklında, denizdeki adamın dedikleri, kalbinde de, onun masmavi gözlerinde parlayan buz kırığı ışıklar vardı.

Geldi görücüler nihayet. Anasıyla babasının ortasında, zayıf kişiliği her halinden  belli olan, kendisinden ancak bir iki yaş büyükçe bir oğlan. Deniz, onunla evlenirse, nasıl bir hayat yaşayacağını, daha ilk bakışta anlamıştı. O akşamlık, yapması gereken vazifeleri yerine getirdi eksiksiz. Kahveleri ikram etti, üç çift göz tarafından, tepeden tırnağa süzülmek için, tepsi elinde bekledi. Annesiyle babaannesinin keyifleri yerinde, onlara göre kaçırılmayacak bu kısmetlere kendilerini beğendirebilmek uğruna, ne gelirse ellerinden, fazlasıyla yapmaktaydılar. Havadan sudan bir sohbetin ardından, kahvelerin de içilmesinden sonra, sıra isteme merasimine gelmişti. O da yapıldı usulünce. Babası  düşünmek için zaman vermelerini rica ettiğinde, karısıyla, annesi birbirlerine bakıyorlardı memnuniyetsizlikle. Oysa kararlıydı adam, ne de olsa kız babasıydı, nazlanmak hakkıydı bir parça. Görücüler ise, bu işin olacağından emin, ayrıldılar evden.

  Deniz, onlar gider gitmez, odasına girdi hemen. İçeriden konuşmalar duyuluyordu. İki kadın pek hevesliydiler, onlara kalsa, kızı hemen yarın evlendireceklerdi. “Çeyizi de hazır. Verelim bir an evvel.” diyordu annesi. “Daha küçükten, ellerimle hazırlamışım neyse ki. Yoksa, şimdi neyle kalkardık onca masrafın altından.”

Babaanne, gelininin iğneli laflarına pabuç bırakacak cinsten değildi hiç.

 _Elbet, hazır edeceksin, anası değil misin. Ne demişler, kız beşikte, çeyizi sandıkta.

Neyse ki, babası biraz beklemekten yanaydı, öyle hemen atılmak münasip düşmezdi. Deniz,

kulaklarında, onun geleceği ile ilgili konuşmalar çınlarken,  daldı uykuya. Ne kolaydı onlar için bir genç kızın hayatını, kendi isteklerine göre, bir kaç dakikada planlayıvermek.









Çocukları diye, her şeye hakları var sanıyorlardı. Gözlerinden akan damlalar, yastık kılıfının desenlerine karışıp, bir papatyanın sarı yapraklarına hapsoldular.

   Yine, dertlerini paylaştığı sığınağında ve yabancının yanındaydı. Genç adam beklemişti onu, zaten ondan başkaca da yoktu bekleyeni. Deniz fazla sabremedi, merakı had safhadaydı çünkü.

_Bu gün bir şey daha söyleyecektin.

_Sana bir deniz kızı hikayesi anlatmamı ister misin?

_Peki.

_Eskilerden bir zaman, benim gibi, yeryüzüne meraklı bir deniz kızı varmış. Her fırsatta, soluğu denizin üstünde alırmış. Bir gün, yine suyun yüzüne çıktığında, yakışıklı bir balıkçıyla karşılaşmış. Güneş batana dek konuşmuşlar. Ayrılırlarken, balıkçı, “Tam bir ay sonra, seni aynı yerde bekleyeceğim. Gelirsen, ömür boyu tek sevdiğim olacaksın.” demiş.

Deniz kızı, mutlulukla dönmüş denizler ülkesine. Deliler gibi aşıkmış balıkçıya. Kızın aşkını duyanlar ve aşka inanmayanlar, “Hiç boşu boşuna gitme!” demişler. “Aldatmıştır seni. Gelir mi hiç, ne yapsın senin gibi bir deniz kızını! Yaşayamazsın ki yeryüzünde sen!”

Deniz kızı kanmamış önceleri bu sözlere. Ama zaman geçtikçe etkilenmeye, etkilendikçe de

umutsuzluğa kapılmaya başlamış. Artık güvenmiyormuş yakışıklı balıkçıya, gelmeyeceğine inanıyormuş. Bu yüzden de, buluşacakları gün gelip çattığında, çıkmamış yeryüzüne. Denizler ülkesinde kalıp, saatlerini ağlayarak geçirmiş.

Yakışıklı balıkçı beklemiş akşamlara dek deniz kızını. Günün bitimiyle beraber ayrılmış oradan üzüntüyle. Deniz kızı hayatı boyunca pişmanlık duyup, mutsuz olmuş. Başkalarının sözlerine inanarak, avuçlarında tuttuğu mutluluğu kaçırmak çok zor gelmiş ona.

Genç kız anlamıştı yabancıyı. “Yani, kimseyi dinlememeli, öyle mi?”

_Sen sadece kendine kulak ver. O ne diyor, onu dinle. En doğruyu sadece böyle bulursun.

_Oysa, büyükleri dinlemek gerektiğini söylenir her zaman bizim buralarda.

_Tutkularını dinle. Düşlerinin peşinde dolaş. Anahtar bu işte.

_O zaman, gitmem lazım buralardan. Şansımı denemeliyim.

_Ne duruyorsun o halde!

_Nasıl gidebilirim, bilemiyorum.

_Nasıl diye düşünürsen, hiç bir zaman uygulamaya geçemezsin. Sadece yap, düşünme.

Deniz o gece, biriktirdiği paraları koydu cüzdanına. Bir iki parça kıyafeti çantasına yerleştirdi.

Yazılarını aldı yanına, en önemlisi onlardı. Sırf onlar için göze almıştı her şeyi.









Sabah erkenden ayrıldı evden. Hiç kimseye görünmeden, kimseyle vedalaşmadan gitmek üzüyordu onu en fazla, ama yoktu başka çaresi. Bilselerdi, asla izin vermez, onların istediği hayatı yaşaması için baskı yaparlardı. Oysa Deniz, kendi seçtiği yaşamı, sadece ona ait olan hayatıın yollarında yorulmak istiyordu. Gitmeden önce, genç adamın görebilmek için son kez,

sığınağına gitti. Yabancı, daha onu karşıdan görür görmez, anlamıştı  gideceğini.

_Nihayet gidiyorsun değil mi!

_Nereden anladın ?
_Gözlerinden. Onlar çoktan alışmışlar özgürlüğe.

_Gidiyorum, böyle olması gerek.

_Biliyorum başaracağını.

Adam, elini suyun içine sokup, bir kutu çıkartarak uzattı genç kıza. Deniz kutuyu alırken, bir yandan da sordu;

_Nedir bu?

_Deniz kızlarının hazinesi. Altınlar var içinde, gerekirse harcarsın. Denizlerden, Deniz’e bir armağan.

“Ama,” diye itiraz edecekti ki genç kız, yabancı  susturdu onu.

_Hayır deme sakın. Bu, sana denizlerden gelen yabancının da hediyesi aynı zamanda. Kabul etmeni istiyorum.

_Teşekkür ederim.

Deniz gitmeliydi artık. İlk otobüsü yakalaması gerekliydi. Vedalaştı yabancıyla. Arkasını dönüp, bir iki adım yürümüştü ki, genç adamın sesini duydu;
_Bir gün, belki deniz kızının hikayesini de yazarsın.

Döndü genç kız, ”Yazacağım!” diye cevapladı onu.

_Başka denizlerde buluşacağız yine.

Yabancının bu sözlerine el sallayarak karşılık verdi Deniz, sığınağını ona emanet ederek yürüdü, bildiği bir geleceğe doğru atıyordu adımlarını.





                     

  S O N