10 Ocak 2011 Pazartesi

BOSTANCI LEYLAK KOKAR HER BAHAR _ 2. BÖLÜM

                                                      İKİNCİ BÖLÜM

                                                                                                      Tokat-40’lı yıllar

        Çarşının en büyük dükkanı olan Araplı mağazanın camekanındaki büyük boy arap biblo, başını hiç durmaksızın sallayarak, sanki yoldan geçenleri içeriye davet ederdi.
Orayı ilk açtığında, işlerin hiç de bu kadar iyi gidebileceğini düşünmeyen mağaza
sahibinin, belki arap biblonun uğuru, belki de, dikkat çekiciliği sayesinde, müşterileri
günden güne çoğalmış, o da, İstanbul’dan getirttiği en iyi malları satmaya başlamıştı
dükkanda. Aranılan her şeyin bulunması sayesinde de,  Araplı mağazanın ünü Tokat’da çabucak yayılıvermişti.
Kerime, Ardala’daki evlerinin kapısını hızla kapatıp, yokuş aşağı koşarken, haşarı nisan
esintisi, beyaz yakasını hafifçe kıpırdatıyor, saçlarındaki saten kurdelayı bile aşağı doğru
çekiştirmeye hazırlanıyordu. Ama hiç biri umurunda değildi küçük kızın. Tırısa kalkmış bir at gibi hiç nefessiz koşuyordu, rüzgar arkasında. Cuma namazı bitmeden camiiye varmalı, kendine bir yer bulmalıydı. Araplı Mağazanın önünden aceleyle geçerken, her zaman durup, dakikalarca seyrettiği arap biblo bile yoktu gözünde. Nihayet,  Hatuniye camiinin bahçesini çevreleyen yüksek duvarları siper edince kendine, derin derin soluyarak rahatlamaya çalıştı biraz olsun.
Geçenlerde, sıra arkadaşı Hüsniye, büyük bir sır veriyormuş edasıyla yanına geldiğinde, şu konuşma geçmişti iki  kızın arasında;
_Sana bir şey anlatacağım Kerime, lakin sakın ola ki demeyesin kimselere.
_Ne söyleyeceksin?
_Önce kimseye demeyceğine yemin iç.
_Hem valla, hem billa demem!
Bu söze güvenen Hüsniye, arkadaşının kulağına eğilip, fısıldadı;
_Cuma namazı vakti, bir camiinin yanına gidip bekleyeceksin. Sağ ayağının altına da bir anahtar koy. Camiiden çıkan ilk kişi yanından geçerken ne konuşuyor dikkat kesiliver. İyi bir şey derlerse, kavuşuyormuşsun niyetine.
“Ya !!!” dedi Kerime hayretle, ”Nereden biliyorsun bunu?”
_Nenem anlattıydı.
     Küçük kız, arkadaşının aktardığı bu olağanüstü sırrı aklına takmıştı bir kez. Ne yapmış etmiş, şimdi bu gizli sırrı gerçekleştirmeye uğraşıyordu kendince. En sonunda namaz bitmiş, camiiden tek tük birileri çıkmaya başlamıştı. İki yaşlıca adam ona doğru ilerlerlerken, Kerime görünmemek için iyice saklandı bir köşeye ve nefesini tutup, beklemeye başladı. Adamlardan biri diğerine,”Olur bu iş, olur.” dedi, tam da Kerime’nin
yanından geçerken. Küçük kız duyduğu sözlerin neşesiyle, doğruca okuluna yollandı. Olacaktı demek dileği. Demek, bu sene de geçecekti iftihar listesine. Çalışkan bir öğrenci olmanın verdiği güvenli cakayla, çantasını savurta savurta yürüyordu. Kendini sadece okulundaki başarıya adamıştı. Hep birinci olmak, hep iftihara geçmek, onun için vazgeçemeyeceği bir haz duygusunu getiriyordu beraberinde. Okumak, sonuna kadar okumak, en yüksek okulları bitirmek istiyordu. Buydu büyük hayali onun da! Her sene karnesini babasına götürür, elini öper, onun takdir dolu sözleri gururunu okşardı. Hem, böyle zamanlarda adamcağız pek keyiflenir, bir iki gün bağırıp çağırmaz, sinirlenmezdi vara yoğa. Zaten, kötü numaralar alırsa derslerinden, babası çok kızar, belki de bir daha müsaade etmezdi okula gitmesine. Bunu düşünmek bile, delice bir korkuya kapılmasına neden oluyordu. Bu yüzden de, dört elle sarılırdı derslerine. Gece yarılarına kadar, yatağının içinde, kitapları kucağında, kah uyur, kah uyanır, hemen gözlerini ufalayarak devam ederdi çalışmaya. Diğer karyolada yatan ablası, Kerime’nin mırıltılarından rahatsız olur, yatakta dönüp durur  oradan oraya, uyuyamazdı bir türlü. En sonunda kalkıp, bir yandan saçını sardığı çaputları çekiştirirp, düzeltirken bir yandan da çıkışırdı kardeşine;
_Sus artık da, yat. Uyuyamıyorum senin yüzünden.  Zaten yorgunluktan canım çıktı
bütün gün. Alleme mi olucaksın okuyup da!
_Tabii olacağım.
Lebibe tekrar yatıp, kafasına kadar çekerdi yorganını bu sözlerden sonra. Okumalıydı
Kerime, okumazsa, ablası gibi evde iş yapardı durmaksızın.
    Lebibe’yi okutamamışlardı, Anadolu’nun ücra köşelerinde gezerken, okul bulmakta çektikleri güçlük yüzünden. Annesinin, artık tamamen ona bıraktığı ev işlerini küçük yaşından beri yapa yapa, epey becerikli bir ev kızı ünvanını almaya hak kazanmıştı. Bir de, küçük erkek kardeşine bakıyordu bebekliğinden beri. Neredeyse, daha doğar doğmaz kucağına verdikleri Tuğrul’u o büyütmüştü. Bebeği kollarına aldığı o ilk anda, annelik duygusu yerleşmişti Lebibe’nin kalbine. Kendini, küçük bebeğin annesi gibi hissetmiş ve bu daima böyle devam etmişti. Yaşlandığında, zamane kızlarına bakıp burun kıvıracak,  “Ben tavanın kulpuna yedi yaşında yapıştım! Köfte kızartırdım beybabama. O vakitten beri de, tencereler, tavalar düşmedi elimden hiç!” sözleriyle, kendine övünme payı çıkaracaktı. Gerçekten de Lebibe, daha on dördünü sürerken, annesi yerindeki kadınların beceremediği yemekleri mükemmel lezzetlerle yapabilen bir aşçı olup çıkmış, yaşı ilerledikçe de, bu konudaki mahareti, git gide büyümüştü. Bir su böreği açardı, kağıttan ince! Bir içli köfte hazırlardı, yemeye doyulmaz! Bir gül tatlısı dökerdi, hıyır hıyır!
Küçük yaşta geldiği Tokat’ın yemeklerini bile, benim diyen yerlilerinden bin kat daha
lezzetli yapabilmeyi her nasılsa becererek, herkesi, daha o yaşında şaşırtmayı gayet iyi başarmıştı. Yemekli misafirlere bir pehlili pilav döktürürdü ki, parmak ısırırdı tadanlar. Bahar aylarında pişirdiği pirinçli madımakların tadı, Tokat’ın sınırlarını aşıp da, komşuya, Sivas’a kadar uzanmıştı çoktan. Ramazan günlerinin iftar sofralarını, sıcacık bacaklı  çorbasıyla şenlendirir, oruçluların midelerini bayram ettirirdi.
  Yazın son ayları gelip çattı mı, kolları sıvayıp  kış hazırlıklarına girişir, annesinin diktiği mermerşahi torbalara sucuklar doldurup, balkondaki iplere asardı sıra sıra. Sonra acılı acısız tarhanalarla, fasulyeden, pancar sapına varan turşularıyla, yumurtalı erişteleri, kazan kazan kaynattığı domates, biber salçalarıyla devam ederdi bu hazırlıkları. O bu işlerle uğraşadursun, tüm mahalleli bu becerikli kızı takdir ederken, hiç bir şeye elini sürmeyen annesine de, haset ederlerdi bir taraftan. Hiç birisinin kızı böyle becerikli çıkmamıştı her ne hikmetse!
     Hele de, Lebibe’nin o meşhur gül tatlısı yok mu, vaktiyle bir destan olmuştu başlı başlına! Şehirde dilden dile dolaşan bir efsaneydi! Yiyenler, sözle anlatamazlardı da o nefaseti, el kol hareketleriyle, mimikleri de katarlardı işin içine. Üstelik, bu tatlıyı tek yapabilen de, Lebibe’ydi. Bayram günlerinde, önlüğü belinde mutfağa girip, geçer tezgahın başına, tepsiler dolusu gül tatlısı dökerdi. Bayram ziyaretçileri sökün ettiğinde, akıllarındaki tek şey, şu doyumsuz tatlıdan tatmak olur, hanımlar, tarif isteme yarışına girişirlerdi. O zaman Lebibe, tüm sorulara topluca bir cevap olarak, ” Yok,” derdi, ”demiri olmadan dökülmez ki! ”  Kimseler inanmazdı ona, ”Şuna bak hele! ” diyerek, çekiştirirlerdi genç kızı, yaşlı başlı kadınlar. ” Beceremeyelim diye, bin dereden su getiriyor,  bilmiş şey! ”  Sonra kendi aralarında, tatlının nasıl yapıldığıyla ilgili fikir  yürütür, hatta içlerinden daha hırslı olanları, evlerinde bazı denemelere bile kalkışırlardı. Ama kocalarının burun kıvırıp beğenmemesiyle, hepsinin hevesi kursağında kalır, kinleri de, her geçen gün büyürdü kendilerini beceriksiz durumuna düşüren yarbayın kibirli kızına karşı.
Oysa masumdu Lebibe, doğruyu söylüyordu. Tartışmalara sebep olan o muazzam tatlıyı döken demir, annesinden, Mürvet’in annesine, ondan da Mürvet’e miras kalmıştı. Şimdi onu kullanansa, yemekteki ustalığı malum olan Lebibe’ydi. O dökme demiri olmadan gül tatlısını hazırlayabilmek imkansız, demirin aynısını yapabilmek mümkünatsızdı. Evde titizlikle saklanan dökme demiri, işi bitince, yıkanmadan kağıtlara sarılıp kaldırılırdı. Mafazanallah, bir suya değerse, kullanılamazdı artık. Şu siyah, eski demir parçası, genç kız için en kıymetli hazinelerden bile daha değerliydi. Çünkü, onun sayesinde Lebibe tekti Tokat’da. Herkes bilirdi ki, gül tatlısını ondan başkası beceremez, ne kadar didinirse didinsin yapamazdı. İşte gururunu çok okşayan bu özelliği kaybetmemek için, gözü gibi korurdu Lebibe bu bulunmaz aleti. Fakat ne yazık ki, herhangi bir konuda tek olabilmek, göründüğü kadar kolay değildi. Etrafta buna ortak olmak isteyenler dolanırken hele de!
    Ufak tefek rakiplerini piyasadan silip, en iyi olma arzusuyla, uzun zamandır yanıp tutuşan Hayrullah, şehrin en meşhur tatlıcılarındandı ama yetinmiyordu hala. Her zaman en iyi olma duygusu, artık benliğinden kazıyamadığı bir hırsa dönüştüğünde, adını Tokat’ın tarihine, altın yaldızlı, bir yanıp bir sönen harflerle yazdırmaya kesinlikle
karar verdi. Fakat nasıl, hangi yolla! İşte bu, cevabını bir türlü bulamadığı soru,
kafasını kurcalayıp duruyordu sürekli. İyi bir tatlı ustasıydı Hayrullah. Çocukluğunu da, gençliğini de bu işe vermişti. Mesleği söz konusuysa, güvenci tamdı kendine. Her tatlıyı en lezzetli şekilde yapardı yapmasına ya, yeterli değildi bu. Tek isim olmak için, başka, bambaşka bir şeyler gerekliydi, yepyeni bir tat. Dükkanının önünde upuzun kuyruklar oluşmalı, kendisi de, keyifle tüttürürken tütününün dumanını, seyretmeliydi. Ellerinde filelerle bekleşenler, camekandaki, daha önce hiç yemedikleri  tatlıdan bir parça da olsa tadabilmek için göze almalıydılar her şeyi. Tüm bu hayallerle birleşen düşünceler zihninde epey bir zaman kaynaştıktan sonra, aklına, adını sıkça duyduğu gül tatlısı geliverdi. Aslında, son zamanlarda herkes bundan söz ediyor ama hiç bir yerde bulunamıyordu bu ünlü tatlı. Hatta, bazı müşteriler özel olarak dükkana gelip soruyorlardı bile. Hayrullah meraklanmıştı, neydi, nasıl bir şeydi bu gül tatlısı, kim
yapıyordu. Bu mevzuuyu bilse bilse karısı bilirdi. Kulağı delikti Nurcihan’ın,
sabahtan akşama,  kapı kapı gezer, her dedikoduya kulak kabartırdı. Kadının hiç  hazzetmediği bu huyu, işte ilk defa işine yarayacaktı adamcağızın. Bir sabah kah
valtısında çıtlattı konuyu hanımına;
_Yahu hanım, şu gül tatlısı kimin işi ki?
_Yarbay Şeref beyin büyük kızı yapıyormuş.
_Sen bu yarbayın ailesiyle ahbaplık  etmiyor musun?
_Onun bunun kabul gününde görüyorum ara sıra.
_Yahu hanım git gel biraz, ahbaplık kur.
_Niye ki, bir işin mi var senin?
_Gül tatlısının namı yayılmış bütün Tokat’a. Eee, ben de bu işi yapıyorsam, tarifini öğrenmem gerek.
_Nereden öğreneceksin allasen! Bir demir mi ne varmış, onunla döküyorlarmış güya. Kız
her yerde öyle diyor böbürlene böbürlene. Amanın, bilmiş mi bilmiş!
_Sen dediğimi yap hele. Aha bu gün bir yol git ziyaretlerine. Bir sini de tatlı göndereyim de, götür. Ara bakayım ağızlarını bir yol!
_Eh, gideyim bari. Hiç umudum yok ya!
     Nurcihan  kocasını yolcu ettikten sonra, kızını Ardala sokağına yolladı. ”Kız,”
dedi  küçük çocuğa, ”koş git de, haber et Mürvet hanım teyzenlere.”
Çocuk döndüğünde, koşturmaktan nefes nefese kalmış halde, bir an önce kapının
önünde ip atlayan arkadaşlarına katılmanın isteği içinde, kapıyı bile çalmadan, aşağıdan
annesine bağırıyordu;
_Anne, anne!
Kadın camı açıp, tülbentle bağladığı bigudili başını sarkıttı pencereden;
_N’oldu kız, gittin mi?
_Hıı, “Buyursun” dediler.
_İyi, iyi tamam.
Pencereyi kapatıp, tülü hızla çekerek, son sürat başladı hazırlıklara. İlk defa gidiyordu
evlerine yarbayların, en pahalı elbisesini giymeliydi. Kabul günlerinde karşılaştıklarında görürdü hep, kadın da, kızları da son derece şık giyinir, kurum kurum kurulurlardı. O da şımşıkıdım olup, kıskançlıktan çatlatmalıydı hepsini! Taşralılıkla, modernlik, rüküşlükle,
şıklık arasına sıkışmış bir kadındı Nurcihan. Köyden, evlenip geldiğinde, o halini bir müddet sürdürmüş, kocası esnaflıkta ilerleyip, biraz da paraya kavuşunca, bu kez, zengin hanımlarının içine karışma sancısında debelenmişti uzun süre. Ne, köylü haliyle kalabilmeyi başarmış, ne, zengin esnaf hanımlığını tam manasıyla becerebilmiş, sonradan görme, küçük şehir kadını kıvamında karışmıştı yaşama en sonunda. Öğleden sonra, misafirliğe gitmek üzere sokağa çıktığında, evde ne kadar bileziği, yüzüğü varsa takıp takıştırmış, bir mücevherat vitrininin azametiyle yürümekteydi. Epey pahalıya diktirdiği, iri desenli jarse elbisesini giymiş, rugan çantasını almıştı eline. Zafer meydanından geçerken, tanıdıklarla selamlaşıp, ayaküstü konuşuyor,” Ben de, Mürvet hanımlara kadar gidiyordum.” demeyi ihmal etmiyor, kocasının çırakla gönderdiği tatlı tepsisini de, sıkıca kavrıyordu kollarıyla. Ne de olsa, yarbaylar tanınan insanlardı burada. Onlarla ahbaplık etmek de, Nurcihan için, ele güne karşı bir basamak daha yükselmek demekti. O yüzden de, bunu cümle aleme duyurmaktan pek hoşnut, Ardala’nın yokuşunu inleye tıslaya çıkıp, krem rengi kapının yüksekçe eşiğinde bir iki dakika dinlendikten sonra, tokmağı üç kere hızlı hızlı çaldı.
    Lebibe, çocuk haber getirdiğinden beri, bu kadının durup dururken niye gelmek istediğini düşünüyordu kendi kendine. Hiç de sevmezdi şu Nurcihan’ı! Görgüsüzün,
cahilin tekiydi! Tam bir sonradan görme! Orada burada karşılaştıklarında, alel usul  selam verir, başkaca da muhattap olmazdı. Tahammül gösteremezdi hiç böyle münasebetsizlere!  Bir samimiyetleri yoktu, gidip gelmezlerdi de birbirlerine. Nereden icap etmişti bu ziyaret şimdi!  Bulaşıkları yıkarken, kafası hep bununla meşguldü. Annesi  mutfaktan içeri girince, Lebibe yüzünde pek memnuniyetsiz bir ifadeyle sordu;
_Niye geliyor ki bu kadın bize anne?
_Ne bileyim kızım!  Gelme denmez a, misafir!
_Beybabam da hiç haz etmez bunun kocası olacaktan!
_Canım, yatıya gelmedi ya! Oturur biraz, gider.
_Valla börek mörek yapamam. Hiç işim yok da, şu görgüsüze mi hizmet edeceğim! Kuru bisküvit neyine yetmiyor!
_Tamam tamam, çay demlersin olur biter.
Bu konuşmanın tam da üstüne, Nurcihan  kapılarını çaldığında, Lebibe de istemeye istemeye çaydanlığı ocağa oturtmak üzereydi. Misafiri içeri buyur edip, elinde gururla taşıdığı tatlıyı aldıktan sonra, salonda hoş beşe başladılar. Mürvet, kadının halini hatırını sorup, havadan sudan konuşurken, Lebibe de girip çıkıyor, bir yandan çay tepsisini, bardakları hazırlıyor, öbür taraftan da, söyleniyordu kendi kendine;
_Öff, ne sinir kadın! İşin yoksa, saatlerce dırdır dinle dur!
Çayları doldurup, salona girdi elinde tepsiyle. Nurcihan bardağı alırken, Lebibe’ye iltifatlar yağdırmayı da ihmal etmiyordu.
_Kızımızın yaptığı yemeklerin lezzeti dillerde valla!  Maşallah pek hamarat!
Mürvet, bu methiyeleri  karşılıksız bırakmak kabalık sayılacağından lafa girdi beklemeden;
_Eksik olmayın efendim!
_Maşallah, maşallah, tuu,tuu! Rabbim iyi yazılar yazsın, hayırlı kısmetler versin!
_Amin, Amin!
Nurcihan geldiğinden beri, lafa nasıl girip, konuyu nasıl açacağını düşünerek, fırsat kolluyordu. Hazır sırası gelmişken, hemen atıldı lafa;
_Hele, o gül tatlısı yok mu! Nereye gitsem, kimi görsem onu anlatıyor! Valla merak ediyorum!
Lebibe hiç cevap vermiyor, söylenenleri duymuyormuşcasına oturuyordu asık bir yüzle. Nurcihan baktı ki, kızdan hiç bir tepki yok, devam etti sözlerine;
_Şu tatlıyı bir tarifleyiver bana şekerim! Bizim bey de, malum, bu işin içinde ya, dener bakarsın.
Lebibe en nihayet, bi r şeyler söylemek için açmıştı ağzını;
_Onun en mühim yanı dökme demiri, o da hususi yapılmış, ta eskiden!  Anneannemden
kalma, artık yapılmıyor.
Nurcihan, genç kızın söylediklerine inanmıyormuşcasına, dudak bükerek tekrar konuşmaya başlayınca, bu tavrı, iyice kızdırmıştı Lebibe’yi.
_Allah Allah, ne çeşit  demirmiş ki bu böyle! Bir görüversem!
_Yok, zaten dolabın en üstünde. Hem, görseniz de, yaptıramazsınız. Dedim ya, eskiden kalma!
_Canım, yapılmaz diye bir şey olur mu! Belki yaptırırız biz de.
Lebibe bu kez, cevap vermektense, koltuktan bir hışımla kalkıp, dışarıya çıkmayı tercih etmişti. Mürvet” İnşalllah bir gün erkenceden buyurun da, bizim kız döküversin tatlıdan, hep birlik yiyelim.” diyerek, ortalığı yumuşatmak için başka konulara girmiş, misafiriyle sohbet etmenin yollarını ararken, Nurcihan’ın aklı fikri hala o demir aletteydi. Lebibe her sinirlendiğinde yaptığı gibi, kendini mutfağına atmıştı yine. Taburesini çekip otururken, bir taraftan da habire söylenip duruyordu;
_Sersem kadın! Kimlerle muhattap oluyorum yarabbim! Allah’ın cahil köylüsü gelmiş
evimize kadar, laf uzatıyor!
Nurcihan konuşmasını yarıda kesip, aniden ayağa kalktığında, Mürvet  sordu merakla;
_Hayırdır Nurcihan hanım, niye kalktın ki?
_Yok yok kalkmadım da, bir su içeyim dediydim.
_Canım, Lebibe getirirdi. Sen ne zahmet ediyorsun!
_Ben bir koşu gider gelirim.
Sözünü bitirir bitirmez salon kapısından dışarı fırlayan Nurcihan’ın ardından bakakaldı kadıncağız. Lebibe bir şeylerle meşgul olup kendini oyalamaya çalışıyordu, içeriye, o dedikoducunun yanına gitmemek için. Tam o anda, misafiri karşısında buluvermişti.
“Lebibe’ciğim,” diyordu Nurcihan, yüzündeki umursamaz sırıtışla, ”bir bardak su isteyecektim.”
Bunları söylerken  de, doalplara bardak arama bahanesiyle el uzatıyor, gözleri fıldır fıldır her yanda geziniyordu. Lebibe gelir miydi bu oyunlara! Kadını dirseğiyle hafifçe iteleyip, küpün dantel örtüsünü kaldırarak, misafir bardağını raftan alıp, doldurduğu suyu kadına uzartırken, gözlerine dik dik bakmayı da ihmal etmedi. Nurcihan bir iki yudum içip,  bardağı Lebibe’nin eline yeniden tutuşturmuş, bakışlarını da yüzüne dikmişti. O anda ağzından çıkan sözlerde, bütün yapmacıklıkları yakalamamak mümkün değildi.
_Aaa, hazır buraya kadar gelmişken, şu tatlı demirine de, bir bakıveriyim güzeller güzeli! Vallahi, seni pek severim oldum olası!
Ama, sert kayaya çarpmıştı bu kez!  Lebibe ona pabuç bırakmamaya gayet kararlıyıdı ve bu kararlılığını da, her hali, tavrıyla belli ediyordu.
_Valla, çok uzakta şimdi, çıkaramam. Dedimdi ya, en üst dolapta diye. Hem bu gün işim pek çok, başka sefere inşallah!
Yüzünün kızarıp, burun deliklerinin hafif hafif oynamaya başlamasından, Nurcihan’ın git gide daha çok sinirlendiğini anlamak kabildi. Genç kızın suratına bakarak, alaylı gülümseyişi ise, hepten çıldırtmıştı kadını. Üstelik Lebibe, koluna girer gibi yaparak, mutfaktan dışarı çoktan çıkarmıştı onu.
_Gelin salona gidelim. Hem, annem de merak eder sonra, malum misafirsiniz!
Oysa Nurcihan, bir an önce uzaklaşmak istiyordu bu evden. Amacına ulaşamamış, eli
boş kalmış insanların hali, üzerinden, ses tınısına kadar yansımıştı.
_Gerek yok, gideceğim zaten. Kocam gelir, evim barkım var benim, allaha şükür!
Bu sözleri sırf Lebibe’yi  deli etmek için söylemişti fakat genç kızın umurunda değildi şu şapşal kadının dedikleri. O sadece bu durumla eğleniyor, artık kızmıyordu bile. Dışarıdan konuşmaları duyan Mürvet, telaşla salon kapısını açmış, misafiri yolcularken, neden çarçabuk gittiğini anlamaya çalışıyordu ;
_Daha pek erkendi Nurcihan hanım. Oturaydın, konuşuyorduk ne güzel.
_Eksik olmayın! Vakit geçti artık, hem işiniz de varmış, öyle dedi kızınız.
_Anam o nasıl söz!  Misafir varken, iş de neymiş!
_Eee, bilmem artık!  Oyalamayayım ben sizi!
Lebibe, kadının bu tarz laf sokmaları karşısında oralı bile olmuyor, hatta çabucak  gitmesi için, çantasını, eşarbını alelacele tutuşturuyordu eline.
Nurcihan  kapıdan  çıkıp, yokuşu inerken, bir yandan da, burnundan dumanlar tütüyordu adeta. İçinden, Lebibe’ye lanetler yağdırıyordu;
_Boşuna evde kalmamış bu kız, meymenetsiz şey!
Bu arada, annesi Lebibe’yi çoktan sorgu suale çekmeye başlamıştı bile;
_Kızım ayıp değil mi, o ne davranış misafire!
_Ne misafiri allahaşkına anne!  Kadın resmen art niyetle gelmiş. Mutfağa daldı, tatlının
demirini arıyor.
_Allah allah, nasıl şeymiş o!
_Basbayağı şey işte! Onun için gelmiş, güya ağzımdan laf alacak! Bizi görmeye gelmemiş ya!
_Fesupanallah!
_Yaa, sen de, misafir diye, yere göğe koymadıydın!
_Ben ne bilirim kızım, öyle gördük biz ezelden!
_Aman, inşallah gelmez bir daha.
_Dedikoducudur da bu kadın, orada burada konuşup durur şimdi.
_Konuşursa konuşsun anne, bize ne ki!
_Bize nesi var mı kızım! ”Beni evlerinden kovdular.”dese, ne yaparız! Rezil oluruz vallah ele güne!
_Bir şeycikler olmaz! Herkes bizi de bilir, onu da.
Neyse ki, Lebibe haklı çıktı da, annesinin korktuğu gelmedi başlarına. Nurcihan  bu konudan hiç kimselere, hatta kocasına bile bahsetmedi. Şimdi birilerine anlatsa, malum,
küçük şehir, kadının, yarbayın evinden kovulduğu ağızlara sakız olacak, gururu  kırılacaktı. İşte o zaman, sonradan olma zenginliği bile kurtaramazdı onu. Kocasına söylese, bu defa da ufak bir şeyi bile becerememiş durumuna düşecekti gözünde.
Tüm bunları düşündüğünden, kendine sakladı olan biteni. Hayrullah bir iki kez sorup, ısrar ettiğinde de, her seferinde aynı cevapla karşılaştı;
_Aman, onlar kendini beğenmişin tekleri, gidip de, baş eğemem karşılarında! Tatlıyı da konu komşuyla yedik bir güzel,sefam olsun!
Mürvet ve kızıyla karşılaştığı kabul günlerinde de onlara, sanki aralarında hiç bir şey
olmamış gibi davranarak, olayı örtbas etmeyi başardı. Ama, Hayrullah’ın şansı dönecek,
gül tatlısı bir süreliğine de olsa, vitrinini süsleyecek, Tokat’lıların ağızları, bu lezzete fena halde alışacaktı.
    O akşam yatmaya hazırlanırlarken, Lebibe’nin, bu olaydan bahsetmesi, Kerime’nin zihninde şimşekler çaktırmıştı bir anda. ” Abla,” dedi gözlerini açarak, ”aklıma bir şey geldi. Biz senin gül tatlısından çok para kazanabiliriz!”
_Hadi oradan, apur supur konuşma yine! Nasıl olurmuş ki bu?
_Sen yapacaksın, ben de götürüp, Hayrullah bey amcaya satacağım, işte o kadar.
_Olur mu öyle şey! Beybabam duyarsa, canımıza okur!
_Duymaz, duymaz. Hal yolu bulurum ben, sen “He” de yeter.
_Yok, olmaz.
_Abla, bak, çok paramız olur, valla billa!
_Nasıl yaparız, evdekilerin haberi olmadan!
_Sen o işi bana bırak. Bir razı gel de, gerisi kolay.
_Bilmem ki, olur mu acaba!
_Olur elbet, hem de nasıl. Sen bir düşün, yarın konuşuruz.
Gerçekten de, o gece sabah ezanlarına kadar, gözüne uyku girmedi genç kızın. Acaba kardeşinin aklına uysa mıydı! Gerçi, o daha çocuktu ama kurnazlıkta kırk büyüğü cebinden çıkarırdı evelallah! Lebibe için yemek yapmak çocuk oyuncağıydı fakat onları götürüp satması olacak iş değil gibi geliyordu. Becerse becerse, bunu Kerime becerebilirdi ancak. Çocuktu o, kimsenin gözüne batmadan girer çıkardı her yere. Oysa Lebibe için başkaydı her şey. Yarbay Şeref  beyin büyük kızının, böyle bir şeye kalkıştığı duyulursa, maazallah itibarları iki paralık olur, kaldıramazlardı  bu olayı. Kerime’nin çok para kazanabileceklerini söylemesi geldi hatırına. O zaman, istediği  kumaşları alır, kendine model model elbiseler dikebilirdi. Hem, ipek çoraba da ihtiyacı vardı. Eskisini, o kadar da, itina etmesine rağmen, nasıl olduysa kaçırmıştı bir giyişinde. Gerçi, tel çekip onarmıştı ya, yine de, yeni bir çift alabilse, hiç fena olmayacaktı. Üstelik,  Altın Damla kolonyasıyla, Havilland kremi de, bitmek üzereydi. Her sabah kalktığında, yüzüne kremini  sürmeyi hiç mi hiç ihmal etmezdi. Altın Damla’yı ise, ancak pek kıymetli ahbaplarına giderken, bileklerine sürerdi bir kaç damla. Kızcağızın bütün tuvaleti bunlardan ibaretti. Amma velakin, kokusunun gizli bir ortağı vardı, Kerime. Yakaladığı her fırsatta, ablasının komodininin çekmecesini açar, bir güzel sürünürdü kolonyayı. Fakat öyle bir ustalıkla becerirdi ki bunu, Lebibe hiç mi hiç varmazdı farkına.
Lebibe’nin rüyalarını, çarşıya her inişinde, fırının yanındaki kuyumcuda gördüğü   altın küpeler, nice zamandan beri  süslemekteydi. Öyle de güzeldiler ki, vitrindeki ampuller üzerlerine vurdukça öyle bir parlıyorlardı ki, Lebibe farkında bile olmadan, kendini
camekana yapışmış buluyor, epeyce bir müddet de ayrılamıyordu o parlaklıkdan.
Yine o küpeler gönlüne düştüğünde, Kerime’nin teklifine biraz yattı aklı. Eğer, kardeşinin dediği gibi çok paraları olursa, alabilirdi onları da. Alırdı, takardı kulaklarına, beyaz gerdanına doğru sallanırlardı nazlıca. Gözleri, tan ağarırken, yavaş yavaş kapanmaya başladığında, kararını vermiş olmanın  rahatlığı tüm bedenine yayılıyordu. Ertesi sabah uyanır uyanmaz, Kerime’yi yatağının başucunda buldu.
_Abla, ne yaptın, vardın mı bir karara?
_Vardım ya, nasıl yaparız ki!
_Meraklanma, ben kafamda  kurayım, okuldan gelince anlatırım sana.
_İyi ya, öyle olsun bakalım!
Lebibe altın küpelerinin hayali aklının bir köşesinde saklı, hemen kalkıp yatağından,
kardeşinin giyinmesine yardım etti. Ardından bir koşu çayı demleyip, hazırladı kahvaltıyı. Kerime’yi gönderdikten sonra da, her günkü işlerine dalıp gitti.
    Kerime düşünmüştü her şeyi. İlk önce, gidip Hayrullah ustayla konuşacaktı. Onun teklifini kabul edeceğinden emindi adı gibi. Zaten, karısını da onlara gönderen kendisi değil miydi sanki! İki kardeş anlamışlardı bunu hemen. Ablası, gece herkes yatıp da, el etek çekilince, tatlıyı hazırlayıp, paketledikten sonra, sabah erkenden mutfak penceresindeki demirin dışına doğru koyacak, Kerime de okula giderken, alıp götürecekti ustaya. Kızın kafasında kurduğu plan böyleydi. Gayet kolayca, tıkır tıkır da işleyecekti üstelik. Kimseler farketmezdi. Pencerenin perdeleri çekilince, içten görünmez, siyah,  kalın demirin dar aralıkları da, dışarıdan bakanların gözünden saklardı paketi. Kerime bulduğu fikirden memnun, eve döner dönmez, anlattı ablasına fakat Lebibe ,sabahki kararlılığından uzak görünüyordu şimdi.
_Yok Kerime, vazgeçtim ben.
_Ya, abla niye ki?
_Nemize lazım!  Bir de, elimize yüzümüze bulaştırırız da! Hem, beybabam duyarsa!
_Nereden duyacakmış abla!  Ben konuşacağım ustayla. Beybabam zaten tatlıcının oralara uğramaz ki hiç.
_Yahu ısrar etme, iş açacaksın başımıza!
_Planımı iyi tatbik edersek, bir şeycikler olmaz.
_Aman Kerime, hiç yoktan iş çıkaracaksın valla.
_Çok paramız olur abla, ne iyi, değil mi!
_Üfff  Kerime! Bir bunalttın ki beni, o kadar!
_Sen “Peki” de, gerisini bana bırak.
_İyi, ne halin varsa gör!
     Kerime öğlen yemeğinin ardından, dışarı çıkmak için fırsat kollamaya başladı. Babası
atelyesine kapanmıştı ya, artık top patlasa, gece karanlıklarına kadar çıkmazdı oradan.
Ondan yana bir kaygısı kalmamıştı. Sadece annesine kalmıştı iş!  Bunu nasıl halledeceğini düşünürken, habersiz geliveren bir kaç öğleden sonra misafiri kolaylaştırmıştı her şeyi. Hanımlar, sohbete kendilerini iyice kaptırdıklarında, Kerime, yünlü pelerinini geçirip üzerine, başına da kırmızı ponponlu beresini taktı, fırladı kapıdan uçarcasına.
Tatlıcıdan içeri girmeden önce, camekandan şöyle bir gözattı içeriye. Kalabalık değildi  dükkan. Sabah müşterileri çoktan gitmiş, akşam hazırlıkları bile başlamıştı. Kapıyı açıp
girdi ve doğruca Hayrullah ustanın yanına gitti.
_Hayrullah amca, konuşacağım var senle.
_Buyur de bakayım.
_Bilirsin, ablamın gül tatlısı meşhurdur. İkimiz karara vardık aramızda, ablam yapsın, ben de getiririm, satarsın, olur mu?
Adamın kaç zamandır beklediği kısmet ayağına gelmişti  hiç ummadığı bir anda. Fakat şu küçük kıza belli etmek istemedi bunu. Hoş, çocuktu sonuçta ya, olsun!
_Eh, anlaşırsak olur elbet.
_Anlaşırız anlaşmasına da, beybabam sakın duymasın. Müşterilerine de ağzından kaçırayım demeyesin. Kimse bilmesin bizim yaptığımızı, beybabamdan gizli girdik bu işe.
_Yok, yok meraklanma, demem.Tepsisine iki buçuk veririm.
_Olmaz ustam, dörtten aşağı olmaz!
Hayrullah  şaşıp kalmıştı. Çocuk diye küçümsemişti ya, kız yaman çıkmıştı. Ama şimdi üçü beşi hesap etmenin sırası değildi, ucunda çok para vardı bu işin.
_Ee, peki madem, sıkı pazarlıkçısın vesselam!
_Yarın sabah erkenden getiririm.
Kerime acele dükkandan çıkıp, koşturarak döndü eve. Müjdeyi ablasına verirken, nefes
nefese anlatıyordu her şeyi ;
_Bu akşam yap tatlıyı. Dediğim gibi, pencereye koyarsın, sabahtan alır götürürüm.
_Kız, ne vakit gidip de, konuştun iki taşın arasında, pes vallahi! Aman sıkı tembihleyeydin adamı, kimseler duymasın!
_Tasalanma! Sıkıladım ustayı, demez kimseye. Hem, tepsisine dört liraya anlaştım.
_Sahi mi, ooo, pek ala!
_Ne diyorsun abla, zengin olduk zengin!
    Böylelikle başlayan iki kız kardeşin gül tatlısı serüveni, Kerime’nin becerisiyle tıkır
tıkır işliyordu. Hayrullah pek memnundu bu alışverişten. Sabah gelen tatlılar, öğleye
kalmadan tükeniveriyordu. Kerime parasını peşin alıp her gün, okuldan eve dönüşünde teslim ediyordu ablasına. Lebibe  paranın birazını kardeşine harçlık veriyor, kalanını, odalarındaki ceviz komodinin çekmecesinde duran, turkuaz renkli, incilerle süslü, eskiden kalma mücevher kutusunda biriktirirken, çok sevdiği kutunun içine, hayalindeki küpelerin nasıl da yakışacağını düşünüp, gülümsemekten alamıyordu kendini. Kerime sabahları ablasının verdiği harçlıkla, mahalle fırınının önünden her geçişinde, cevizli çörek alıp, yiye yiye gidiyordu okuluna. Hele de, soğuk kış sabahlarında,  sıcacık cevizli çöreği elinde tutabilmek ne keyifliydi! Çöreğin o sıcak rayihası, ona sabahın karanlığında, bir türlü kalkmayı istemediği yatağının yumuşaklığını hatırlatıyordu hep. Çünkü o saatlerde, uyku hala bakışlarında geziniyordu küçük kızın.Ama sınıfına girip de, kendini derslerine kaptırdığında, cin gibi açılan gözleri, kara tahtanın her noktasına odaklanmaya başlardı hemencecik.
Gül tatlısı meşhurdu ya, daha da bir pekişti ünü. Tokat’ın ileri gelenleri, dükkanın önünde kuyruklar oluşturmaya başladılar tıpkı Hayrullah’ın, daha düne kadar hayalini kurduğu gibi. Adam soranlara, önceden düşünüp hazırladığı cevabı veriyordu derhal;
_Sivas’da bir muşhur usta varmış, oradan getirtiyorum taze taze.
Ödü kopuyordu bu sır duyulacak da, yarbayın kulağına gidecek diye. O sebeple de, temkinli davranmayı hiç ihmal etmiyordu. Karsına bile çıtlatmamıştı, farkındaydı kadının ağzının gevşekliğinin çünkü. Nurcihan gerçeği bilmediğinden, pek memnundu bu  durumdan. Her fırsatta “Oh!!” çekiyor, ” İyi bir ders oldu şu Lebibe denen kıza! “ diyordu, ”Burnu büyük şey, sanki küçük dağları o yaratmış! Görsün bakalım, yaptığı tatlının aynısını, kocam satıyor çatır çatır! ” Eğer, kocasının onlarla anlaştığından haberi olsaydı, muhtemelen ayılıp bayılır, ortalığı birbirine katardı.
    Şehrin en zenginlerinden olan Mahinur hanım bile, hemen her gün, evinde çalışanlardan birini gönderip, tatlıdan aldırıyordu yarım kilo. Zaten o ne yapsa, ne giyse, derhal moda olur, bütün bürokrat hanımları, varlıklı ailelerin kadınları, hepsi taklit etme yarışına girişirlerdi. Mahinur hanım orta yaşlardaydı  ama göstermezdi yaşını. Süsüne püsüne, giyimine, merağı epeyce fazlaydı. Ayda bir sefer İstanbul’a gider, orada revaçta ne varsa alır getirirdi beraberinde. O, filancanın kabul gününe, falancanın kızının  düğününe ne giymişse, ertesi gün, şehirde ne kadar terzi varsa, kapıları heyecanla çalınır, ellerinde kumaşlarıyla hanımlar, aynı modeli diktirmek isterlerdi. Kadıncağızın giysileri,
takıları, başına geçirdiği boneler, hatta konuşması, edalı yürüyüşü bile taklit edilirdi. Yine bir gidişinde, İstanbul’dan aldığı janjanlı kolyeden, tuhafiyeci Apo’ya dört beş tane geldiğini duyanlar, dükkana hücum etmişlerdi de, adam  kolyelerin bittiğine dair yeminler ederek ancak inandırabilmişti hanımları. Ondan sonra da, o kolyeleri kimlerin aldığı merak uyandırmış, günlerce süren tahminler yapılmıştı konu komşu arasında. Onun kullandığı Rebul kolonyasıyla, Fatıma rujunun, çarşıdaki eczanede olduğu söylentisi ortalığı sarınca, günlerce, gelen gidene laf anlatmaktan bitap düşen eczacı, camekana bunların olmadığına dair büyükçe bir yazı yapıştırmak zorunda kalmıştı. Mahinur hanımın büyülü rüzgarı esti mi şehirde, ağaçların yapraklarıyla danseder, kuşların kanatlarında salınır, toz bulutlarının içinde büküle büküle yol alırdı.
Pek zor beğenen Lebibe’nin de hayran olduğu bir kadındı, bu büyülü rüzgarın sahibesi.
Onu her gördüğünde, tek tek bütün hareketlerini, giyim kuşamını inceleyen, örnek alan
genç kızı, en çok da mağrur duruşu etkilerdi bu hanımefendinin. Konu açıldığında hep, ”Ben de yaşlanınca, onun gibi olacağım!” diyerek, belli ederdi beğenisini. Mahinur hanım da, yarbay’a duyduğu saygıdan dolayı, aileyi sıkça ziyarete gelir, Mürvet’le uzun saatleri, tadına doyulmayan sohbetlerle geçirirlerken, Lebibe, her misafirden daha fazla hevesle, hizmette kusur etmemek adına, salonla mutfak arasında mekik dokur, bulduğu her fırsatta da, koltuklardan birine ilişip, bu kıymetli misafirin her ağzından çıkana pür dikkat kulak kesilir, konuşmalarını destansı bir masal misali dinler, sesinin tınısını kulaklarında hapsederdi. Yaşlı kadının da, Lebibe’ye karşı, kalbinin bir köşesinde her daim beslediği bir şefkat duygusu vardı. Kendisi çocuk doğurmamıştı ama bir kızı olsa, Lebibe gibi mağrur, başı dik, gururlu durmasını isterdi, emindi bundan. İşte bu sebeple, yarbayların ziyaretlerine her gidişinde, genç kıza özel bir alaka gösterip, bol bol konuşurdu onunla. Mürvet, kızının bu kadına duyduğu hayranlığa şaşırır, sözleriyle de bunu belli ederdi;
_Sen kolaynan kimseleri beğenmezsin ya, nedir bu kadına muhabbetin, şaşıp şaşıp kalıyorum!
_Mahinur hanım herkesle mukayese edilir mi anne! Ne asaletli kadın, görmüş geçirmişliği ayan beyan ortada!
_Hıh, herkes görmüş geçirmiş kendine göre!
_O başka, her hali tavrı başka!
_Aman, aman mubarek ola! Her gelen gidene de böyle hizmet etsen ya!  Canın istemezse
mutfağa tıkılıyorsun, ayıp ayıp!
_İyi ediyorum, canıma değsin! Ya ne yapacaktım, başınızda mı bekleyeyim! Börek, çay getiriyorum işte, daha ne!
_Elbet getireceksin kızım! Ben mi dolanayım ortada bu yaşımda, fesupanallah!
Ana kız ne zaman böyle ağız dalaşına girseler, ikisi de, kendi dediklerinde ısrar ederek, hiç bir sonuca varamazlardı. Genç kızın, Mahinur’a duyduğu hayranlık  devam etti her zaman. Yıllar içinde, özellikle de, akranları birer birer evlenmeye başladıklarında, evlilik fikri aklına takılnca, ”Ah,” diye iç geçirirdi kendi kendine, ”Mahinur hanım gibi bir kaynanam olsa, tepemde gezdiririm!”
    Aradan geçen epey sürenin ardından, Lebibe, yeterli parayı biriktirdiğine kanaat getirdiğinde, artık vaktin gelmiş olduğunu anladı. O gün, kahvaltı masasını topladıktan sonra, giyinip kuşanıp çarşıya indi. Üzerinde, koyu gri çilli mantosu, başında siyah kürk bonesi ve siyah eldivenleriyle, dükkandan içeri giren yarbayın kızını gören dükkan sahibi, derhal, bu müstesna müşterisini karşıladı. Lebibe, istediği küpelerin satılmamış olduğunu gördüğünde, yüreğine su serpilmişti. İki reşat altınıyla beraber, küpeleri de, iyi bir  pazarlıkla, uygun fiyata aldı. Üstüne üstük, parası, iki tane ipek çorapla, kremini ve kokusunu da almaya yetmişti. Annesi için şık bir eşarp, Kerime’ye taşlı bir saç tokası seçti. Tuğrul’un da, horoz şekerini de unutmayarak, döndü eve.
Mürvet, kızının elindeki paketleri görünce şaşkınlıkla sormuştu;
_Kızım, nereden buldun sen bunca parayı?
_Beybabamın verdiklerini nicedir saklıyordum anne. Mutfak masrafından da ayırdım bir parça.
_Bravo Lebibe, her daim böyle tutumlu ol kızım! Ne demişler, işten artmaz dişten artar!
_Al bak, eşarbı da sana aldım.
_Ay pek güzelmiş kızım, sağolasın, kesene bin bereket!
Bu arada Tuğrul çoktan horoz şekerini yalamaya başlamıştı ama parasının, ablalarının kazancı olduğundan haberdar değildi tabii. Lebibe ilk kez kendi emeğiyle kazandığı parayı harcamanın zevkini çıkarırken, küpelerini kulağına takmış, aynada kendini inceliyordu hevesle.
    Uzun zaman daha devam ettiler tatlı satmaya. Bir iki defasında, Kerime sabah sabah
babasına yakalandı. Şeref, kızının elindeki tepsiye bakarak, gür sesiyle, günün erken
saatlerinin sessizliğini delercesine konuşmuştu;
_Bu da ne kızım?
Kerime kurnazdı, hazırcevaplığı da su götürmez bir gerçek. Hiç korkup, telaşa kapılmadan, bir bahane uyduruverdi anında. Zaten, ailede babasını en kolay idare eden, küçük yaşına rağmen oydu;
_Ablam börek açtıydı da beybaba, ben de mektebe götüreyim dedim. Arkadaşlarla,  öğretmenlerime.
_Elbette, iyi edersin kızım.
Kerime hiç bir şey yokmuş gibi rahat davranabilmişti fakat mutfakta onları dinleyen ablasının eli ayağı korkudan birbirine dolaşmış, bir terslik olacak da, babası yaptıklarını
anlayacak diye boğazı kurumuş, nefesi daralmıştı neredeyse. Yaşadığı o panik anı, genç kızı öylesine etkiledi ki, derhal vazgeçti bu işten. Kerime okuldan döner dönmez, ona da  söyledi. kararını. Kardeşi ne diller döktüyse de ikna edemedi ablasını. En sonunda, durumu anlatmak üzere, dükkana gitti. Hayrullah da üzülmüştü bu habere, iyi para getiriyordu doğrucası Lebibe’nin gül tatlıları. Fakat yarbaydan çekindiği için pek bir şey diyemedi, kabullendi zoraki de olsa.
Velhasıl, günün birinde, aniden gül tatlısıyla tanışan Tokat’lılar, bir anda da, ayrılmak zorunda kaldılar. Bir tek, yarbayın evine gidebilen şanslı azınlık, yine aynı tatla karşılaştıklarında, bir yerlerden hatırladıklarını düşünüp de, bir türlü çıkaramayacaklardı.
    Diğer genç kızlar, odalarında, sevdalarla bezenmiş hayallere dalarlarken, Lebibe’nin mekanı, mutfaktaki taburesi, ocak başı ve büyük tahta masaydı.Yerdeki her leke, duvarlardaki her çatlak, tüten her koku, çok bildikti genç kız için. Hiç bir çekince  duymadan, o aşina her leke, her çatlak ve her kokuyla hayatı paylaşıyor, anılarını,  sevinçlerini, insana has tüm duyguları yaşıyordu. Ona aitti çünkü orası. Tencere hep kaynamalı, lambalar hep yanmalı, ocak her daim tütmeliydi. Onu, dışarıdaki her tehlikeden koruyup, gözetecek tek yer o küçücük mutfaktı.
Öğleden sonraları işlerini bitirir, gelen giden de olmazsa, ev sessizlik içinde akşam saatlerine kadar uzanan bir yalnızlığa gömüldüğünde, Lebibe, kahvesini pişirip içerdi zevkini çıkara çıkara. Mutfağın duvarlarındaki, babasının elinden çıkmış sunta raflardan birini, bir kaç küçük saksıya ayırmıştı genç kız. Bahçeye inmeye üşendiğinde, bu çiçekler okşardı ruhunu. Bir tane arapsaçı, beyaz bir menekşe ve kokulu fesleğenini hiç ihmal etmez, onlara kendince sevgi göstermeyi gayet iyi becerirdi. Zamanında, üst kata çıkan merdivenlerin alt boşluğuna yapılan mutfak, pek büyük değilse de, Lebibe kendi zevkine göre bir şeyler yapıp, şirin bir hale sokmayı başarmıştı burasını. Masanın üzerine ve tezgahın altında dolap olarak kullandıkları aralıklara, aynı desen, basma örtüler dikmekle işe başlayıp, kırmızı beyaz puantiye örtülerin kenarlarına da kırmızı farbelalar geçirerek şıklaştırmıştı onları. Aynı örnekten, bir de, tek camdan oluşan pencereye perde dikince, güneş almadığından biraz karanlık olan mutfağın havası bir anda değişmiş, canlanmıştı sanki. Lebibe çoğu kez, taburesini pencerenin önüne çeker, dışarıya bakardı. Mutfak girişte olduğundan, manzara sadece oradan gelip gidenlerin ayaklarının, biraz da bacaklarının görünmesinden ibaret olmasına rağmen, genç kız, bundan  kendince bir oyun icat etmiş, ayakkabılarından, geçenlerin kim olduğunu tahmin etmeye çalışarak, eğlenmeye başlamıştı. Çenesini pervaza dayar, oyununu oynamak üzere hazırlanırdı.  Pabuçları çamur içinde bir adam görürse, hemen yüzünü buruşturur, “Aman,” derdi, ”Haşdağ’dan geliyor bu.” Yüksek ökçeli, şık iskarpinleriyle, arkadan dikişli, ipek çorap giymiş bir hanım geçince de, ”Besbelli ekabirden biri ! ” diyerek, derhal yapardı tesbitini. Bazan bu oyuna öylesine kaptırırdı ki kendini, ancak, kardeşleri okuldan döndüğünde, ya  da, annesi mutfağa girince, veyahut babasının sinirli sesini duyduğunda ve evdeki telaş yavaştan kendini hissettirmeye başladığında gelebilirdi kendine. Gününün çoğunu mutfakta geçirmekten hiç bir zaman şikayetçi görünmezdi genç kız. Yemek pişirmek, tattığı zevklerin en büyüğüydü gözünde. Mutfağa bir girdi mi, çıkmazdı saatler boyu. İyi bir yemek yapmak için, yemekle beraber pişmek gerekliydi ona göre. Ocağın başındaki tahta tabureye oturur, dertlerini, sıkıntılarını paylaşırdı pişirdiği yemeklerle. Fazlaca konuşmayı sevmeyen Lebibe’nin en hoşlandığı konu, yemeklerden konuşmak, onları anlatmaktı. Sabah oldu mu, kızkardeşini okula yolcu eder, Tuğrul bahçeye iner, yarbay sokağa çıkar, Mürvet hanım salondaki sedire bağdaş kurup, eline dikişini alır, o da sessizce mutfağa, mabedine kaçar, öğle yemeğine kadar da orada meşgul olurdu. Bazan tencerenin kaynadığı aleve gözleri takılır, saatlerce dalar giderdi kendi alemine.
    Her mutfağın ve sahibesinin, kendilerine has küçük sırları vardır. Özellikle de, yemek konusunda ustalaşmışlarsa o sahibeler, mutlaka vardır. Bu, ehemmiyetsiz gibi görünseler de, harikalar yaratan küçük sırlar, genellikle mutfaklarından dışarıya çıkmak istemezler fazlaca. Ait oldukları yerde gizlenecek bir köşe bulup sığınırlar, içlerindeki sessiz teslimiyetle. Bazen senelerce, hatta asırlarca kalırlar orada. Bir gün keşfedilmeyi beklerlerken, yüreklerindeki umut kırıntısı sürdürür varlığını.
Yemek konusundaki maharetleri, su götürmez bir gerçek olarak orta yerde duran  hanımlar, gönülleri isterse, paylaşırlar sırlarını başkalarıyla. Bir lütuftur bu onlara göre.
Lakin, istemezlerse de, dedikoduya gelince çok çalışan çeneleri, iş, bu detaylara vardığında, kocaman bir kilit asılmış gibi sus pus olur.
Lebibe’nin de vardı minik mutfak sırları. Ama o, kilitlemekle kalmamış dudaklarını, mühürlemişti adeta. Pehlili pilavın etlerini yatırdığı yağlıca sosu, zeytinyağlı dolmaların fıstıklarını tereyağında kavurduğu için aldıkları o harika kokuyu, kabak dolmasını doldurmadan önce, bir güzel ovduğunu tuzla, pirinç pilavını pişirirken, içine limon sıktığını iki damla, hoşaflara mutlaka elma suyu kattığını, madımağa bir parça sirke akıttığını, iki diş sarmısağın yakıştığını bacaklı çorbaya, soğan kabukları dizdiğini her yemeğin altına, serptiğini bir tutam kişniş içli köfteye, keçi peyniriyle çökelek  koyduğunu su böreğinin içine, kimselere, hatta annesine bile söylememişti.
Söylememişti, çünkü her birini kendisi tek tek deneyerek bulmuş, başkalarından  öğrenmemişti. Bir nevi, onun emeklerinin ürünüydüler bu sırlar. Belki de bu yüzden, onlar üzerindeki hakimiyetini kaybetmekten ürküyor, sadece ona ait kalmalarını istiyordu. Sırlarının en büyüğü ise, gül tatlısının cıvık hamuruna eklediği, bolca hindistan cevizi ile, bir tutam tarçındı ki, bunu şu alemde yaşayan tek bir insanoğlu bile bilmemeliydi.
Evlerin içinde bambaşka bir yere sahip olan mutfaklar, apayrı bir dünyanın parçalarıdır.
Hem o eve ait, hem de, dışındadır bu dünya. Mutfakların farklıdır birbirlerinden kokuları.
Orada uzun zamanlarını yemek hazırlayarak geçirenler hissedebilirler ancak bunu. Mutfaklar bütünleşirler sahibeleriyle, bir parçası olurlar onun. Lebibe için de geçerliydi bu durum, kendini mutfağından ayrı düşünmeyi bile geçirmemişti aklından hiç. O, orada
küçük sırlarıyla birarada, kendince bir mutluluk içinde yaşadı hep. Sadece kendisinin
duyumsadığı çekingen bir mutlulukla.
   Lebibe gururlu bir kızdı, kibirliydi de. Öyle herkese selam vermez, konuşmazdı. Onun birini beğenip de ahbaplık kurması fermanlara mahsus bir durum, pek az görülen bir vakaydı. Sevdiğini sever, güler yüzle davranır, hoşlanmadığını da, ölüm allahın emri sevmez, işin kötüsü, bunu da, fena halde belli ederdi. Şefkati, adaleti, töleransı, yalnız ailesi ve sevdiği insanlar için geçerliydi. Diğerlerine hiç bir hak tanımak geçmezdi ak
lının ucundan.
İki kızkardeş pek benzemezlerdi birbirlerine. Hem şeklen, hem de, huy bakımından farklıydılar. Daha cıvıl cıvıl, konuşkan olan Kerime, kurnazlıkta, belki de, geçerdi ablasını, belki değil, muhakkak geçerdi! Zaten, çocukluğundan beri pek bilmişti. Yüze gülmeyi, içten pazarlıklı tarafını kullanarak, kendini başka türlü göstermeyi gayet iyi becerirdi. Sevmese bile, seviyormuş gibi görünen, türlü dil çeneyle herkesin gönlünü kazanan bu mizacıyla da, ablasından daha çok sevilirdi. Lebibe bu konuda yarı amazdı kardeşiyle, hatta saf bile sayılırdı. O sevmediği birine, Kerime gibi, yalandan iyi davranmayı istese de yapamazdı. Onun dürüstlüğü de, bu şekilde gelişmişti kendince. Ama ikisinin de, en çok sevdikleri, erkek kardeşleri, ailenin en küçüğü ve tek oğlu, doğduğundan beri ihtimamla büyütülmüş, her dediği anında yerine getirilmekte olan  Tuğrul’du. Mürvet her daim, hatta, kızlarının işitmesinden bile çekinmeyerek, ”Oğlum bir yana, kızlar bir yana!” der dururdu. Bu cümle iki kardeşin kulaklarında öylesine yer etmiş,onlar için o kadar  normal bir hal almıştı ki, bundan hiç mi hiç gocunmaz, kendileri de, kardeşleri uğruna küçüklüklerinden beri her türlü fedakarlığı yaparlardı hiç yüksünmeden.  Mürvet, iki  kızdan sonra oğlanı doğurunca, her şeyini ona vakfetmişti adeta. Ne gözü başkasını görüyor, ne diğer çocuklarının, ne kocasının sevgisi, oğlununkini bastırabiliyordu. İşin tuhafı, Kerime’yle, Lebibe, kardeşlerini kıskanacaklarına, annelerinin sevgisine ortak oldular. Böylece Tuğrul, üç kadının gözetiminde yetiştirilmeye devam etti.
   Ev halkı için, kuzineli odanın ayrıcalığı vardı diğerlerinden. Aile bireylerinin hepsinin sığınakları olan bu oda, belki de, en dipte olduğu ve yalnızlıkları sakladığından dolayı, evin günlük telaşından uzakta tutardı konuklarını. Ateşi kadar sımsıcaktı kimsesiz kalmış kalbi de. Orada oturan her kim olursa olsun, asude bir sessizlik içindeki o dinginlikte, sonsuza dek kalmak isterdi.Tek başınalığın seslerini hissetmenin, bir parça da olsa kendini dinleyebilmenin vazgeçilmez mekanıydı burası. Fazlaca uğrayanı olmadığından, sinesine sığınanlara, ihtiyaç duydukları her şeyi sunardı. Duyulabilen tek ses, kışın, kuzinenin harlı çıtırtıları, yazın, bahçedeki büyük ıhlamur ağacının, camlara değen yapraklarının taze hışırtısıydı. Odanın tabanı boydan boya halılarla kaplıydı. Gerçi, sadece bu odaya has bir şey değildi bu durum, evin genelinde de geçerliydi. Halılara pek meraklı olan yarbay, sık sık mezatlara gider, her seferinde de, karlı bir alışveriş yaptığından dem vurarak, koltuğunda bir halıyla dönerdi eve. Bu yüzden de, evde en fazla bulunan eşyaydı çeşit çeşit halılar. Kuzineli odadakiler ise, epeyce eskiden kalmaydılar. Pencerelerdeki, Lebibe’nin işlediği keten perdeler, odaya hafif bir loşluk katsa da, kırmızı çiçeklerinden yansıyan rengin cıvıltıları da, varlıklarını her vesileyle belli ederlerdi. Karşılıklı iki duvara yerleştirilmiş iki genişce sedirin arkaları, halı yastıklarla çevrelenmiş, rahatça oturma, hatta, uzanma yerleri haline getirilmişti. Köşede duran kiraz ağacından sandığın içi, tıka basa doluydu iki genç kızın çeyizleriyle. Mürvet, kızları için her şeyi çifter çifter yaptığından, bu sandığa ancak sığdırabilmişti öte beriyi. Bazı cuma günleri, sela vakti gelip çattığında, yaşlı kadın ortalığı kolaçan edip, kimselere farkettirmeden buraya gelir, sandığın kapağını açarak, çeyizlikeri teker teker çıkarır, üzerlerine öğlen ezanlarının okunmasını bekledikten sonra, yeniden yerleştirirken, çeşitli dualar ederdi kızlarının hayırlı evlilikler yapmaları için. Kiraz ağacından sandığın üzerindeki, ona pek yaraşan, şıklığını da iyice  ortaya çıkaran örtü, maraş işinin tüm zerafetiyle göz doldurmaktaydı. Uzun ayaklı saksı sehpasındaki unutulmuş ıtır ise, kuzineli odanın kırılgan misafiriydi ama nedense,   kimseler umursamazdı küçük ıtır saksısını. Çiçekleri seven Lebibe bile, ihmal ederdi onu. Arada bir aklına düşerse, çaydanlıkla su getirirdi, hepsi o. Kuzineli odada kaderine  terkedilmiş küçük çiçek, inadına hep taze, yeni tomurcuklarla bezeli, hayata, bu odada tutunmak için elinden gelen çabayı gösterirdi cesaretle. Odanın bir parçası olan kuzine, adeta bütünleşmiş gibiydi orayla. Sanki, biri olmazsa, öbürünün varlığı da değersizdi. Kış gelip de, karlar başladı mı düşmeye, tüm yazı bir başına, arada bir, küçük ıtır saksısıyla yarenlik ederek geçiren kuzine, bir nebze de olsa, kıymete biniverirdi. Bütün  odalarda yanan büyük odun sobalarına rağmen, o yine de, evdekiler tarafından daha çok tercih edilirdi. Soğuklar sürerken, kuzine de, karların keyfini sürer, Tokat’ın uzun geçen kışlarında, ev sahiplerine hizmet edebilmenin sevinci, harlı ateşinde yanıp sönerdi. Geniş sedire uzanıp, kuzinede patlayan kestanelerin, ya da, fokurdayan suyun dumanını seyretmek iyi gelirdi insana, rahata kavuştururdu huzursuz ruhları.
Ne kiraz ağacından sandık, ne eski halılar, ne işli perdeler, hatta ne de, küçük ıtır saksısı! Kuzineli odanın en kıdemli eşyası, Mürvet’in çeyizi olan bakır mangaldı. Parlak kırmızı
rengi göz alan bakır mangal! Kubbeli kapağının üzerindeki hilaliyle, ateş ateş yanan bakır mangal! Pirinç kıvrımlı ayakları ve iki kulpuyla, görkemli bakır mangal!
.................
    Bu eve geldiğimden beri, yerim hep burasıydı, kuzineli odanın tam ortası. Altımda
antika halılar, üstümde yüksek tavanın, kabartma alçı süsleri! Rahatım yerindeydi ya, ara
sıra, keşke büyük salonda olaydım diye de düşünmeden edemezdim. Ne de olsa, orası çok daha eğlenceliyidi. Misafirler salonda ağırlanır, günlük dedikodular orada yapılırdı. Kuzineli oda ise, hep ıssız, hep sessizdi, hele de, uzun yaz günlerinde. Yine de, severdim bu loş odayı. Perdeler çoğu zaman çekili olduğundan göremezdim fazlaca dışarıyı ama arada bir unutulmuş bir köşeden, gökyüzünün ışığı içime yansıyınca pek hoşuma giderdi.
Civarın tanınmış bir bakır ustasının çekiçleri bedenime vururken, o can acısıyla, bu  günleri görebileceğim gelmemişti aklıma. Dükkandan kurtulduğumda duyduğum sevinç pek fazla sürmemiş, bu defa da, dar bir dolaba hapsedilmiştim. Aradan ne kadar olduğunu kestiremediğim bir zaman geçmişti ki, dolabın kapakları açıldı. Salçalarla bir güzel  ovulup parlatıldım. İki kulpuma iki kırmızı kurdele bağlanır bağlanmaz da, diğer bir sürü eşyayla beraber yeni evime gönderildim. Gelin çeyiziydim ben ve  gelinin yanında kalacaktım. Mürvet’le beraber pek çok yer dolaştım seneler boyu. Kuzineli oda son durağımdı, artık hep burada yaşayacaktım.
Bahtsız Mürvet çok çile çekti. Yıllarca  kocasının askerden dönüşünü beklerken döktüğü gözyaşları, kaç defa ıslattı üstümü başımı. O zamanlar onun yatak odasındaydım. Saatlerce yatağına uzanır ağlardı. Teselli edemezdim zavallıyı! Üzülürdüm ama gelmezdi bir şey elimden! Kocası iyi adamdı önceleri, lakin sonradan, pek asabi oldu. Kuzineli odada çoğu sabahlar, hiç durmaksızın bağıran, yarbayın, gür sesi uyandırırdı beni uykumdan.
    Evin küçük kızı Kerime, arada bir yanıma gelip çömelir, közlerimi maşayla karıştırmaya bayılırdı. Ateşin gözlerine verdiği kızıllık, başkalaştırırdı onu. Kerime’nin
beni terkedeceğini, yarın bir gün evlenip, koca evine gideceğini düşündükçe, yüreğim
daralırdı. Evde en sevdiğim oydu çünkü! Gençliğinin verdiği umursamaz neşesiyle odaya her girdiğinde, havayı sanki ortancaların baygın kokusu kaplar gibi gelirdi bana. Severdim, bakırcı dükkanından beri aşinaydım onlara! Ustam, dükkanın arkasındaki küçücük bahçeyi, rengarenk ortancalarla doldururdu her bahar. Belki de, tek tanıdığım çiçeklerdi, bir de, sehpanın üzerindeki küçük ıtır vardı. Kerime, cıvıltılarla konuşmaya başladığında, tüm şarkılardan daha hoş gelirdi kulağıma, ağzından dökülen kelimeler. Her zaman sert görünen babası bile, o yanındayken yumuşardı bir nebze. Keşke izin verselerdi de, ben de gitseydim onunla evleneceği zaman ama zordu bu, biliyordum. Adet evin büyük kızına verilmemdi.
    Mutfak kuşu Lebibe, gururlu Lebibe! Fazlaca haz etmezdim ondan. Zaten, o da benimle hiç ilgilenmezdi. Mutfağından ayrılabildiği ender vakitlerde uğrardı kuzineli odaya. Bazan küçük ıtır’ı sular, arada bir sedirde oturup düşüncelere dalardı.Yüzünden anlaşılmazdı hiç bir şey, mutlu mu, üzgün mü anlaşılmazdı. Sadece bir gün, iki damla yaş gördümdü de gözlerinde, hayret ettimdi. Yine, sedirin köşesine büzülmüş, sessiz kalmıştı kısa süre. Sonra kalktı ayağa, sildi gözlerini. Başı dik, her zamanki kibirli ifadesiyle çıkıp gitti. Bu kendini beğenmişlikle evlenemezdi o! Beni de alıp yanına, bir yere götüremezdi.
     Evin nazlı küçük oğlu ise, ne zaman bir kabahat işlese, kendini benim kollarıma atardı. Gerçi bilirdi, kimselerin ona ses etmeyeceğini ama belki de, bu odaya saklanmak hoşuna giderdi. Her zaman cebinde ya bir avuç kuruyemiş, ya bir parça çikolata olurdu. Sedire oturup, bunlardan atıştırır, bir vakit pencereden bahçeyi seyreder, sonra da çıkardı odadan. Onu tekrar görebilmek için, yeni bir yaramazlık vakası beklemem gerekirdi.
Mürvet sık sık kiraz sandığın başına gelip, kızlarının çeyizlerini dökerdi. Evlenmeleri için yalvarıp yakarırdı usulünce. Sanki kendi çok mesut yaşamış gibi, neden bu denli isterdi onları evlendirmeyi, hiç aklım almazdı! Yıllar bu evde hep aynı şekilde, hiç bir değişikliğe uğramadan geçip gidecekti. Biteviye, çoğu umutsuzluk bezeli yıllardı onlar ve ben sessiz bir tanıktım, hiç konuşmayacak olan.
..............
     Yarbay, sevilir, sayılırdı herkes tarafından. Tokat’a yerleştiklerinin daha ilk aylarında,
küçük yerlere has dedikodu mekanizmasının çarkları süratle dönmeye, o çarklardan çıkan fısıltılar, kulaktan kulağa, inanılamayacak bir hız ve çabuklukla yayılmaya başladı. Önce,
kendi mahallelerinde toplandı bu fısıltılı grup, arnavut kaldırımlı yollardan uçarak geçip,  Taş hanın önünden devam ederek, Ali paşa hamamının köşesini dönünce, Bey sokağına doğru yöneldiler. Tık nefes halleriyle, tüm Tokat’ı dolaştılar.
Adamcağız, yıllarca yurt savunmasında görev almış bir askerdi. Kaç kere yaralanmış, hatta esir bile düşmüştü düşman eline. Böyle mübarek bir adam baş üzerinde tutulmalıydı öyle de yaptılar. Hepsi, çekingenlikle harmanladıkları bir saygı beslediler bu yaşlı askere karşı her zaman.
Şeref, yıllar geçtikçe daha da asabileşmiş, vara yoğa sinirlenir, evde bir korku havası estirir olmuştu. Çocuklar ondan çekinir, kaçacak  delik ararlardı bağırmaya başladığında. Mürvet, senelerce sesini hiç çıkarmadan tahammül etti kocasının yaptıklarına, anlamaya çalıştı. Kolay değildi adamcağızın yaşadıkları, yoksa iyi insandı, biliyordu bunu. Çok titiz bir adamdı yarbay, askerliğinin de verdiği dakiklikle, her şey zamanında olsun ister, en ufak aksaklıkta da, yıkar, devirirdi ortalığı. Yemek tam saatinde yenmeliydi. Biraz vakit geçse, başlardı hemen sinirlenmeye, hatta, daha  da ileri giderek, masayı bir yumrukta dağıttığı çok olmuştu. Mürvet’in çocukları da alıp, ahbap ziyaretine gittikleri bir gün laf lafı açınca, geç kalmışlardı biraz, hava kararmaya yüz tutmuştu. Eve doğru hızlı hızlı yürürlerken, kadıncağızın ayakları birbirine dolanıyor, bir yandan da, çocukları çabuk olmaları konusunda ikaz ediyordu durmadan;
_Kurban olam yavrum, tezden gidelim! Bilirsiniz, beybabanız bir kızarsa!
Lebibe’nin, babasının halini düşündükçe yüreğini sıkıntılar basıyordu. Bıkıp usanmıştı
artık yaptıklarından. Şöyle, bir ağız tadıyla, misafirliğe bile gidemiyorlardı. Zaten,
başkaca da ne eğlenceleri vardı ki!  Her an yürek ağızda, ne olacak, yine neye sinirlenecek diye, el pençe divan durmaktan yorulmuştu artık kızcağız.
Eve vardıklarında, Şeref’i, salonu adımlarken buldular. Kafesteki aslanlar misali, bir o yana, bir bu yana gidip geliyordu. Sinirden gözlerinin içine kadar kıpkırmızı kızarmıştı.
Karısını karşısında görür görmez sesini yüksellti  her zamanki gibi;
_Neredesin sen kadın! Bu saate kadar bir kadın dışarda kalır mı hıı! Utanma yok mu sen de hiç!  Seni sokakta görenler, yüzüme tükürmez mi benim, tükürmez mi!
-Aman bey, ne diyorsun sen! Kötü bir yerden gelmiyoruz ya!
Yarbay hiç bir şey duyacak halde değildi. O  kızgınlıkla fırlayıp, mutfağa girdi. Kulaklarına gelen şangırtılarla, hepsi oldukları yerde donup kalmışlardı.Yine etrafı yıkıp döküyordu babaları. Sesler kesildikten biraz sonra dışarı çıkıp, odasına kapattı kendini.
Annesiyle, Lebibe, gözlerine inanamadılar mutfağa girdiklerinde. Bütün yemekler yerlerdeydi. Kuru fasulyeler taş zemine yayılmış, pilav tenceresinden sıçrayan pirinç taneleri duvarlara yapışmış, her taraf vıcık vıcık yağa bulanmıştı. Lebibe hiç vakit kaybetmeden kıyafetlerini çıkarıp, temizliğe girişti.  Annesinin başı tutmuş, Kerime ise, oyalamak için kardeşinin yanında kalmış, yardım edecek kimse olmayınca, iş başa düşmüştü. Ortalık öyle bir haldeydi ki, etrafa baktıkça içi bunalıyordu kızcağızın. Kollarını sıvayıp, eline bezi almış, olanca kuvvetiyle sildiği zemini, arsız yağ lekelerinden arındırmak için harcadığı çaba, kollarındaki gücü gitgide azaltırken, gözlerinde biriken yaşları serbest bırakmak istemiyordu. Gururluydu o, vara yoğa ağlamazdı. Hele babası da olsa, bir erkeğin çektirdikleri yüzünden asla! Başı her zaman dik kalacaktı, dimdik! Genç kız, geceyarılarına kadar uğraşarak, ertesi güne de sarkan çabalarla temizleyebildi mutfağı. Yorgunluktan bitap düşse de, tuttu sözünü ve gözyaşlarını gözlerine tutsak etti.
     Daha küçük yaşlardayken, iki kız kardeş, babaları sinirlenip de, evde kıyametler
ağlaşarak odaya kaçarlar, anneleri onlara gözyaşlarını göstermemek için gülümsemeye çalışır, bir şey olmamış gibi davranırdı. Kerime’yle, Lebibe birbirlerine sokulup bekleşirlerken, tüm erkeklerin babaları gibi asabi olduğuna hükmederlerdi. Kerime,
ablasına sorardı merakla;
_Abla, erkekler hep beybabam gibi midir?
_Elbet ya, babalar da, kocalar da  aynıdır. Kadınlara eziyet eder dururlar.
_Öyleyse ben hiç evlenmeyeceğim.
_Ben de. Annemle kalacağım, ona bakarım yaşlanınca.
_Ee, peki ya Tuğrul, o da erkek!
_Tuğrul başka, hem daha çocuk!
Etraf sakinleşince ortalığa çıkar, çikolata kutusunda sakladıkları kendi paylarını alıp, kardeşlerinin korktuğu düşüncesiyle, çoğu kez uykusundan uyandırarak, ona yedirdiklerinde, ancak biraz rahatlayıp, unutabilirlerdi olanları. Ama erkeklere duydukları
nefretleri devam ederdi içten içe. Onların hepsi birer canavar gibi görünürdü gözlerine.
Mürvet  ahbap sohbetlerinde,” Hiç bir bayramı, gözümün yaşını akıtmadan geçirmek
nasip olmadı.” diyerek, dert yanardı kocasından.
Adetti oralarda, bayram sabahlarında geç kahvaltı yapılır, öğle yemeği atlanarak, bayram ziyaretlerine başlanırdı.Yarbayın yemek saatleri ise, hiç şaşmazdı. Tam sofrayı kurarlardı ki zil çalınır, ya konu komşu, ya eş dosttan birisi çıka gelmez mi!  İşte Şeref’i küplere bindirecek bir olaydı bu. Suratını asar, kaşlarını çatar, bazan hiç konuşmazdı bile. Mürvet  bir şey belli etmemek için çırpınıp durur, yüreği ağzına gelip gelip giderdi. Misafirler yolcu edildikten sonra kopardı asıl kıyamet! Duymadıkları azar kalmazdı, sanki suç onlardaymış gibi. Kızlar kaçışırlar, kadıncağız tenha bir köşede gözyaşlarına boğulur, bayramları da, böylece zehir olurdu. Tüm bu olayları en az yaşayansa, küçük Tuğrul’du. Uykuda değilse, ya annesi, ya da, ablaları onu hemen alır, her şeyden uzaklaştırırlardı. O yaşından, çok daha ileriki yaşlarına kadar da, bu hep böyle devam edecek, ailede yaşanan tüm sıkıntılar ondan saklanmaya çalışılacak, bu da Tuğrul’un, en ufak sorun karşısında bile, tahammül gösterememesine yol açacaktı.  
     Yaşlandıkça, Şeref ‘in huysuzlukları, titizliği, eksileceğine daha da çoğalmıştı. Mürvet
bu yaşta hala, gittiği herhangi bir yerden, erkenden kızları bırakarak kalkıyor, koştura,
koştura eve dönüyordu  kocasını kızdırmamak için. Fakat sofrada bir tuzun olmayışı bile, yaşlı adamın hop oturup hop kalkmasına, evde olağan bağrış çağrışlara sebep  olabiliyordu. Küçücük bir tuzluğun bu kadar gürültü çıkarmasına, bir gören olsa inanamazdı muhakkak. Yarbayın asabiyeti sadece aile efradını değil, kimi kez komşuları  da hedef alıyor, karısını da zor durumda bırakıyordu.
Yarbay’ın huzur bulup rahat ettiği tek yer, evin altındaki, iç içe, dehlizi andıran odalardan oluşmuş  mahzende, kendine hazırladığı atölyeydi. Karısı, bir kısmını kiler olarak kullanıyordu bu mahzenin. Şeref ise, büyükçe bir bölmeyi kendine ayırıp, bu şekilde değerlendirmeyi düşünmüş, elinden geldiğince düzenleyerek, ampullerle ışıklandırmış, bütün alet edavatını, kendisinin yaptığı tahta raflara yerleştirmişti. Rusya’da  esir kaldığı senelerde öğrendiği tahta oymacılığıyla, masalar, sandalyeler, küçük tabureler yapardı, ara vermediği olurdu işine saatlerce. O tahtaları kesip, birbirlerine çivilerken, hep yaşadığı korkunç yıllar gelirdi aklına. Bunları düşünürken, küçük kızı Kerime’nin, ince ince sardığı tütünleri içerdi. Savrulan dumanlar, çektiği acıları da alırdı yanına. Buram buram süzülen dumanların arasında, tüm hatıraları gelir sıralanırlardı gözlerinin önünde;
Rus askerleri, geceyarılarına kadar içip sarhoş olur, sonra, esirlerin kapatıldığı yere gelerek, onlara ekmek atarlar, aç olan esirler ekmekleri  kapmaya çalışırken de, bu  manzarayla alay ederlerdi. Yaşadığı rezilliklere daha fazla dayanamayan Şeref hastalanınca, hastanede kalmıştı uzun süre. İyileştikten sonra gönderildiği Sibirya’da diğerleriyle beraber çalışarak oymacılık öğrendi.
Ruslar, esirleri bir duvarın önüne, yüzleri dönük bir şekilde sıralar, komutanları ona kadar sayıp, onuncu geleni kurşuna dizdirtirdi. Bu sayımlarda, bir kaç kez dokuzuncu, bir kaç
kez on birinci olan Şeref, o duvarın dibinde öylece durmak zorundayken, kendisini çok
aşağılanmış hissetmiş, ailesi gözünün önüne geldiğinde, büyük bir korkuya kapıldığı halde, hiç bir zaman duygularını onlara belli etmemiş, bu zevki hiçbirine  tattırmamak için yemin etmişti binlerce kez. Titremesini, kendini olabildiğince sıkarak engellemeye çalışması, o zamanlarda edindiği bir alışkanlıktı.
    Savaştayken bile, farklı insanlar birbirleriyle dostluk kurabiliyorlarmış. Sibirya’da, bir alman askerle tanışmıştı Şeref. Çat pat almanca bile öğrendi alman arkadaşından. Uzun süre planlar kurdular kaçmak için. Ya, buradan kurtulurlardı, ya da, vurulup giderlerdi. Bu halde, esir hayatı yaşamaktansa, daha iyiydi böylesi. Nihayet bir gece yarısı,  fırsatını yakalayıp, hızlı bir koşuyla, tel örgüleri geçmeyi başardılar. Şans eseri, nöbetçiler onları gözden kaçırmışlardı ama sadece gözcülerden kurtulmak yeterli değildi. Günlerce aç bilaç yürümek zorunda kalmalarının sonucunda, zaten dayanaksız olan bedenleri, iyice yorgun düştüğü  halde, pes etmemek için, ikisi de, var güçlerini harcıyor, birbirlerine destek olmaya uğraşıyorlardı. Birlikte çıktıkları bu uzun yolculuğun ardından, bir sabah
ayazında küçük bir kırgız köyüne vardıklarında, yarı yarıya  kurtulmuş saydılar  kendilerini ve köyde yaşamaya başladılar. Dikkat çekmemek için, üzerlerinde oralara has kıyafetlerle, camiide köylülerle beraber namaz kılıyor, halk dağılırken, en arkalarda kalarak, orada geçiriyorlardı geceyi.
Böyle bir müddet idare ettikten sonra ayrılmaya karar verdiler oradan. Köylülerden aldıkları atlarla, Kırgızistan üzerinden yola çıktılar. İki  kader arkadaşının, bu noktada kopuyordu çizgileri. O kendi memleketine doğru giderken, Şeref, Bakü’ye ulaştı.
Sakatlananlar, hastalar, ellerine belgeleri verilip, trenlerle Bakü’den ülkelerine  gönderiliyorlardı. Bir koltuk değneği bulan genç adam, bacağını da bir çaput parçasıyla bağlayarak, sakat taklidi yapmaya başladı. Bu haliyle, her gün istasyona koşuyor, akşamlara kadar trene binecek bir fırsat kolluyordu.Tülden kanatlarında, sarı talih
çiçeklerini taşıyan melekler, onca savaş maduru arasından Şeref’i seçmiş olmalıydılar ki,
bekleyişi fazla uzun sürmedi. Yine bir gün, adı okunan askerler sırayla trene binerlerken,
genç bir erin, bağırarak üç defa söylediği ismin sahibi çıkmayınca, Şeref şöyle bir kolaçan ederek etrafı, derhal fırladı yerinden. Çağırılanın kendisi olduğunu söyleyerek bindi trene ve evine döndü. Ondan sonraki hayatında da, bir daha sarı talih çiçekleriyle hiç karşılaşmadı.
Savaş hatıraları uzundu bu yorgun askerin ve hiç peşini bırakmıyorlardı;
    Cephede olduğu günlerden birinde, yıkık dökük bir çeşmeden su içerken, hemen ileride, şehit düşmüş bir askere takılmıştı gözü. Bu manzaralara o kadar alışmış, öylesine
kanıksamıştı ki, ilk zamanlarda olduğu gibi, günlerce etkisi altında kalmıyor, sıradan
şeylermiş gibi davranıyordu. Fakat bu sefer, askerin boynundaki bir şey çekti dikkatini. Yaklaşınca biraz, bunun el yazması küçük bir en’am olduğunu farketti. Belki anası, belki yavuklusu vermişti besbelli onu koruması için.  Şimdi, düşman eline geçmesine, gönlü razı olamazdı. Tam o sırada, tekrar ateş başlamış, ortalık toz duman içinde kalmıştı. Hemen askerin boynuna uzanıp, en’am’ın ipini hızla çekerek kopardı. Alıp, telaşla koynuna sokuştururken, kendini siperlerden
birinin ardına attı güç bela. Bir daha da, o en’am’ı hiç ayırmadı yanından. Savaştan
sonra da, yatağının başucunda asılı kaldı daima ve ona her baktığında, biçare askerin ruhuna bir fatiha okumayı  ihmal etmedi.
Onu en çok bunaltan, geceleri rüyalarına giren, her hatırladığında gözyaşlarını tutmayı
zoraki becerebildiği en kötü hatıra ise, dostunun, Nazif’in şehit düşmesine tanıklık etmesiydi. O anı asla unutamadı ömrü boyunca, tekrar tekrar yaşadı her saniyesini. Olay öylesine kazınmıştı ki beynine, zihninin duvarlarına yapışmış, dimağının kapılarına tutunmuş, akıl tavanında asılı kalmıştı. Her gözünün önüne geldiğinde sahneler, bir
kerpeten ortaya çıkıp, başlardı yüreğini ağır ağır sıkmaya. Sıkıştırmalar şiddetini
arttırırken, yüzü ıslanmaya, sararmaya başlardı. Kendini dışarı atmak isterdi o vakitlerde.
Temiz havaya kavuşur, onunla kucaklaşır, geçici bir ferahlama duygusuyla kendine
gelirdi.
Şeref  atölyesinde, talaş tozları, sunta kokuları arasındayken, yaşadıklarının beyninde dolaşan sesleri çınlar, elleriyle kulaklarını kapatır, her şeyin bitmesini, geçip gitmesini
bekler, bunun için yalvarırdı adeta. Şu asabiyetinden, geceleri uykusunu parçalayan karabasanlardan kurtulabilmek uğruna nelerden vazgeçerdi ama olmuyordu işte!
Her gün erkenden, daha güneş henüz doğmuşken kalkar, kahvaltısını yapıp dışarıya
çıkardı. Eli arkasında, başı önünde, ağır adımlarla yürür, yolda karşılaştığı herkes, saygılı bir tavırla, ” Uğurlar olsun yarbayım!” diyerek, selamlarlardı onu. Hepsinin selamını tek
tek alır, başını hafifçe eğerek karşılık verirdi. Çarşıya iner, her zaman uğradığı kıraathanede, köpüksüz, acı kahvesini içip, bir kaç emekli arkadaşıyla şundan bundan  konuşur, sohbet ederdi. Oradan hale geçer, eve lazım olan ne varsa küfelere doldurtur, o önde, hamal arkada Ardala’nın yokuşunu çıkarlardı. Öğle yemeğinden sonra indiği atelyede, çoğu kez geç saatlere kadar kalırdı. Akşamları bir kadeh rakısını içerdi mutlaka. Karısına, ” Hanım, beni senden başkası çekmezdi valla !” diyerek, gönlünü almaya çalışırdı biraz çakırkeyif olunca.
     Yine bir sabah, her zamanki yürüyüşlerinden birini yaparken, birden  “ Komutanım! ”
diye önüne fırlayan bir adam kesti yolunu. Bu tanımadığı, sakallarına kır düşmüş  adam, ellerine sarılıyor, ” Ben ettim sen etme, affet beni komutanım!”derken, bir yandan da, kesik kesik, ağlamaklı bir halde yalvarıyordu. Şeref, feri kaçmış gözleriyle, kendisine yaltaklanan bu adamı tanımaya uğraşıyordu hala. Hatırladı sonunda bu simayı, Mahmut’tu, İzmir’de kaybolan, öldü sandıkları asker Mahmut! Aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen, zorlukla da olsa tanımıştı onu. Mahmut yaşlı adamın ellerini bırakmamış, yalvarmaya devam ediyordu;
_Paraları ben aldım, affet beni komutanım!
Şeref, ilk başta adamın söylediklerinden pek bir şey anlayamamıştı. Ama bir an zihninin karanlıklarında gezinince, o gün, o evde, döşemenin altında buldukları paralar geldi  aklına. Demek ki, Mahmut o paraları almış, ardından da, kaçıp gitmişti. O bunları kafasında toparlamaya çalışırken, adam kolundan çekerek, onu zorla, yeni açtığı bakkaliyeye  sokmaya uğraşıyor, ”Komutanım, ne emrin varsa hemen söyle!  Bundan kelli, burası benim değil, senindir!” diyerek, köşede bulduğu bir sepete, eline ne geçerse dolduruyor, Şeref ‘e hediye etmeye hazırlanıyordu. Yarbay, nihayet kolunu kurtararak, bir hışımla çıkarken dükkandan, Mahmut’u da bir güzel haşladı;
_Rahat bırak beni be adam! Seni arlanmaz!
Mahmut hala, arkasından yüzsüzlükle bağırıyordu;
_Komutanım, bak bir emrin olursa beklerim.
Şeref ‘in içini, o günden sonra bir kurt kemirmeye başladı. Daha çok tütün içip, evde
oradan oraya dolanır oldu. Karısının,”Nen var bey?” sorularına, ” Bir şeyim yok! “
cevabını verse de, geceleri gözüne uykunun zerresi girmiyordu. Kendini yine mahzenine kapattı. Başından  geçen o eski olay, dimağında yeniden,  yepyeni haliyle canlanıyordu;
.............  
   Genç yüzbaşı, bölüğüyle İzmir’e ilk girdiğinde, şehir toz duman içindeydi. Türkler,  gördükleri manzara karşısında sevinçten ne yapacaklarını şaşırmış, onlara bir şeyler  yedirebilmek için çırpınıyor, telaşla, evleriyle sokak arasında gidip geliyorlardı. Kimi elinde bir bakraç ayranla, kimisi fırından çıkmış somunlarla, atların üzerindeki  askerleri
zoraki yere indirip, getirdiklerini kendi elleriyle ikram etmek istiyorlardı onlara.
Şeref, bu insanların sevinçleri  karşısında mutlu oluyor, ama aynı zamanda da, hüzne
bürünüyordu. Etrafına bakındığında,  kocaman bir karanlık, sokaklarda oradan oraya dolaşıyor gibi geldi ona. Her şey bu karanlığın arasında dönüyor gibiydi. Yakılıp, yıkılmaktan zar zor kurtulabilmiş evlerin kapıları ardına kadar dayalı, dükkanlar kepenkleri inik, o sabah açılamayan kilitleriyle, sessiz bekliyorlardı. Yüzbaşı düşüncelere dalmıştı. Aylardır doğru dürüst yemek yiyemeyen, yıkanamayan askerleri vardı aklında sadece. Hepsi de, nasıl insanüstü bir fedakarlıkla savunuyorlardı vatanlarını! Biraz olsun dinlenmek haklarıydı. Katıldığı onca savaştan öğrendiği bir şey de, hızlı düşünme ve karar verebilme yeteneğiydi yüzbaşının. Gözleri, tekrar kapıları ardına kadar dayalı evlere takıldı. Erlerinden birini yanına çağırarak, herkesin küçük gruplara ayrılıp, evlere dağılmasını söyledi. Kendisi de, yanındaki bir kaç adamıyla, önüne çıkan ilk kapıdan
içeri girdi. İki katlı, geniş, lüks mobilyalarla döşenmiş, gayet güzel bir yerdi burası. Genç adam yukarı kata çıktığında, artık daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Karşıda duran italyan stili, gri mavi ipek kadifeyle kaplı küçük kanepe, uyumak açısından pek ideal olmasa da, o anda yumuşacık bir yatak gibi göründü gözüne. İki adımda kanepeye yaklaşarak, kendini bırakıverdi. Bir kaç saniye sırtüstü yattıktan sonra yorgunluğunu daha da iyi farketmişti. Şu sızlayan ayaklarıyla, hala nasıl olup da yürüyebildiğine kendisi de şaşırdı. Çizmelerini güç bela doğrularak çıkarttığında, öylesine rahatlamıştı ki, kapattı gözlerini. Aşağıdan gelen  sesler, bir uğultu halinde kulaklarındaydı.
   Yerindeydi askerlerin keyfi. Tel dolapta buldukları yiyecekler, banyoda kovalarla su,
çekmecelerde yeni çamaşırlar. Kimileri, bir daha hiç acıkmayacakmış gibi yemek yiyiyor, kimisi, soğuk sularla alelusul yıkanıyor, bazıları da, temiz çamaşır giyiyor, aylardır değiştiremedikleri grileşmiş fanilalardan kurtulmaya çabalıyorlardı. Sokaktan yükselen, çok doğru söylenmese de, onlara güzel gelen marş seslerine katılıyor, bir müddet çıkarabildikleri olanca sesleriyle dışarıdakilerle birlikte söylüyor, derken yorulup tekrar evdeki işlerine dönüyorlardı.
Yüzbaşı bir sarsıntıyla uyandığında, hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı bile. Kaç  saattir burada olduğunu kestirmeye çalışırken, onu omuzundan çekiştirip, heyecanla
“Komutanım, komutanım!” diyerek  sarsan askerin yüzüne bakıyordu. Bir kaç saniyede
kendine gelerek sordu;
_Ne var asker, ne oldu?
_Aşağıya gel hele komutanım, göstereceğimiz vardır!
İkisi birlikte alt kata indiklerinde, askerlerin tamamı salonun ortasında toplanmış, gözlerini yerdeki döşemelere dikmiş, bakıp duruyorlardı şaşkın bir ifadeyle. Şeref de   
aynı yöne doğru bakınca, onlar gibi şaşırmaktan alamadı kendini. Muşamba döşemelere sıra sıra kağıt paralar dizilmiş, belli olmasın diye üzerleri halıyla örtülmüştü. İçlerinden
birinin ayağı halıya takılınca, paralar ortaya çıkmış, onlar da, derhal komutanlarına haber vermişlerdi. Yüzbaşı incelemesini bitirdiğinde, askerlerine şu açıklamayı yaptı;
_Evin sahipleri, bir gün geri dönme ümidiyle paraları buraya saklamışlar besbelli. Neyse,
burada çok oyalandık. Birazdan köylere doğru yola çıkacağız. Kalacak olan nöbetçileri
haberdar ederiz alırlar paraları. Sahibini bulurlarsa ne ala! Yok bulamazlarsa, devlete kalır. Hadi bakalım siz hazırlığınızı yapın.
Komutanlarının bu sözleri üzerine hepsi, yanlarına hiç olmazsa bir zaman idare edecek kadar erzak, çamaşır alıp, mataralarına temiz su doldurmak için yeniden dağıldılar eve. Aralarından sadece Mahmut, gördüklerini çıkaramıyordu bir türlü aklından. Ne çok paraydı! Neler yapılmazdı ki o kadar parayla! Anasını babasını rahat ettirir, davullu zurnalı bir düğün yapıp, yavuklusuyla evlenir, şehirde dükkan bile açabilirdi. Yoksa bu halde, ne uzayacak, ne de, kısalacaktı.  Fakir adamdı babası, ne faydası dokunabilirdi ki ona. Savaştan kurtulup dönse de, aynı yoksulluğa devam edecekti yine. Hatta bu yüzden, biraz da, gözü kara davranmış, her çatışmaya en önde koşmuştu ama bir şey olmamıştı, kısmeti buydu demek. Evet, paralar onun olmalıydı mutlaka! Bu fikir iyice aklına yatmıştı yatmasına ya, ne yapmalı, nasıl almalıydı! Bir anda hatırına, alt kattaki küçük tuvalet geldi. Kimsenin ilgisini çekmemişti orası, bir kez açıp da, bakmamışlardı bile. Hemen hazırladı planını, oraya gizlenip, herkesin gitmesini bekleyecekti.
Gerçekten de, bir yolunu bularak, kapıyı da iyice kapatıp, adeta, nefesini tutmuş bir halde beklemeye koyuldu. Komutanının, arkadaşlarının seslerini duyuyor, artık gitmek üzere
olduklarını az buçuk kestiriyordu. Bir müddet geçip de, gürültüler gelmez olduğunda, anladı artık gittiklerini. Yine de, emin olmak için bir süre daha bekledi. Sonra yavaşça kapıyı açıp, dışarı çıktı. Ortalıkta kimseler yoktu. Ev büyük bir sessizliğe gömülmüş, sokaklar yapayalnız kalmıştı. Hiç bir köşe bucakta ses seda yoktu, gitmişlerdi! O kargaşalı kalabalıkta hiç kimse, Mahmut’un yokluğunun farkına dahi varmadı. Çok sonraları farkettiklerinde ise, bir yerlerde ölmüş olabileceğini düşündüler. Hatta kimileri, şehitlik mertebesine eriştiği için ona imrendiler bile.
    Mahmut bir kaç gün, hiç dışarıya çıkmadan o evde yaşadı. Pişmanlık duyduğu anlar olmadı değil. Arkadaşlarını bulmak, onlarla savaşmak isteği geçti kalbinden zaman
zaman. Sonra bunu saçma buldu. Ölecekti, ölmese de, o kötü, o sefil yaşama dönecekti yine, yoklukla geçirecekti ömrünü. Ama istemiyordu bunu. Önüne çıkan fırsatı
kullanmak zorundaydı. Ortalık biraz durulunca, köyüne dönebilmek için bulduğu çare,  evdeki  bir silahla, kendini kolundan zararsızca vurmaktı. O haliyle, orada geçici olarak kurulan sağlık ocağına koştu. Yoktu önemli bir şey, kurşun sıyırıp geçmişti.
Ufak bir pansuman yaptırıp, doktordan da bir yaralı kağıdı aldığında, işin büyük kısmını
halletmişti artık. Geri kalanı kolaydı. Köyüne vardığında, anasıyla babası, oğullarının gazi olduğunu zannederek, pek bir gururlandılar.
Akıllı adamdı Mahmut. Getirdiği parayı hemen kullanmayıp, zamanla, yavaş yavaş, köyde araziler aldı. Evlenince de, kasabaya yerleşti. Savaşın bitişiyle, varlıklı biri olarak, yeni bir hayata başladı. Aradan geçen yıllarla beraber, işlerini iyice ilerletmiş, bir kaç ay önce de, bir bakkal dükkanı açarak, şehire taşınmıştı.
...........
Şeref  kestiremiyordu ne yapacağını bir türlü. Unutmalı mıydı bu olayı, yoksa ortaya mı çıkarmalıydı yeniden! O kadar uzun zaman geçmiş, köprülerin altından o kadar sular akmıştı ki, hiç bir şey bir şey farketmezdi bundan sonra. Herkes kendi çıkarının peşine düşmüş, onlar vatanları uğurunda çarpışırken, etraf savaş zenginlerine kalmıştı. Kendine yediremiyordu bu durumu, hazmedemiyordu  Mahmut tarafından kandırılmayı. Komutanı olmasına rağmen nasıl da atlamış, farkına varamamıştı olanların. O adi, alçak adamın suçuna ortak olmuştu. En çok ağırına giden de buydu zaten! Senelerce yerine getirdiği onurlu askerlik görevine, yurdunu düşman elinden temizlemek uğruna döktüğü tere, çabalarına yakıştıramıyordu. Zihnine üşüşen tüm bu düşünceler yiyip bitirmeye başladı yarbayı.
     Mürvet, Lebibe’nin açtığı sarı burmalardan koydu bir tabağa, yanına da demli bir bardak çay doldurup, aşağıya indi. Kocası çok severdi bu tatlıyı, yesin de kendine gelsindi hiç olmazsa bir parça!  Son günlerdeki durumunu hiç mi  hiç beğenmiyordu. Elindekileri  düşürmemek için, dikkatle indi merdivenleri. Şu dizlerindeki sancılar yok mu, zindan ediyordu hayatı ona. Hele bu günlerde, iyice azmışlardı. En son basamağa gelmişti ki, büyük, tahta masanın üzerinde bir karaltı farkedince, korkuyla irkilirken, karaltının, kocası olduğunu anlaması hiç de zor olmadı. Gözlerini loş ışığa alıştırıp, daha dikkatle baktığında, masanın üstüne çıkmış olan yarbayın, elindeki kalın halatı tavana çakılı demir halkalardan birine geçirmeye çalıştığını gördü. Derhal olan biteni anladı Mürvet!  Kendini öldürmeye yeltenmişti  kocası. Tepsiyi yere fırlatmasıyla çıkan gürültünün, taş duvarlarda çınlaması bile,   yaşlı adamı kımıldatamadı yerinden, öylesine kendinden geçmişti. Kadıncağız canhıraş bir vaziyette  koşup, kocasının bacaklarına sarılırken, tüyler ürperten bir çığlık atmıştı. Dengesi bozulan yarbayla  beraber  yuvarlandılar yere. Daha sonra, günlerce morluğu geçmeyecek olan kalçasını  ovuştururken, bağırıyordu  bir yandan da kocasına;
_N’apıyorsun bey, çıldırdın mı sen!
Adam hiç bir cevap vermedi, tek kelime dökülmedi dudaklarından. Yere kapaklanmış
öylece yatarken, hıçkırıkları, başkaca çıt çıkmayan mahzeni dolduruyordu.
Neyse ki, çocukların üçü de dışarıdaydılar da tanık olmadılar yaşananlara. Mürvet,  kocasını yerden kaldırıp, bin güçlükle eve taşıyarak yatağına yatırdı ve bir müddet de,  çıkarmadı o yataktan. Çocuklara, hasta olduğunu söyledi babalarının. Öyle rahattılar ki onlar, evde bağırıp çağıran biri olmadan, tadını çıkardılar hayatın bir süreliğine de olsa!
Çekinmeden eğlendiler doyasıya, katıla katıla gülmenin, bol bol vardılar tadına.
     Mürvet, kimseye belli etmemeye çalışıyor ama içi içini yiyiyordu. Bir türlü aklı ermiyordu kocasının yaptığına. Nasıl düşmüştü bu hallere, o dirayetli asker! Ya, allah muhafaza, kendini öldürseydi!  Tüm şehire rezil oldukları yetmezmiş gibi, öte tarafını da mahvedecekti akılsız adam! Ah, ne demeliydi şu olanlara!  Çilesi henüz sona ermemişti demek! Her zamankinden daha sık, kuzineli odaya çekilmeye başladı o günlerde kadıncağız.
Şeref, yatağında utancıyla sarmaş dolaş, karısı, kuzineli  odanın ıssızında, üç kardeş ise,  umursamaz bir neşenin girdabındaydılar! Ne, babalarının asabiyeti, ne annelerinin
hassasiyeti yoktu yanlarında! Evdeki herkes, kendi, kat kat kabuklarını aralayabilmenin telaşındaydılar o vakitlerde!
Kuzineli odanın suskun çığlıkları, yaralarını sardı Mürvet’in, umduğundan da kısa zaman  içinde. Yaşanmıştı ve geçip gitmişti her şey. O, kocasının hayatını kurtarmış, vazifesini tamamlamıştı, az şey miydi yaptığı! Büyük bir parça sünger çekilmeliydi artık olanların üzerine ki,  hepsi kapanıp gitsinler, yüksek yüksek tepelerin ardında kalsınlar sonsuza dek. Yarbay ayağa kalktıktan sonra, karısıyla aralarında o konu bir daha hiç açılmadı. Yaşam, aynı düzenle devam etmeye başladı kaldığı yerden.
    Lebibe’nin yemek dışındaki en büyük zevki, mutfak dışında en sevdiği yer, evin
küçük bahçesiydi. Fırsat bulduğu her an oraya koşar, ağaçların arasında dolaşır, çeşit
çeşit çiçek fideleri dikerdi. Onların dilinden de, çok iyi anlardı doğrucası. Bazan da
eline bir kitap alarak, babasının yaptığı tahta sandalyelerden birine oturur, sessizlik
eşliğinde, kendi içine çekilerek geçirdiği ender vakitlerde, her şeyden, herkesten uzaklaşır, ruhunu dinlemeye, anlamaya adardı kendini. Dinlenme süresince, başka anlarda hiç tatmadığı kadar sade bir dinginlik hissederdi hoşuna giden. İsteyeni
çoktu genç kızın. Babası, görücü gelenlerin ellerine, bir metre uzunluğunda, enlice bir kağıda yazılmış listeyi tutşturduğunda, damat namzetleri ilk anda ne olup bittiğini kavrayamaz, zaten, yarbay Şeref’in karşısında durmaktan titreyen bacaklarına,
tutulan dilleri de eklenirdi. Lebibe için yapılan bu liste, iki takım beşi bir yerde ile  başlıyor, on tane burma bilezik, altın bir kemer gibi, epey yüklü bir takı faslıyla devam ettikten sonra, bir kaç dönüm arazi ve meyva bağlarına doğru uzayan, hayli pahalı isteklere dek yol alıyordu. Üstelik, bu listeyi okumak da, öyle her babayiğidin harcı değildi! Şeref, inci gibi muntazam el yazısıyla, eski türkçe olarak yazmıştı çünkü. Vay mı ki, damat ya da, babası, eski yazı bilmediklerine dair bir laf etsinler! Yaşlı adam hiddetlenir, kükremeyi andıran bir sesle, oradakilerin yüreklerini hoplatırdı;
_Belleyeydin efendi, beni alakadar etmez!
Çocuklarına da öğretmeyi çok arzu etmiş, bunun için elinden geleni yapmış ama gel gör   ki, muvaffak olamamıştı. Aklına geldiğinde içini sızlatan en büyük ukdelerden birisiydi bu durum.” Mum dibine ışığını vermezmiş ! ” diyerek hayıflanırdı her seferinde. Kerime de, daha sonraki yıllarda, babasıyla aynı pişmanlığı yaşayacak,
“ Beybabam çok ısrar ettiydi eski yazı öğretmek için ya, oralı olmamıştık. Keşke, dinleseymişim onu.” diyecekti.
     Yarbayın, bu bir metrelik listesi, epeyce meşhur oldu zamanla Tokat’da. Hatta, bu olay kulaklarına çalınan bazı babalar,” Yarbayın kızı kız da, bizimki değil mi ! ”
düşüncesiyle, kendi listelerini bile hazırlamaya başlamışlardı. Böylelikle, şehirde yaman
bir listeler savaşı başladı kısa bir süreliğine. Hangi kızın listesi daha kabarıksa, o en değerli oluyor, bununla övünüyordu. Tabii ki, olanlar, evlenme çağındaki delikanlılara olmuştu! Ne yapıp ne edeceklerini kara kara düşünen zavallılar, sevdiklerine kavuşmanın imkansızlığıyla, eriyip aktılar. Oğlan anaları, o kızlara beddualar yağdırdı. Biçare evlatlarının benizleri sazlara dönmüştü! Allahtan ki, bu vaziyet fazlaca uzun sürmedi. Kızlar evlenemeyince, babalar vazgeçtiler isteklerinden. Kararlı olan bir tek yarbay Şeref’di. Adamcağızın neden böyle davrandığını bilmezdi kimseler. Sormaya cesaret
edemezler, o da, hiç birine açıklama yapmak lüzumunu duymazdı. Evlenmeyi hiç mi
hiç istemeyen Lebibe’nin de işine gelirdi babasının bu tutumu. Onun gözünde, evlilik bir cehennem, erkekler ise, o cehennemin acımasız zebanileriydi!
Aklının kıyı köşesinden bu fikri tek geçirten kişi, annesinin kuzeninin oğlu, Salih olmuştu ömrü hayatında. İki kuzen, aralarında mesafeler de olsa, uzun zaman görüşemeseler de, hep yadetmişlerdi geçirdikleri güzel günleri. Kırk yılda bir, eşden dosttan, ya da, ortak akrabalarından aldıkları, birbirleriyle ilgili haberler, yüreklerini ısıtırken, hasretlerini de, günden güne çoğaltmıştı.
    Saliha’nın, kendisinden  bir kaç yıl sonra,  hayli yaşlı bir adamla evlendiğini duyan Mürvet, pek üzülmüştü. O dünyalar güzeli Saliha’sı böyle bir evlilik yapmamalıydı lakin kader işte, kime ne yazar, kime ne çizer belli olmazdı hiç!
Hacı Reşit, eşin dostun oyununa gelmişti bir nevi. Kıramayacağı bir kaç ahbabı, kendisini ziyarete geldikleri bir akşamüstü, laf lafı açarken, şöyle bir konuşma geçmişti aralarında;
_Reşit bey, senden bir ricamız olsa, yerine getirir miydin?
Hacı Reşit, nargilesinden keyifli bir nefes çekip, bahçenin ilerlerine doğru üfledikten  sonra cevapladı bu soruyu ;
_Elbet, elbet, rica ne demek,emriniz olur! Söyleyin hele!
_Yok yok, önce bir söz ver bakalım yapacağına.
_Allah, allah, yahu peki dedim ya!
_Yahu ağam, bir söz ver hele.
_Fesupanallah, sözümden döndüğüm vaki değildir ağalar, şüpheniz olmaya!
_Estağfurullah ağam.
_ O vakit, deyin bakalım ağzınızdaki baklayı!
_Senin kızı, Emrullah beye isteriz. Pek efendiden bir zattır kendisi.
Bunu duyunca, Hacı Reşit’in başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Emrullah denen adamı tanırdı uzaktan, neredeyse, kendi yaşındaydı lakin tükürdüğünü yalamak yakışmazdı ona.
Misafirler cevap bekliyor, sabırsız sabırsız kımıldanıyorlardı oturdukları koltuklarda. İçlerinden biri sordu tekrar;
_Ee, ne dersin Reşit bey?
_Ne diyeceğim, söz ağızdan bir kere çıkar!
_Eh, uğurlu kademli ola ağam!
Hacı Reşit  nasıl söyleyecekti  kızına bunu! Ne etmişti de, anlayıp dinlemeden böyle bir söz vermişt! Nasıl düşmüştü bu hataya, anlam veremiyordu bir türlü. Misafirler gidince,
bir müddet daha oturdu tek başına ama böyle beklemekle bir şey değişecek değildi.
Verilmiş bir söz vardı ortada ve bu ne pahasına olursa olsun tutulacaktı! Eğer, Saliha da
onun kızıysa, dediğinden çıkmaz, yapardı itiraz etmeden. Kişiliğinin, bu en hassas noktası, canı kadar sevdiği, en kıymetlisini, kızını, Saliha’sını bile gözden çıkartabilecek katı bir kararlılık düzeyindeydi. Karşı karşıya konuşmayı değil de, araya dadıyı koyarak, halletmeyi doğru buldu bu işi kendince.
     Saliha, meseleyi öğrendiğinde, bir iki mırın kırın etti, bir iki sızlandı ama hepsi bu kadarla kaldı. Herkesle beraber babası da şaşırdı kızının haline. Günlerce ağlayacağını, kendini odalara kapayıp isyan edeceğini beklerken, hiç de, oralı olmamıştı genç kız. Saliha kaderci bir kızdı. İnancı tamdı alın yazısına. Hayırlısını dilemekten başkacası gelmezdi elden. Sevdaya da düşmemişti hiç, yoktu bir sevdiği. Bunlar da sebepti elbet,
ama içini en ferah tutan, haminnesinin, eski vakitlerin birinde söyledikleriydi;
_Yaşlı adama varacan, onlar pek bilirler karı kıymeti !
Emrullah  haberi aldığına, yere göğe sığamaz olmuş, inanamamıştı bir müddet. Demek ki, o güzeller güzeli, nazlı sultan ona nasipmiş! Bu ne büyük lütuftu! Utanmasa, gidip  sarılacaktı Hacı Reşit’in ellerine.
Adamcağızın aklından bile geçmeyen bu düşünceyi  kafasına, Hacı Reşit’le ortak  ahbapları soknuştu bir kaç hafta evvel. Karısını kaybedince, tek başına kalmasına üzülmüşler, evlendirmeye karar vermişlerdi onu. ” Kim varır bana bu halimle! ” demişti
Emrullah. Diğerleri  karşı çıkmış, onu çok şaşırtan bir teklifte bulunmuşlardı.
_Gel, sana Hacı Reşit’in kızını alalım!
Hacı Reşit’in kızı, hani şu dillerdeki  güzel kız!  Olacak iş miydi bu!  Gönül mü
eğliyorlardı bu adamlar onunla!
_Gidin ağalar işinize!  Ağzınızdan çıkan lafı kulağınız işitiyor mu sizin!
İçlerinden biri hemen cevap yetiştirdi adama;
_Olmayacak şey değil  Emrullah bey.
_Yok yok, mümkünü yoktur bunun.
_Sen ister misin, ondan haber ver! Gerisi konur hal yoluna!
_Kim istemez ya, kız çok küçükmüş, hem güzel, varmaz bana!
_Yahu neyin var senin, efendiden adamsın! Oldu belle bu işi, sen!
Emrullah bir şey demedi ya, hiç yoktu ümidi. Kendini reddedilmeye çoktan hazırlamıştı. Aracılar gelip de, olumlu cevap aldıklarını söyleyince, kulakları uğuldadı önce. Hayalde sandı kendini ama gerçekti olanlar. Artık kendini tamamıyla karısını mesut etmeye vakfedecek, sadece onun uğurunda yaşayacaktı.
    Eski kadınların hepsi, birer bilgeydiler! Saliha’nın haminnesinin dedikleri de, çıktı tek tek! Emrullah bir melekti adeta, tek bir gün dahi, karısını incitmedi. Mesut hayatları,  ardarda gelen dört erkek çocukla, daha da, güzelleşti yıllar geçerken. Adamcağız, genç karısının kendisine uğur getirdiğine inanmıştı. Hem, bu yaştan sonra evlat  sahibi olmasını, hem de, mebusluk mevkiine kadar yükselmesini bu uğura bağlıyor, bir dediğini ikiletmiyordu Salihanın.
Saliha’nın genç kızlığındaki şatafatlı yaşantısı, evliliğiyle beraber değişmediği gibi, artmıştı aksine. Kocasının onun için alıp, kocaman bahçesine, çok sevdiği kiraz ağaçlarını
elleriyle diktiği, saray yavrusu konağa taşındıklarında, tam üç tane, sırf kendisine hizmet
eden odalık, yedi kişilik de, ev işlerine bakan kadın vardı yanında. Ömrü boyunca, tek bir gün, ocak başına geçip çorba kaynatmamış, suyunu bile kendi almamıştı. Oğulları,
küçüklüklerinden beri babalarından öğrendikleri üzerine, annelerine büyük bir saygı gösterir, o sofraya oturmadan yemeğe başlamaz, masadan kalktığında, onlar da  kalkarlardı hep beraber. Böyle bir ortamda yaşadı genç kadın yıllarca ama uzaktaki
arkadaşının özlemi hep onunlaydı. Mürvet’le dertleşmeyi, birlikte, yine eskisi gibi gülmeyi bekleyip durdu. Onun bir kızı olduğunu öğrendiğinde, hayallerinde, kuzeniyle, dünür olma sevdasını yaşatmaya başladı. Belki, bu durum çoğu insan için gülünçtü bir hayli!  İki küçük çocuk vardı ortada sadece!  Fakat Saliha, yıllarca, bu isteği içinde sakladı hiç kimseye bahsetmeden. Geçip giden senelerle birlikte, çocuklar büyüdüler, oğullarının hepsi evlendi. Ne yazık ki, ortanca oğlunun karısı doğumda ölmüştü. Bir bebekle başbaşa kalınca genç adam, annesinin, çok eskiden beri kurduğu hayallerin gerçeğe dönüşme ihtimali tekrar belirdi.
     Birbirini kovalayan çok uzun yılların ardından, Saliha, oğluyla beraber, Tokat’a kısa bir ziyaret yapmaya karar verdiğinde, genç kızlıklarından beri ilk defa yüz yüze gelmiş oldular iki kuzen. Neler yaşamış, ne olaylarla karşılaşmışlardı bunca zamandır! Birbirlerine anlatacak öyle çok şey birikmişti ki! Önce, sıkı sıkı sarıldılar hasretle bir müddet, sonra bütün gün, gecelere uzanan dertleşmelere daldılar. Saliha bir yandan da, Lebibe’yi süzüyordu her daim. Girip çıkmasını, oturuş kalkışını, konuşmasını teker teker mercek altına aldı. Beğenmişti genç kızı, ciddi, terbiyeli, üstelik pek de, becerikliydi. Koca evi tek başına çekip çeviriyor, her işi hallediyordu. Geldiklerinden beri, bir kez bile mutfağa girmemişti annesi. Onun, tam oğluna göre bir kız olduğuna  karar verdi nihayetinde.
Lebibe ilk anda hoşlandı Salih’den. Diğer erkeklere benzemiyordu hiç!  Öyle kibar, saygılı, efendi biriydi ki, sadece bir iki kelime konuşmalarına rağmen, genç kız, tüm bunları anlamıştı. Saliha niyetini söylemek için çok beklemedi. Sıcağı sıcağına, konuşulmalıydı her şey. Kuzeniyle başbaşa kaldıklarında açtı konuyu;
_Mürvet, ben düşündüm de, senin Lebibe maaşallah pek hanım bir kızcağız, çok iyi
terbiye vermişsin ona. Gelin alsam kendime, Salih’ime veriversen!  Dünür oluruz, ne dersin?
Mürvet şaşırmıştı birdenbire, ne diyeceğini bilemedi. Vermek istemez miydi kızını öyle
bir aileye ama babasınındı karar.
“Saliha’m,” dedi, kuzeninin ellerinden tutarak, ” sana vermeyip de, kime veririm! Lakin
Şeref beyle konuşmam lazım gelir.”
_Elbet kardeşim, konuşun aranızda, haber edersiniz bize. Hayırlısı olur inşallah!
_İnşallah Saliha’cığım.
    Misafirlerin ardından, Lebibe’nin istendiği evde kulaktan kulağa yayıldı. Kerime, banyo sonrası,  ablası saçlarını tararken, kıkırdayarak sordu bir gün;
_Abla, Salih abimle evlenecek misin?
Lebibe, kardeşinin, havlunun arasındaki saçlarını hafifçe çekiştirerek, çıkıştı;
_Sus bakayım, karışma sen.
_Ya niyeymiş, hani evlenmeyecektin hiç !
_Evlenmeden kurtulunur mu bu evden !
Olayın duyulmasıyla, Şeref  küplere binmişti adeta!  Burnundan soluyor, evde ne varsa, kırıp döküyordu.  Hepsi, yaklaşmakta olan, büyük bir fırtınanın, sıkıntılı nefesini hissediyorlardı her zerrelerinde, bu da onları gittikçe daha da huzursuz bir boşluğun içine sürüklemekteydi. Sadece, yarbay dışarıya çıktığı zamanlarda, Ardala sokağındaki güzel ev, neşeli bir hale bürünürdü. O ender anlarda, kızların, her şeye rağmen, şeker pembesi ümitlerle yüklü  kahkahaları, küçük oğlanın yaptığı yaramazlıkların, afacan akisleri, Mürvet’in, çocuklarının, kısacık mutluluğuyla, avunan hassas yürek atışlarıyla birleşiyor, yüksek tavanlara kadar ulaşıyor, taşlıktaki mermer çeşmenin sularıyla beraber, akıp gidiyordu. Üst kattaki küçük odaya toplanıyorlardı anneleriyle. Yemişlerini yerken,
onun anlattığı hikayeleri dinliyor, bazan şaşırıp meraklanıyor, bazan heyecanlanıyor, nasıl geçtiğini anlamıyorlardı vaktin. Sonra, kilitle buluşan anahtarın sesiyle, bütün neşeli geçen anlar bitiyor, ortalık, sus pus bir sessizlikle baş başa kalıyordu.
“ Olmaz bu iş !” diye kükredi bir gün  yarbay;
_ Söyle o Saliha’ya, benim asabımı bozmasın! Şimdi mi aklına gelmiş kızımı istemek. Oğlu dul kaldı, çocuğuna ana arıyor tabii, yok öyle yağma ! Alimallah, gider, onun da,
kocasının da, rezillerini çıkarırım.
Mürvet’in eli ayağına dolaşmıştı yine. Yarbayın, delirdiği vakit her şeyi, hiç gözünü kırpmadan yapacağını çok iyi bildiğinden, adamı sakinleştirinceye kadar akla karayı seçti. Şeref, her sabah, daha da asabi bir halde kalkıyor yataktan, bütün gün  hepsine kan kusturuyordu adeta! Kadıncağız, biraz sakince görse kocasını, hemen yanına oturuyor, onu ikna edebilmek için dil döküyor, ama çabaları hiç mi hiç işe yaramıyordu. En nihayet vazgeçti, çünkü  farkındaydı ki, kocası bir kere  “Hayır ! ”  derse, ondan dönmesinin mümkünü olmaz. Yine de, her şeye rağmen bir umut diye denemek istemiş ama yapamamıştı. Üzüldü, çok ağladı kendi başına kaldığında fakat yoktu hiç bir çare. Yarbay
o kızgınlıkla, şu densiz kadına, bir de mektup döşendi ki, yenir yutulur cinsten değil! Bu davranış Saliha’yı çok kırsa da,  kuzenine hiç küsmedi. Hiç günahı olmadığından emindi Mürvetin. Onu yine eskisi gibi sevdi her zaman.
     Tüm bu yaşanan olaylar esnasında, Lebibe’nin yüzü bir maske kadar ifadesizdi. Sanki, kendisiyle ilgili önemli bir karar verilmemiş gibi devam etmekteydi günlük yaşayışına. Ne, gözlerinde, elemli sisler görmek, ne sesinde, gizli bir şikayet duymak mümkün değildi. Babasının düşüncesiyle hemfikir mi, yoksa gönlü Salih’den yana mı, anlayamazdı kimseler. Her şeyi kabul etmiş bir görüntüde, o halin, üzerine, kalıcı bir koku olarak sinen rahatlığı içindeydi.
Akşamın çökmekte olduğu karanlık bir saat, eline aldığı su dolu cezveyle, kuzineli odaya gidip, kapısını kapattı ardından usulca. Küçük ıtır saksısını suladıktan sonra, ayaklarını altında toplayarak yerleşti sedire. Bakışları, kiraz ağacından yapılmış sandığın üzerinde takılı, bir müddet oturdu orada hiç kıpırtısız. Gözlerinden akan iki damla yaşı elinin tersiyle acımasızca sildi. Zavallılığını gösteremezdi yalnız odalara bile! Ne, cesur ıtıra, ne antika halılara, ne de, o bakır mangala gösteremezdi! Ayağa fırladı derhal, omuzlarını geriye atıp, dikleştirdiği başıyla çıktı dışarı. Akşam yemeği için hazırlık yapmalıydı.
O mektuptan sonra, tekrar çok uzun seneler girdi aralarına. Bir daha görüştüklerinde, artık ikisi de, yaşlı birer kadın olmuşlardı. Saliha, Lebibe’yi her gördükçe, ”Ah Lebibe’m, gelinim olacaktın sen benim lakin o baban yok mu, mahvetti her şeyi ! ” derdi  hayıflanarak.
    Tatilin yaklaşmasıyla, içi içine sığamayan Kerime’nin dersleri mükemmeldi. Müsamere takımına seçilmişti, ront yapacaklardı arkadaşlarıyla beraber sene sonu gösterisinde. Çok heyecanlıydı. Her gün evde dansını çalışıyor, elbisesini yetiştirsin diye ablasının başının etini yiyiyordu. Lebibe o gece geç saatlere kadar oturup,tamamladı elbiseyi. Beyaz ketenden, karpuz kollu, uzun pile etekli ront elbisesi pek yakışmıştı Kerime’ye. Sabah  uyanıp da, bitmiş halde görünce dayanamamış üzerine geçirivermişti hemen. Gün boyu, annesinin,”Kirlenir kızım, çıkart şunu.” şeklindeki ikazlarına hiç aldırış etmeden dolaşmıştı etrafta. Ertesi gün müsamere vardı. Mürvet, aksilik bu ya nezleye tutulmuştu gece, yataktan kalkacak hali yoktu. Lebibe öğlene doğru hazırlandı.
Tuğrul’a da yeni diktiği bahriyeli kıyafetini giydirerek, beraberinde götürdü okula. Sabahtan beri provalarda ter döken Kerime’nin öğretmenleri, son provayı pek beğenerek,
Onlara, dinlenmeleri için müsaade ettiğinde, arkadaşı Hüsniye’yle beraber duvarın üstüne
oturdular az soluklanmak üzere. Kerime arkadaşına doğru eğilip şöyle dedi;
_Az da, dudak boyası olaydı!
_Gel, krapon kağıtlarıyla boyayalım!
_Olur mu öyle?
_Olur olur, gel.
Arkadaşını kolundan çekip yürüttü. Sınıfların, günler öncesinden süslendği, kırmızı
krapon kağıtlarından bir parça koparıp, koşup girdiler tuvalete. Tükrükle hafifçe
ıslattıkları  kağıdı, sırayla, dudaklarına, yanaklarına, bastıra bastıra sürüştürdükten sonra, aynada, merak içinde kendilerini seyre koyuldular. Maharet krapon kağıdında mıydı,
yoksa bastırmadan ötürü mü, yüzlerine bir kırmızılık yayılmıştı bilinmez ama sonuçtan memnun çıktılar dışarı tekrar.
Müsamere çok güzel geçmiş, çocuklar rontlarını başarıyla oynamışlardı. Kerime, yeni
elbisesi üstünde, yüksek notlarla dolu karnesi elinde, ablasıyla, kardeşinin yanısıra
yürüyordu evine. Akşam, babası rakı sofrasında karne elinde oturmuş, yüksek sesle hem
notları okuyor, hem rakısından büyük bir yudum alıyordu. Bir not, bir rakı, keyfini yerine
getirmiş, neşelendirmişti yarbayı. ” Ha,! ” dedi, ” unuttum size söylemeyi, Sıdıka geliyormuş.”  Hepsi de sevinmişlerdi bu habere. Çocuklar çok severlerdi halalarını, hem hava değişirdi biraz evde. Farklı bir ses başkalaştırırdı her şeyi! Üstelik,  mucizelerini de getirirdi kendisiyle birlikte her seferinde hala hanım! Sivas’da yaşayan Sıdıka, sık sık gelir, uzun zaman kalırdı ağabeyinin evinde. Kocası ölmüştü. Bir oğlu vardı ya,  hayırsızın teki! Annesiyle hiç ilgilenmez, arayıp sormazdı. Dayısı her defasında uğraşır, yerini bulur, annesi için nafakaka bağlatırdı mahkemeden. Fakat genç adam ne yapıp eder, bir iki ay sonra tekrar kaybettirirdi izini. Bunun üzerine yarbay, yine aynı işlemlere başlar, bu kısır döngü böyle senelerce sürüp dururken, kadıncağızın içini, çokca belli etmediği bir sızlayışla kavururdu. Oğlundan pek de bahsetmeyen Sıdıka, onun yerine yeğenlerini koymuş, onlara bağlanmıştı.Yavrusuna karşı duyduğu o büyük hasreti, ölüm döşeğinde en acıklı haliyle ortaya çıkacak, sürekli evladının adını  sayıklayan bu talihsiz ana, ancak yatağına bırakılan oğlunun fotoğrafına baktıktan sonra yumacak gözlerini ve bu trajik ölüm uzun zaman hafızalarda yer bulacaktı.
Sıdıka daha çok küçükken, sağ elinin orta parmağı kırılmış, bir türlü iyileşemeyince de, kemiğinin bir bölümü düşmüştü. Götürmedikleri üfürükçü, kırık çıkıkcı kalmadı ama
kimseler derdine derman olamıyordu çocukcağızın. Elinin sancısından sızım sızım
sızlanıyordu günlerdir. Annesinin ova ova sürdüğü merhemler de fayda etmemişti hiç.
Hatice’nin üzüntüden yüzü çökmüş, rengi kaçmıştı. Biricik kızı ya iyileşemezse, ya
eli çolak kalırsa! Bunu düşündükçe, sıkıntısı daha da artıyordu. En nihayetinde, bir
yerlerden bir hocanın adını tavsiye ettiler onlara. Söylenenlere göre, hemencecik iyi ediyordu hastalarını. Denize düşen yılana sarılır misali, hocanın yanında aldılar soluğu hiç vakit kaybetmeden. Hoca efendi nur yüzlü bir ihtiyardı. Küçük kız onu görünce, gönlü aydınlandı bir anda, duyduğu tüm endişeler, korkular, silinip gitti. Yaşlı adamın üzerinde, uzun beyaz, gecelik entarisini andıran bir elbise, başında, dantel bir takke vardı. Konuşmaya başladığında, Saliha iyi olacağına inandı, her yanını sardı o rahatlık. Hoca efendi yumuşak sesiyle yanına çağırarak onu, elini avuçları arasına alıp, uzun uzun sıktı, öyle sıcaktı ki elleri.
Sonra, kızın elbisesinin kollarını biraz sıvayarak, elini dirseğine kadar ufalamaya başladı
ve gözlerinin içine bakarak bir şeyler mırıldandı;
_Kızım, hiç korkma, şifa bulacak parmağın evvelallah! Lakin sende öyle bir şey vardır ki, bu halin boşa olmamıştır. Rabbim ulaştırmıştır seni bana! El veriyorum sana şimdi! Bundan kelli, üvelediğim bu elin hazinendir senin! Hayırla beraber, şerden ayrı olasın!
Kızcağız, adamın sözlerinden hiç bir şey anlamamıştı o sırada. Bildiği tek şey, iyi olacağıydı artık. Sahiden de, eve döndüklerinden bir kaç gün sonra, Sıdıka’nın eli düzeldi ve hocanın söyledikleri de, o genç zihninden uçup gitti. Yıllar geçip, yaşı ilerledikce, elinde, kollarına yayılan uyuşmalar baş gösterdiğinde, ta eskilerde kalan o sözler düştü aklına. Zamanla, kendiliğinden oluşan bir hal gelmişti kadıncağızın üstüne. Namazını kılıp bitirince, niyetleniyor,  sol kolunu, sağ eliyle karışlıyordu. Eğer niyeti olacaksa, karışları elini geçer, yok olmayacaksa, yetişmezdi. Gerçekten de, her seferinde doğru çıkardı bu yaptığı. Civarda duyulmaya başlayınca mahareti, konu komşudan, daha uzaklara kadar çeşitlenen bir ziyaretçi sağanağına tutulmuştu evi. O da, o yaşlı hocanın dediği gibi, hayırlı işlere vesile olmaya dikkat ederek, insanlara yardım etmeye çalışıyordu. Tokat’dayken de, durumu bilen  yakın ahbaplardan bir kaç misafir gelir,
 ” Hanım teyze, şu kolunu bir karışlayıver hele! ” diyerek, pır pır atan dilekleriyle, yanına otururlardı. Neyse ki, fazlaca değildi sayıları. Meraklıların çoğu, yarbaydan çekindiklerinden gelmeye cesaret edemez, böylelikle de, daha salim olurdu başı Sıdıka’nın. Bir güzel dinlenirdi fırsattan istifade.
Tuğrul’un, babası gibi subay olmasını çok istiyordu Mürvet. Oğlunu, askeri elbiseler içinde göreceği günleri iple çekiyor, düşlerinde bu görüntüler geziniyordu. Yarbayın arzusu da aynı yöndeydi pek dillendirmese de. Gelini, Sıdıka’ya baktırmıştı niyetini. Kadın kolunu karışlamaya başlamış ama eli kısa gelmişti. Ne kadar uğraştıysa da, nafile olmuyordu.
”Yok yenge, bu çocuğa askerlikte ekmek yok!” dediyse de en nihayetinde, yine de, Mürvet vazgeçmedi bu isteğinden.
    Halanın misafirliğinin ilk saatleri, pek hareketli bir güne denk gelmişti evde. Şeref, kendi eliyle, bahçenin bir köşesine yaptığı  küçük  kümese, pazardan üç beş tavuk almıştı. Çok titizlenirdi onlara. Sabah erkenden yemlerini vermeden içi rahat etmezdi. Ama iki,
üç gündür bir huzursuzluk vardı tavuklarda. Akşama doğru kontrole gittiğinde, tüylerinin yer yer döküldüğünü görünce, tüm cinleri toplandı tepesine. Bir kaç tavuğa bile
bakamamışlardı üç kadın!  Sıdıka  henüz gelmiş, yeni yeni soluklanıyor, çocuklar  çevresinde konuşup duruyorlardı. Birden bağırış çağırışla zıpladılar yerlerinden.  Ağabeyinin çın çın çınlayan sesini duyan Sıdıka, ” Neler oluyor yenge? ” diye sorarken, Mürvet, telaşla salon kapısına seğirtmiş, çocuklar ise, sus pus olmuşlardı her zamanki gibi.Yarbay merdivenlerden hışımla çıkarken elinde ikişer tavukla, bir yandan da, bas bas bağırıyordu ;
_İki tavuğa gözkulak olamadınız be! Beceriksizler!
Bunları söylerken, kaşla göz arasında kapıyı açmış, elindeki tavukları sokağa fırlatmıştı
çoktan. Tavuklar hiç ummadıkları bir anda özgürlüğe kavuşmanın heyecanıyla, afallayıp, yokuş aşağı bıraktılar kendilerini gıdaklayarak. İki kadının çığlıkları etraftan duyuluyor, yoldan geçenler, tuhaf tuhaf bakıyorlardı olanlara. Lebibe utancından içeriye kaçarken, Kerime’yle, Tuğrul, tavukları epeyce kovalamış ama nafile yakalayamamışlardı birini bile.
Bir kaç gün sonra Lebibe, nadide ahbaplarından birinin ziyaretinden dönerken, Zafer meydanında rastladı, kümesin en  besili tavuğuna. Hayvancık hala şaşkın, etrafta dolanıp duruyor, nereye gideceğini bilmez halde görünüyordu. Genç kız tavuğu alıp götürmek
istemesine rağmen, bir yandan da yediremiyordu kendine. Şu üstü başıyla, olacak iş değildi düşündüğü! Önce, ilk defa o gün giydiği ayva pişmişi, keten elbisesinde gezdirdi ellerini. Nicedir sakladığı kumaşı, daha yenilerde diktirebilmişti ancak. Ardından, eğilip, yazlık, topuklu ayakkabılarına baktı. Ökçelerine bir zarar gelmesin, burnu bir yerlere sürtünmesin diye, yürürken öyle çaba harcıyordu ki, yazın sıcağından çok, bu uğraş terletmişti onu! Yok, şu vaziyette, tavuk peşine düşmek akıl işi değildi!  Derhal vazgeçip, yürümeye başladı yeniden. Ama ondan kurtulmak, sandığı kadar kolay olmayacaktı! Zavallı hayvancağız onu tanımışcasına, gıdaklayarak peşine takılmış, kanatlarını aça aça koşturuyordu.
Lebibe bunu farkedince daha da hızlandırdı adımlarını. Tavuk aşağı mı kalsın, o da hızlanıvermişti! Genç kız, bir an önce eve varmak için koşuyordu. Bu utanç verici durumdan, kimselere rezil olmadan sıyrılmaktan başkaca istediği yoktu o anda. Bir kaç küçük çocuğun da, arkalarına katılmasıyla, iyice komik bir mini kervan oluşturmuşlardı yol boyunca. Lebibe, baktı olacak gibi değil, dönüp çocuklara seslendi;
_Çocuklar, hadi şu tavuğu yakalayın da, evinize götürün, sizin olsun!
Bu cazip teklif karşısında, hepsi birden hayvanın üzerine çullanınca, biçare tavukçuk canını kurtarmak telaşına düşerek bıraktı sahibesinin yakasını. Kızcağız Ardala’nın
yokuşunu nasıl çıktı, evin kapısına nasıl vardı, içeriye ne şekilde attı kendini, hiç birinin farkında değildi. Kızının, tunç gibi kızarmış suratını gören annesi sorduğunda, her şeyi
soluk soluğa anlattı ve ekledi hemen ardından;
_Görüyor musun anne, beybabamın bize ettiklerini! Millete laf lazım zaten!
Annesi içini çekti sıkıntıyla;
_Ne edelim kızım, bahtımız böyleymiş!
     Karşılıklı evlerle dolu, dar, yokuş yukarı çıkıldıkça, daha ilerileri, Horuç mamallesine,
Haşdağı’na kadar uzanan Ardala sokağındaki evlerin çoğunda, Tokat’ın yerlileri otururlardı. Yarbayların karşı komşuları, köylerindeki arazilerini ektirip biçtirerek  geçinen iki yaşlıca karı kocaydı. Başka memlekette olan oğullarını da görmüyorlardı nice zamanlardan beri. Çocuklar öyle çok severlerdi ki onları, nerede var nerede yok, bir fırsatını buldular mı, kaçarlardı komşu teyzelerine. Şerif abla, saf, tertemiz, tam bir Anadolu kadınıydı. Herkes, hatta kendinden büyükler bile, ona bu isimle, nur yüzlü, ak sakallı, namazında niyazında bir adam olan ve hemen bütün gününü ibadetle geçiren kocasına da, “Enişte” diye hitab ederdi. Şerif abla, Batmantaş’daki çiftliklerinden gelen yiyeceklerle hazırladığı kahvaltı sofralarıyla pek meşhurdu. Bu sofralarda oturmamış, yiyip içmemiş olan kişi hemen hemen hiç yoktu mahallede. Ama baş konuklar daima, Tuğrul’la, Kerime’ydi. Çocuklar her gidişlerinde, önlerine mükellef bir tepsi donatıp getirirdi Şerif ablaları,” Yiyin kuzularım yiyin, büyüyün de, kuvvet kazanın!” diyerek.Tepsi de de, bir tek kuş sütü noksandı hani! Kaymaklar, tereyağ, bal, yumurta, peynir, hepsi de taze taze, köy mahsulü. Evde nazlanarak yemek yiyen iki kardeşin, orada iştahları açılır, ne varsa silip süpürürlerdi bir çırpıda. Yerlerken, bir yandan da, kadıncağızın anlattığı çiftlik hikayelerini dinlerlerdi can kulağıyla. Çeşitli hayvanları öğrenir, hiç bilmedikleri ağaçları tanırlardı.
Mürvet, çocukların ortalarda olmadığını görünce, oraya kaçtıklarını anlar, Lebibe’ye seslenirdi;
-Kızım, git de, Şerif ablalara, çocukları alıver.
_Ne işim var benim orada, sen git.
Malum, Lebibe beğenmezdi ya, öyle kolay kolay kimseleri. Şerif abla da, iyi kadındı,
iyi olmasına ama köylüydü nihayetinde! Neyi ne kadar bilirdi ki! Annesi daha fazla ısrar
etmeden, kendisi giderdi. Hem, biraz da, çene çalarlardı o vesileyle! Şerif abla pek severdi komşusunu. Görünce karşısında, aydınlanırdı yüzü. Mürvet’e, ”Hanım yenge” demeye niyetlenmiş her seferinde, amma velakin bir türlü beceremediğinden, kendince ona  benzer bulduğu “hamyenge” ‘yi uyduruvermişti. Kadıncağız daha kapıdan içeri adımını atar atmaz, derhal izzet ikrama başlardı komşusu.
_Gel hamyengem gel, sana bir çay koyam.
_Aman Şerif abla zahmet etme.
_N’olucak hamyenge, suyla çay otu işte, zahmeti mi olurmuş!
Hemen yan evde oturanlar ise, genç bir karı kocaydı. Çocukları olmadığından, Sultan,
Kerime’yi pek sever, ona çeşit çeşit yelekler, hırkalar örerdi, eli pek marifetliydi.
İftihara geçtiğini duyduğunda, kıza bir sürpriz yapmaya karar vermiş, günlerce
düşündükten sonra aklına bir fikir gelmişti. Aldığı oyuncak bebeğe, evde kalmış kumaşlardan, rengarenk, süslü püslü bir elbise dikti. Şimdi bunu Kerime’ye vermek
kalıyordu geriye ama öyle sıradan değil, değişik bir yol buldu bunun için de.
Evleri, komşularından biraz daha yüksekteydi. Sabah erkenden kalkan Sultan, kendi bahçelerinden görünen kızların oda penceresine, ipe bağladığı bebeği sarkıttı. Kerime uyanıp da, birden camda salınan bebeği karşısında görünce, ne kadar şaşırmış, nasıl sevinmiş, bir koşu pencereye fırlayıp, hayran hayran seyre dalmış da, ancak ablasının kolundan çekiştirmesiyle gelebilmişti kendine. O anı asla unutmadı. Yaşlandığında bile her hatırlayışında, bebeğiyle elele tutuşmuş çocukluk günleri, en gamsız halleriyle canlandılar dimağında.
   Tokat’ta mevsimler değişti birbiri ardından. İlkbaharlarla, leylekler çıkıp geldiler
ziyarete. Yazların sıcakları, dar sokak kaldırımlarını yalayıp geçti. Sonbaharlarda,
bağlardaki elma ağaçları coştular. Kışların karbeyaz soğukları, eski evlerin aralıklarından
çıtır çıtır yanan sobaların üzerlerinde estiler. Zaman da akıyordu mevsimler gibi.
Büyükler yaşlanıyor, çocuklar büyüyor, onların yerini alacak başka bebekler doğuyordu.
Kerime orta okulu da bitirdi iftiharla. Ama her zamanki gibi sevinememişti. Babasının pek niyeti yoktu onu liseye göndermeye. Bu sebeple buruktu içi. Gerçi, razı etmeye
çalışacaktı yarbayı. Pes etmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Yaşı daha küçük olmasına rağmen, kafasına koyduğunu, eninde sonunda, mutlaka yapardı. Okuma arzusunu gerçekleştirme uğruna, var gücüyle çabalayacaktı. Babasını ikna etmesi için, aklına öğretmeniyle konuşmak geldi.  Durumu anlatınca, adamcağız bir not yazıp verdi kızın eline ve yarbaya okutmasını tembihledi. Kerime eve döner dönmez, notu babasına verdi hemen.  Şeref yazıya göz attı atmış ama hiç bir şey söylememişti. Ondan sonraki günlerde de, bu konuyla ilgili tek bir laf çıkmadı ağzından. Kerime merakından ölse de,  bir şey soramaya cesaret edemiyordu. Geceleri yatağına yattığında, içindeki ses, kulağına okuyacağını fısıldıyor, o sevinçle uykuya bırakıyordu kendini.
O gecelerin sabahında ise, kendini kuzineli odaya atıp, yalnız başına, babasına evet
dedirtebilmek için türlü türlü planlar kuruyordu. Öyle çok olmalıydı ki seçenekleri, biri kabul görmezse, diğerini ortaya getirebilsin. Ne yapıp edip, bir yol bulmalıydı mutlaka. Sedirde sırt üstü uzanmış, yüksek tavandaki alçı süsleri seyre dalmışken, hep bu konu üzerinde düşünmekteydi. Bir ara hafifçe yan döndüğünde, gözüne küçük ıtır saksısı çarptı. Nasıl da büyümüştü çiçek bir kaç günde. Bu odada tek başınaydı ama asla pes etmiyordu. Kerime onu kendine benzetti birden. Üstelik, o anda farkettiği bu benzerlik, çok da hoşuna gitmişti. O da mücadele edecekti!  Küçük ıtır karalıysa, küçük Kerime de kararlıydı! Bu  coşkulu duyguyla titredi tüm bedeni. Dışarı çıkarken, hafiften bir şarkı yerleşmişti dudaklarına ama bunun kendisi bile farkında değidi.
    Lebibe, eline, uzun zamandır bir türlü vakit bulup da bitiremediği kitabını almış, bahçeye inmişti, hazır ortalık sakin sessizken. Severdi okumayı ama annesi, ne zaman şöyle ağız tadıyla, bir köşeye çekilip, satırların arasına dalsa, hemen yanında bitiverir, elindeki patiska parçasını uzatır, her zamanki nutuklarından birini atmaya başlardı ;
_Kızım bırak şunları da, nakış işle biraz! Yarın bir gün, çeyizin yarım yamalak olursa,
kurtarır mı seni o kitaplar!
O gün Kerime’yi alıp yan komşuya geçmişti Mürvet. Tuğrul  kapının önünde oyuna dalmış, babası ise, bir arkadaşının yanındaydı. Yalnızdı genç kız, işlerini de bitirmişti hızlıca, hatta, akşam yemeğini bile hazırlamıştı. Artık, kendine ayıracağı bir kaç saat uzanmaktaydı önünde. Kitabından daha bir iki sayfa okuyabilmişti  ki, kapının çalındığını duydu  uzaktan uzağa. Merdivenleri aceleyle çıkıp, kapıyı açtığında, teyzesinin kızı Suna’yı eşikte buldu.
_Neredesin kız sen!  Kaç saattir çalıyorum kapıyı.
_Bahçedeydim Suna abla.
_Teyzem yok mu?
_Komşuya gittiydi. Gel, içeri gir.
Suna bahçeye inerken, Lebibe’den  kahve isteyince, genç kız hayretle sordu;
_Sen kahve içmezdin Suna abla!
_Bu gün içeceğim. Hadi,  pişir de, getir aşağıya.
 Kuzeni pek şen şakrak kızdı. Beraber olduklarında, türlü komikliklerle Lebibe’yi
güldürürdü bol bol. Kahvelerini içerlerken, genç kız, koynundan iki tane sarılmış sigara
çıkararak, birini, şaşkın şaşkın bakan Lebibe’ye uzattı;
_Kız, sana boşuna kahve yap demedim! Hem, cigaralarımızı tüttürür, hem de, kahveleri
içeriz.
_Nereden buldun abla bunları?
_Nereden olacak, beybabamın tabakasından aşırdım.
_Eniştem anlarsa ya!
_Anlamaz anlamaz.
_Hem bir gören olur!
_Aman Lebibe kim görecek allasen!  Açık havada  püfür püfür içeriz, dumanı da,
kaybolur gider!
Lebibe’nin de aklını çelmişti Suna ablası. Yaktılar sigaraları,  tüttürmeye başladılar.
Kızcağız ilk defa sigara aldığından eline, daha nasıl tutulacağını bilmiyordu bile. Üstelik,
hiç de sevmemişti şu mereti! ”Aman, şunun neyini içiyorlar ki!” dedi yüzünü buruşturarak. Suna karşısına geçmiş, onun taklidini yapıp, gülüyordu. Kuzeninin bu gülüşü, biraz sonra, bulaşıcı bir hastalık gibi, Lebibe’ye de geçmişti. İki genç kız, çılgınlar gibi, hiç bir şeye aldırış etmeden, katıla katıla gülüyor, hesapsız gülüşlerin girdabına kaptırıyorlardı ruhlarını. Ne o bahçe, ne de, içindeki çiçekler, daha önce hiç böyle bir neşeye tanıklık etmemişlerdi. Bundan sonra da, bu şansa sahip olamayacaklardı büyük bir ihtimalle. En üzüntülü anlarında, karlar düştüğünde ağaçların üstüne, acılar çekilip yaşanan hüzünlerde, hayal kırıklıklarının canhıraş yorgunluklarının koynunda, çaresizliğin  bulanık harelerinde, üzgün çırpınışlardaki sahte sevinçlerde ve ayrılık yollarında, o günü ve iki genç kızın taptaze gülüşlerini çok özleyeceklerdi.
    Kerime babasıyla yaptığı sessiz savaştan galip olarak çıktığında, okulların açılmasına
 az bir zaman kalmıştı. Kibar söylenirse tatlı dilinin, kaba olunursa, yağcılığının meyvelerini toplamaktaydı küçük kız. Kurnazlığıyla birleştirmeyi çok iyi becerdiği yüze gülücülüğü işe yaramıştı nihayet! Tüm yaz boyunca, babasının huyuna suyuna gitmiş, onu kızdıracak her şeyden kaçınmıştı itinayla. Koltukların uçlarında oturmuş, en ufak bir isteğinde, herkeslerden önce davranıp, fırlamıştı ayağa. Bir sabah kahvesini getirip eline
verdiğinde, yarbayın, büyük bir yudum alıp, ağzında şöyle bir saniye dolandırarak, tadına
vardıktan sonra yutarken gözlerini yummasından ne kadar zevk aldığı belli oluyordu. ”Aferin, kızım benim!” dedi, fincanı tabağına koyarken, ”Annenden de, ablandan da, daha iyi yapmışsın kahveyi, aferin sana!” Ayağa kalkarken tekrar döndü kızına;
_Çarşıya iniyorum ben, var mı bir istediğin?
Kerime, beklediği fırsatı yakaladığını farketmişti babasının sorusuyla. Bunu ya şimdi
kullanacaktı, ya da, hiç bir zaman ve pişmanlıktan içi içini yiyecekti ömrü boyunca.
Birincisini seçmek için, çok fazla düşünmesi gerekmiyordu!
_Beybaba, ben okula gitmek istiyorum.
Şeref in duydukları pek de hoşuna gitmemiş, çatılmıştı kaşları biraz cevaplarken kızını;
_Kızım, tek başına seni nasıl yollarım başka bir yere.
Kerime o anda, kafasında uzun zamandır geliştirip, bir zemine oturttuğu fikri söyleyiverdi bir çırpıda;
_Sivas’a gideyim. Öğretmen okulu da var orada. Halamda kalırım, hem de, ona şenlik olurum, hıııı!
Adamcağız kızının dediklerini dinledikten sonra, hiç bir şey demeden Kerime’yi salonun
ortasında ayakta bırakarak dışarı çıktı. Yüzündeki ifade, düşünce yüklüydü.
Elindeki son kozunu da sürmüştü ortaya, artık beklemekten başka yapacak  bir şey kalmamıştı Kerime için.
Yarbay bir kaç saat sonra eve dönünce, yemeğe oturdular hep beraber.  Ardından atelyesine kapandı akşamlara kadar. Yalnız kaldıklarında, karısına söyledikleri, kızının
zaferinin kanıtıydı;
_Kerime’yi gönderelim de Sivas’a, Sıdıka’nın yanında okusun. Her ay yollarım geçim paralarını.
Annesi, sabahı bile beklemeden, kocası uyur uyumaz, kızların odasına gidip, müjdeyi
verdi. Kerime geceyi, yarı uyur, yarı uyanık bir halde geçirirken, hayallerinde, bir kaç yıl
sonrasının genç ve başarılı öğretmeni, kendinden emin adımlarla yürüyor, üzerindeki, çağla yeşili, kadife mantosunun sıcaklığı içini ısıtıyordu.
Ertesi gün, Sıdıka’ya telgraf çekilip, evde  hazırlıklara başlandı. Alınacaklar, bavul hazırlama, sepetlere erzak yerleştirme faslı bittikten sonra, sıra nasihatlara gelmişti.
Onları da ağırbaşlılıkla dinledi Kerime. Görüntüsü öyleydi ama bir de içine baksalardı, o, kıpırtılarla, durmaksızın dalgalanan heyecan denizi karşısında, dudakları uçuklardı  hepsinin!
     Vakit gelip çattığında, Mürvet’in gözlerinde yaş, babasının yüzünde, kızgınlıkla karışık bir endişe, Lebibe’yle,Tuğrul’un kalbinde ise, kardeş özlemi, yeni sürgün veren çiçekler gibi belli ediyordu kendini. Hayatında ilk kez, tek başına bir yere gidecek olan Kerime, oldukça rahat bir yolculuğun ardından Sivas’a varır varmaz, bir faytona atladığı gibi, halasının evine gitti. Sıdıka bütün günü, o pencereden öbürüne koşarak geçirmiş, hava kararmaya başladıkça, daha da merak etmişti yeğenini. Ne de olsa, emanetti bundan
sonra ona, başına bir iş gelirse nasıl hesap verirdi abisine. Faytonun tekerlek tıkırtılarını duyar duymaz yeniden koştu cama, bu defa gelen oydu. Merdivenlerden inip, kapıyı açtı, kucakladı kızcağızını. Kerime, halasının pişirdiği sıcacık tarhana çorbasını içince, yorgunluğunu hemencecik unutuvermişti.
Ertesi gün, okula kayıt yaptırmaya halası da, gitti yeğeniyle beraber ama ona gerek bile kalmamıştı. Kerime öyle becerikli, gözü açık bir çocuktu ki, her işini çarçabuk hale yola koyuverdi kaşla göz arasında.
Sıdıka, Kerime’nin yanında olduğuna pek memnundu. Evde bir ses, öyle iyi geliyordu ki ona! Yıllardır tek başına yaşamış, yalnızlıkla boğuşmuş olan  kadıncağız, şimdi bundan kurtulmuş olmanın sevinciyle, kısıtlı imkanları çerçevesinde, yeğenine her gün seveceği yemekler hazırlayabilmek için elinden geleni yapıyordu. Saatlerce kafa patlatıyordu kızcağızı! Kolay mıydı onca dersi öğrenmek! İyi yiyip içmeliydi!  Hem, babasının evinde alışıktı çeşitli yemeklere, orayı aratmamaya çalışıyordu var gücüyle. Babasının, her ay gönderdiği paranın birazını harçlık olarak kullanan Kerime, kalanını da, halasına veriyordu. Yokluk zamanlarında, herkesle beraber çekilen sıkıntılar daha katlanılabilir olur hep. Başkalarının da, benzer şeyleri yaşadıklarını bilmek, bir parça da olsa, ferah tutuyordu gönülleri. Kerime’nim de ferahdı gönlü. Hiç bir şeyden yüksünüp gocunmuyor, neşesini de, hiç mi  hiç kaybetmiyordu. Şeker bulunamadığından, bulunsa bile, çok yüksek fiyata satıldığından, küçük kız, ilk defa orada çayı üzümle içmeye başladı. Bu da çok lezzetli geldi ona, her şeye rağmen memnundu. Evinden daha huzurlu hissediyordu hatta kendini buradayken.
Ay sonuna doğru paraları azalınca, halası, fukara aşı diye, içine ne bulursa kattığı,
Kerime’nin de, bayıla bayıla içtiği bir çorba yapardı. Küçük kıza, evdeki, eti bol yemeklerden daha güzel gelirdi fukara aşı. Hatta zaman zaman, ”Ay sonu gelse de, fukara aşı pişirse halam! ” diye geçirirdi içinden. Tutumlu olmayı öğrendi Sivas’da. Parasını idareli kullanmaya alıştı, üstelik, bunu da o kadar iyi becerdi ki, harçlıklarından ustalıkla
arttırdığı paralarla, yaz tatillerinde Tokat’a dönerken, evdekilere hediyeler götürmeye
kadar vardırdı işi!
     Sivas’daki anıları güzel, günleri mutluydu. Okulunu seviyordu. Arkadaşlarının hepsi
Sivas’lıydılar. Ana babası yanında olmadığı için, onu sık sık evlerine davet eder,
ağırlarlardı. Kerime de, onları halasına çağırmak, ikramda bulunmak istemesine rağmen, kadıncağızın durumunu bildiğinden, bunu dile getirmekte güçlük çekiyordu. Olan bitenin farkına varan Sıdıka, bir gün yeğenini yanına çağırıp, şu teklifte bulundu ;
_Kızcağızım, sen de seslesene arkadaşlarını eve. Hep senin gitmen münasip düşmez!
_Sahi mi hala?
_He ya! Gelsinler, yaparız bir şeyler karınca kararınca!
Kerime, halasının dediğine uyup, dört arkadaşını çağırdı. Hem, derslerine çalışacak,
hem de, oturacaklardı beraberce. Sıdıka, yeğeni mahcup olmasın diye, varını yoğunu döktü ortaya. Zor günler için sandığında sakladığı tek altınını bile bozdurdu.
Kerime’nin hiç bir zaman bundan haberi olmasa da, o gün yaşadığı sevinçten daima mutlulukla bahsedecekti laf açıldığında. Kalan eksiklerini de konu komşudan tamamlayıp, öyle mükellef  bir sofra hazırladı ki misafirlerine Sıdıka, evlerinde yenen içilenden çok daha fazlasını görmek, beli etmeseler de, açıktan açığa şaşkınlığa uğratmıştı kızları.
Kerime’nin, harçlığı gelince bonkörlüğü tutar, cumartesi öğleden sonraları, yakın
arkadaşlarıyla çarşıya indiklerinde, pastaneden her birine un kurabiyesi alır, yiye yiye
yol boyunca yürürlerdi. En büyük eğlenceleriydi kurabiye keyfi. Kaldırıma sıralanmış mağazaların camekanlarından içeriye bakarken, bir yandan da, kimselere belli etmeden kendilerini süzer, saç baş düzeltip, elbiselerinin düzgün durup durmadığı meşgul ederdi kafalarını. Bazan da, başka okulların talebeleriyle karşılaşır, birbirlerine küçümseyici bakışlar atarlardı. Aralarında hiç sonu gelmeyen bir yarış sürüp gidiyordu yıllardır.  Öğrenciler değişiyor ama okullar arası rekabet bitmiyordu bir türlü.
     Sivas Muallim Mektebi nice aşklara şahitlik etmişti yıllar yılı. Okul
kurulduğundan beri, o duvarlar kimbilir kaç iç çekişle sarsılmış, ne kadar can yakıcı aşk acı sıyla tanışmış, kırıklıklarla akan gözyaşlarına tanıklık olmuştu. Kaçamak göz süzüşler, gizli buluşmalar, bir kaç kısa kelimeyle yanıp kavrulan yürekler, okulun merdivenlerine, sınıf kapılarına, kara tahtalara sinmiş, elemli hikayelerini hatıra bırakmışlardı oraları terkederken.
Kerime’nin arkadaşlarının da vardı birer sevdiği. Birbirlerine anlatıp durur, akıl alıp verirlerdi. Büyük dertleri varmış gibi, durup durup iç geçirmelerine, elleri çenelerinde,
dalıp gitmelerine, gözlerine hülyalı anlamlar katmaya çalışarak, boş boş bakmalarına
şaşırırdı kızcağız. Bir tek o, bu işlerden uzak tutardı kendini. Aklı fikri derslerindeydi sadece. Hem, zaten yaşı kaçtı ki daha! O, orta mektepteki gibi, muallim mektebinin de en
çalışkanlarından olmalı, iftihar listelerine adını yazdırmalıydı.Tek derdi, zoru buydu. Aşkta meşkte yoktu gözü! Bu hırsla, kitaplarından başını kaldırmadan çalışmasının ödülü, sene sonunda arkadaşlarının arasında, en iyi notlara sahip olan karneyi kendisinin alması olmuştu. Eve dönerken, bavulundaki en korunaklı yere yerleştirdi karnesini. Babasına aldığı sedef ağızlığı, annesine vereceği krep, oyalı eşarbı, ablasının lavanta kokulu pudrasını,Tuğrul’un tahtadan yapılmış oyuncak atını da koyduktan sonra, kendisi de hazırlandı. Halasıyla birlikte çıktılar yola. Güzel bir tatil geçirmenin arzusu, hala yeğenin düşüncelerini mutlu kılıyordu.
    Kurak, kavurucu bir yaz hüküm sürerken, Tokat’da, öğle sıcağı bastırdı mı, sokaklar
yalnız kalır, sessizlikle başbaşa, günün sönmesini beklerlerdi. Mürvet sıcaktan bunalmış, başörtüsünün ucunu yelpaze gibi kullanıp, yüzünü serinletmeye çalışarak başını mutfaktan içeri uzattı;
_Lebibe kızım, bir bat et de yiyelim! Soğuk soğuk iyice olur.
_Peki anne.
Lebibe en üst rafa uzanarak, bez torbaların birinden aldığı yeşil mercimekleri ıslattıktan sonra, tahta masanın kenarına oturup, taze soğanları, maydanozları, dereotlarını ince ince doğramaya başladı. Keskin bıçağın, tahtada inip kalkarken, biteviye çıkardığı tık tık sesleri, genç kızı mutfaktan uzaklaştırmış, çoktan, başka diyarlara çekip götürmüştü. Elleri yeşilliklerin üzerinde, aklı, son sayfalarına geldiği “Kamelyalı Kadın” romanındaydı. Kitabı okurken, zavallı kadının aşkı uğruna neler çektiğine tanık olmuş, hatta dayanamayıp ağlamıştı bazı bölümlerde. Ne tuhaf şeydi şu aşk! Nasıl bir histi! O da aşık olmuş muydu ki Salih’e!  Yok, okuduğu aşk romanlarında anlatılanlar gibisini hissetmemişti hiç. Demek, aşık da olmamıştı! Aman canım, zaten romanlardaydı bunlar sadece! Oysa, gerçek hayattaydılar, ne hayallere, ne zayıf duygulara yer yoktu! Domatesleri yıkamaya başladı soğuk suyun altında. O alevli kırmızılık, yeniden aşk duygusunun yakıcılığını hatırlattı genç kıza. Yürekleri yaka yaka ilerlemekteydi aşk! Omuz silkerek söylendi kendi kendine;
_Banane ki, zaten evlenmeyeceğim! Aşık olmam da gerekmez, ne lüzum var üzülmeye!
Salçalı suyu hazırlayıp dökerken kaseye, tuzunu, nanesini ekledi bir yandan da. Taze, bağ bağ nanenin kokusu  mutfağı doldurduğu sırada, bir demet reyhan da, Lebibe’nin içine çektiği ferahlığa karıştı.
Genç kız, bu kokular eşliğinde, kendini temiz bir bahar havasında, kırlarda avare avare dolaşırken buluvermişti. Mutfağa yayılan baharat kokularının ferahlığı da, o bahar havasına sarınmış, burun deliklerini sızlatmaktaydı. Ağır pirinç havanda usul usul dövdüğü cevizlerin ezilişiyle, döndü tekrar mutfağına. Tencerelerinin, tavalarının yanına, en rahat ettiği yere! Cevizleri de ekledi yaptığı karışıma. Bidondan çıkardığı incecik yaprakları iyice yıkadı. Çay da, demlenmişti bu arada. Her şeyi hazır edince, tepsiyi alıp bahçeye indi, aşk düşüncelerini geride bırakarak. Hafif  bir rüzgar çıkmıştı dışarıda ve hepsine, serinliğin rahatlatıcı etkisi yansımıştı o bunaltıcı sıcak sonrasında.
    Onlar çaylarını içerlerken, Mürvet’in gözü, oradan oraya koşuşan oğlunun üzerindeydi devamlı surette. Koşsa, terledi diye üzülüyor, ayağı tökezlese, yerinden fırlıyordu. Kadıncağızın halini gören görümcesi sakinleştirmeye çalıştı onu.
_Yenge, varma oğlanın üstüne bu kadar! Erkek çocuğu, bırak, düşe kalka büyüsün.
_Elimde değil Sıdıka, dayanamıyorum.
_Ama yenge, çok şımartıyorsun bu oğlanı! Büyüdü müydü, dert olur başına! Söylemedi deme!
_Abin de öyle diyor ya, ana yüreği işte, laf dinliyor mu!
Gerçekten de Şeref, karısının Tuğrul’a olan aşırı zaafına kızıyor, defalarca ihtar etmesine
rağmen, aynı davranışı sürdürmesi, onu daha da sinirlendiriyordu. Kendisine bıraksalardı, oğlunu tam bir disiplinle terbiye edecekti ama karısıyla, Lebibe öyle bir koruma altına almışlardı ki çocuğu, adamcağız ne kadar uğraşsa da, bir şey yapamıyordu. Yarın bir gün, Kerime de eklenecekti  kadınlar kalkanına. Bu gidişatın doğru olmadığını bilse de,  yarbayın artık fazlaca takatı kalmamıştı tüm bunlarla uğraşacak.
 Şeref maaşını aldığında, oturup iyi bir hesap kitap yapar, parasını aylara bölüştürür, masrafları ayırıp, geri kalanı, salondaki dolabın çekmecesine koyardı. Oradan, ortak
harcamalar için kullanırdı ev halkı. Çocuklara haftalık harçlıklarını verdiğinde, o parayla idare etmelerini sıkı sıkıya tembihlerdi. Cimriliğinden değil, onlara tutumlu olmayı, har vurup harman savurmadan, paralarının hesabını bilmeyi öğretmek istemesindendi bu  ısrarı. Ayaklarını yorganlarına göre uzatmayı bilmeliydiler. Hayatın ucu  çok uzundu!
Kızlarına güveniyordu bu hususta. Lebibe öyleydi zaten, küçük kızı da, Sivas’a gittikten sonra, parasını israf etmemeyi, sorumluluk taşımayı öğrenmişti. Gelgelelim, artık  ilkokula giden Tuğrul için endişeleri vardı babasının. Aldığı harçlığı bir iki günde  bitiriyor, annesinden, ablasından tekrar para alıyordu. Şuncacık çocuğun, bunca parayı ne yaptığını anlayamadığı gibi, o yaşta, böyle harcama yapması da, hiç mi hiç hoşuna gitmiyordu. Bir gün, Tuğrul’u yanına çağırmıştı konuşmak üzere;
_Oğlum, sen harçlığını nereye sarfediyorsun, söyle bakayım?
_Horoz şekeri yiyiyoruz beybaba.
_Kiminle, arkadaşlarınla mı?
Çocuk başını sallamakla yetinmişti sadece. Şeref  kendinden emin bir sesle, onun
anlayabileceği şekilde, bir şeyler anlatmaya çalıştı çocuğa;
_Bundan sonra harçlığını idareli kullanacaksın, bir hafta kafi gelmeli sana. Kimseden de para istemeyeceksin, emi!
Fakat maalesef sözleri havada kalmış, Mürvet’le, kızının küçük çocuğa verdikleri paralar gizli saklı devam etmişti her zaman.
    O yazın, Kerime’yi en çok güldüren olaylarından biri, ablası Lebibe’nin başına gelmiş,
kızkardeşinin kurnazlığı sayesinde bu işten sıyrılabilmişti genç kız. Lebibe, bahçede yeni
diktiği aslanağızlarına su veriyordu ki, kapı çalınmış, iki tane tanımadıkları kadın çıkagelmişti. Alışılmamış bir durum değildi bu oralarda. Evlilik çağında oğulları olan
kadınlar, genç kızların bulunduğu evlerin kapılarını böyle fütursuzca çalıp, dalarlardı içeri, gelin bakmaya. Şeref  duysa, kıyametleri koparırdı ya, yoktu evde. Mürvet de,  kapıya gelen misafirleri gönderemezdi gerisin geri. Tanımasa bile, tanrı misafiriydiler neticede, buyur etti mecburen. Kerime koşup ablasının yanına, durumu bir çırpıda
anlattı ;
_Sana görücüler geldi abla!
_Abuk subuk konuşma Kerime!
_Valla, salondalar. Seni çağırıyor annem.
_Kimlermiş ki, bildik birileri mi?
_Yoo, iki köylü gibi kadın, geziyorlarmış kapı kapı!
_Aman, kala kala köylülere mi kaldım! İstemem, dünyada istemem!
_Banane, annem çıksın yukarı diyor.
Lebibe merdivenlerden çıkınca, taşlıkta onu bekleyen annesiyle burun buruna gelmişti. ”Kızım,” dedi kadıncağız, ”neredesin sen? Gir mutfağa da, misafirlere kahve yap.”
_Anne, niye çıkayım tanımadığım insanların karşısına!
_Ayıptır kızım! Hadi, dediğimi yap sen hele!
Mürvet, salona misafirlerin yanına dönerken, Lebibe de, sinir içinde mutfağa yollanıp,
kızgınlıkla, bakır cezveyi sürdü ateşe. O sırada Kerime de mutfağa gelmiş, ablasının
yanına sokulmuştu ;
_Hani girmeyecektin yanlarına n’oldu !
_Bilmez misin annemin huyunu!  İlla gösterecek beni, yoksa rahat etmez!
_Abla, gel şunlara bir oyun oynayalım da, bir daha, annem seni göstermesin kimselere!
_Hadi oradan, n’apıcak mışısn!
_Bekle de gör!
Kız, yayından çıkmış ok gibi fırlayarak odasına koştu. Çantasından, okulda kullandığı,
siyah sabit kalemini alıp, gerisin geri geldi mutfağa. Diliyle kalemi ıslatarak, ablasının yüzünü boyamaya başladı. Burnuna, çenesine siyah çizgiler kondururken, bir taraftan da,
katıla katıla gülüyordu. İşini tamamladıktan sonra, elinde getirdiği aynayı ablasının yüzüne tuttuğunda, kendini ilk kez gören Lebibe, basmıştı çığlığı;
_Ne yaptın sen, deli kız !
_Abla, seni görünce, nasıl kaçıp gidecek kadınlar bir düşün!
_Doğru! Bu da ders olur da onlara! O halleriyle, beni görmeye gelmenin ne demek olduğunu anlarlar! Hadlerini bilirler bundan sonra!
Kararlılıkla, aldığı gibi tepsiyi, çıktı mutfaktan. Sert adımlarla taşlığı geçip, salona girdiğinde, kardeşi merakla neler olup biteceğini bekliyordu. Kahveleri misafirlere tutarken, dudağının kenarına sinir bozucu bir sırıtış kondurmayı da ihmal etmeyen
Lebibe’ye, kadınlar tuhaf tuhaf bakıyor, ” Tövbe estağfirullah!  Fesuphanallah! ”
çekiyorlardı hiç durmadan. Nereden de gelmişlerdi şu eve! Hem Mürvet, hem de Sıdıka donup kalmış gibiydiler, dilleri tutulmuştu adeta. Misafirler kahvelerini bile içmeden
fırladılar ayağa. Evin sahibi peşlerinden seğirtirken,” Kusura kalmayın hanım!” diye,
özür dilemeye çalışıyor, eli ayağına dolaşıyordu. Kadınlar kaçarcasına kapıdan çıkarken, ” Hiç böyle şey görmedik anam ! ” diyerek, birbirlerini dürtüklüyorlardı bir yandan da.
İki kız, olanlara, gözlerinden yaş gelene kadar gülüyor, anneleri ise, sinirden çarpıntılara tutulmuş bir halde onları azarlıyordu ;
_Rezil ettiniz elaleme bizi! Şimdi bunlar her yerde demezler mi  ettiklerinizi !
Lebibe, annesinin sözleri karşısında umursamaz bir tavır takınmıştı;
_ Derlerse desinler! Onlar da hadlerini bilelerdi de, yarbay Şeref beyin kızına talip olmayalardı!
Mürvet hanım Kerime’ye dönmüştü şimdi de;
_Hep senin başının altından çıkıyor bunlar, hep!
_Ne günahım var benim anne! Tuğrul’un yaptıklarına hiç darılmıyorsun ama!
_Çekilin hadi, gözüm görmesin ikinizi de!
Aslında haklıydı Kerime. Annesi bütün becerisini, oğlunun suçlarını örtbas etmekte kullanırdı. O yaşlandıktan sonra da, bu görev Lebibe’ye ve hemen ardından da, diğer
kızkardeşe geçecek, böyle bir dönüşüm yapacaklardı kendi aralarında, sessiz  işbirlikleriyle.
    Mürvet hiç şaşmaz, on beş günde bir kızlarını da alır yanına, konu komşu, eş dost, öyle cümbür cemaat mutlaka hamama giderlerdi. Sivas’da geçirdiği çocukluk günlerinden alışıktı bu hamam sefası kaçamaklarına. Biteviye sürüp giden hayatın, renkli anlarının yaşandığı, kadınlararası bir tür terapiydi hamam günleri. Evdeki banyoda ne kadar yıkansa da, o tadı alamazdı bir türlü.
Ali Paşa hamamının kadınlar gününde, erkenden gidilmezse, açıkta kalmak ya da uzun uzun beklemek olasılığı vardı her zaman. İşte o yüzden, neredyse sabahın kör karanlığıyla kalkarlar, akşamdan hazırladıkları hamam bohçalarını koltuklarının altına sıkıştırıp çıkarlardı evlerinden. Bu hamam bohçaları da, gelin bohçasından daha az özenle hazırlanmış değildi hani! Malum, el içine çıkılacak, bazı dedikoducu kadınların önüne serileceklerdi!  Dedikodu kumkuması kadınların ağızlarını kapatacak belli başlı bir kaç şey vardı ki, bunlar, sahiplerinin itibarlarını ikiye, hatta üçe, dörde bile katlayabilirlerdi. Ham ipekten peştamallar, gümüş bir hamam tası ile kildan ve de sedef kakmalı takunyalar...  Kildan, ıslanmış liflerin içine konularak, sularının süzdürüldüğü
altı delikli, kapağı olan çanta şeklinde bir kutuydu ki, Mürvet hanımda, annesinden kalma bir tane vardı. Sedefli takunyalarıyla, gümüş hamam tasını ise, sandıkta saklar, hamam günleri çıkarıp, büyük kızına verirdi. Böylelikle, kıskanç bakışlara karşı her şeyi hazır eden kadıncağız, gönül rahatlığıyla tadını çıkarırdı hamam sefasının.
Dört bir yanı mermerlerle döşenmiş Ali Paşa hamamının yüksek tavanları, her daim sıcak su buharlarıyla dolu, kurnaların etrafı hep kalabalık olurdu.Tellaklar müşteri kapma yarışında öne geçebilmek adına, bağıra çağıra kendi reklamlarını yaparlarken, sesleri, çoğu kez, kadın kahkahalarının arasında kaybolup gitse de, en çok bahşiş alacaklarını bildikleri ekabirlerin başından ayrılmaz, türlü marifetlerini sergileyip, istediklerini elde ederlerdi en nihayetinde.
    Gelin beğenmeye gelen oğlan anaları, yıkanmaktan çok, gözleri genç kızlarda, yanlarındakilerle fısıldaşıp, malumat toplamakla geçirirlerdi vakitlerini. Lebibe’nin akça pakça teniyle, sedefli takunyalarının üzerindeki çalımlı yürüyüşü, kaynanaların dikkatinden kaçmasa da, yarbayın kızı olduğunu öğrendiklerinde, çoğunun cesareti kırılır, buna cesaret edenlerin de, Şeref, bitmek tükenmek bilmeyen listesini ellerine tutuşturduğunda, gözleri hayretle faltaşı gibi açılır, kalakalırlardı öylece. Lebibe, dünürlerinin hallerine burun kıvırır, ”Ala olmuş! ” derdi, ” Kendilerine itimatları yoksa, ne diye geliyorlar ki kapımıza!” Zaten taliplilerin bazıları da, hamamda genç kızı beğenmelerine karşın, üstten bakışını, kibirli duruşunu gördükçe, oracıkta vazgeçer, ”Yok anam,” diye konuşurlardı kendi aralarında, ” iyice kız amma vealkin bize göre değil. Burnuna  kor mu bu bizi hiç ! ”
Kerime daha küçük sayılırdı fakat ona da arada bir talipler çıkar, annesi hemen yapıştırırdı cevabı yanına yaklaşanlara ;
_Hanım, okuyor bizim kız!
Kadınlar şaşkın yüzüne bakar, ” Okuyup da ne edecekmiş! Veriver gitsin, valla böyle yağlı kuyruk bulamazsın !” tavsiyesinde bulunurlardı hararetle. Mürvet bu gibi sözlere
kulak asmaz, hafif yollu azarlayıverirdi kadınları ;
_Hadi hanım hadi, varın gidin işinize! Bende size verecek kız yoktur!
Kadınlar bozulup, uzaklaşırlarken söylene söylene, Mürvet de, o kızgınlıkla kurnadan aldığı suları, başından aşağı boca ederdi kaynar kaynar!
Lebibe’nin, gümüş hamam tasıyla su dökünmesi bile pek edalıydı. Sıcağın etkisiyle, ipek peştemalından görünen bembeyaz omuz başları kızarır, yüzüne şeftali pembesinin tatlılığı yerleşir, bu haldeki güzelliği, babasından çekinen oğlan analarının akıllarını yeniden çeliverirdi.
Uzun uzun süren yıkanma faslı bittikten sonra, göbek taşına geçilip, yemekler konurdu
ortaya. Hamam sefalarının baştacı yemeklerinden biri de, Tokat’ın meşhur erikli dolmasıydı. Bunun haricinde, börekler, meyvalar sofranın iştah açıcılığını  artırırlardı kat be kat. Yemekler iştahla silinip süpürülür, karınlarını iyice doyurduktan sonra, yorgunluktan kollarını kaldıramayacak halde olanların bile bir çoğu, yeniden yıkanmaya girişir, bazılarıysa, yanık bir sesin söylediği Tokat türkülerine alkışlarla eşlik etmeyi yeğlerlerdi oturdukları yerden. Kanı daha bir kaynayanlarsa dayanamaz, kalkıp başlarlardı oyuna.
Akşamlara kadar süren bu eğlentilerde, düşlerini çoktan çeyiz sandıklarına kilitleyen, bu soluk renkli Anadolu şehrinin kadınları, mermer kurnalarda kaynar sularla yıkanıp, içleri yandığında, orlon lifleri, kildanlarda sularını süzüp yorgunluk atarken, her damlayla,  geçip giden hayatlarını düşünür birer köşede, sözde neşeli gürültülerin ardındaki pişmanlıklara kapılırlardı  gözlerinde tüten buğularla!
   Mahallenin çocuklarına uyan Tuğrul, gittikçe daha çok yaramazlık yaparken, Mürvet’in eli yüreğindeydi hep. Babasının haberi olsa oğlanın yaptıklarından,dünyalarını burunlarından getirirdi. Kadıncağızın korktuğu başına geldi bir öğleden sonrasının sıkıntılı sıcağında. Tuğrul arka sokakta top oynarken arkadaşlarıyla, evlerden birinin camını kırmış, sonra da korkuyla  kaçmış, ağlayarak annesine anlatmıştı her şeyi;
_Anne, adam beybabama deyiverirse ya!
_Korkmayasın oğlum, ben şimdi bir hal yolu bulurum.
Mürvet hemen hırkasını alıp omzuna, telaşla sokağa fırladı. Oğluna bir zarar gelmemeliydi.
Camı kırılan evin kapısını çalarken, elleri tir tir titriyordu Mürvet’in. Ev sahibine adeta yalvarırcasına, rica minnete başladı. ”Aman,” dedi,” asabidir bizim bey! Duyarsa, çocuğu döver, n’olur kardeşim, halledelim şu meseleyi kendi aramızda!”
Bunları söyledikten sonra, karşı tarafın cevabını beklemeden, cüzdanından para çıkarıp
tutuşturdu adamın eline. ” Bu bol bol karşılar zararını! ”dedi ve tembihatta bulundu bir kez daha, ”Aman aramızda kalsın! ”
Eve dönerken içi rahatlamıştı artık. Tuğrul’u da, koltuğunun altına alıp sakinleştirdi.
_Korkma sakın ola oğlum, her şeyi hallettim!  Kimseler kılına bile dokunamaz senin!
     O senenin en önemli, hepsini en sevindiren olayı, Tuğrul’un sünneti olmuştu. Bu yaşayacakları ilk mürüvet olduğundan, ev halkına neşeli bir heyecan dolanmış, farklı bir sevinç, evi, tavanından zeminine kadar kaplamıştı boydan boya. Havalar da güzel gidiyorken, bahçede şöyle gönüllerince, sazlı sözlü bir eğlence düzenlemeye karar verdiler. Karı kocanın, büyük pirinç karyolaları, adamlar tutulup güç bela indirildi bahçeye. Mürvet sandığından çıkardığı ve şimdiye kadar kullanmaya kıyamadığı beyaz işli yatak takımlarını oğlunun şerefine serdi ilk defa. Etrafı süsleme görevi kendisine verilen Kerime, ağaçlara rengarenk balonlar asıp, kurdelalar bağladı gövdelerine de.  Bazılarından, krapon kağıtlarıyla yaptığı merdivenleri sallandırarak, bir panayır yerine döndürdü bahçeyi.
Şeref’ minik ampuller bağladığı ipleri, ağaçların kalın dallarına gererek bahçeyi donattı. Sıdıka, yorucu olduğundan, uzun zamandır yapmadığı bakla dolmasını sarmak üzere geçti ocak başına, Lebibe zaten mutfaktaydı her zamanki gibi ve deyim yerindeyse, gerçekten de döktürmüştü o özel gün için.
Bir iki de çalgıcı bulununca, her şey hemen hemen hazırlanmıştı artık. Erkenden başlayan düğün, geç saatlere uzanarak sürüp gitti. Mürvet’in ablasıyla, eniştesi, yarbayın bir iki sevdiği ahbabı ve konu komşudan oluşan davetliler, pek memnun görünüyorlardı hallerinden. Genç kızlar hizmet edip, oradan oaraya koştururken, sünnet çocuğu rahat yatağında kendi için düzenlenen eğlenceyi keyifle seyrediyor, hala açamadığı hediyelerin
merakıyla yanıp tutuşuyordu. O telaşlı mutluluk esintisinde unuttukları bir şey, ertesi gün babalarının aklına gelince, eve getirttiği bir  fotoğrafçı sayesinde, saadetli ender vakitlerden birini, evde uzunca süreden sonra yaşanan, ve bir çok kişiyi biraraya toplayarak gülümseten sünnet düğününün, henüz üzerlerinden atamadıkları zevkli rehavetini, siyah beyaz bir karenin ardına saklatıp durdurdu. Onca mesut saat, önce küçük bir kadraja sığındılar, sonra karanlık bir odada buldular kendilerini endişeli bir bekleyişle.
Derken, bir albüm sayfası oldu mekanları! Bir resimden baktılar dünyaya senelerce.
..........
“Tuğrul balonlarla süslenmiş kocaman yatağında, krallar gibi yatıyordu. Arkasında o gün için alınmış pırıl pırıl bir duvar halısı vardı görünen. Beyaz iş çarşafların, yastık kılıflarının, kar misali temizlikleri anlaşılabiliyordu bir bakışta kolaylıkla. Karyolanın yüksek demirlerine kolunu dayayıp poz veren Kerime, küt saçları, belinde kalın bir kuşak olan, açık renk elbisesi, yüzündeki muzip gülümsemesiyle pek şirindi doğrusu. Yarbay, her zamanki sert ifadesiyle kızının yanında, ayakta duruyordu. Onların önündeki iki sandalyede ise, Mürvet’le, büyük kızı oturmuşlardı. Üzerlerindeki birbirine benzeyen, empirme desenli elbiselerin, iyi bir terzinin elinden çıktığı belliydi. Annesinin eteği, bileklerine kadar uzun tutulmuşken, Lebibe’ninki biraz daha kısaydı. Bacaklarını bitiştirip, yana doğru eğerek zarif bir biçimde oturuşunun yanı sıra, kolundaki kalın, altın bilezikler, kaçacak gibi değillerdi dikkatli gözlerden. Resimdeki belki de tek ortak nokta,
bu beş kişinin gözlerinde gezinen gizli bir kederin, her bakanı, dile getirilemeyen bir çekingenlikle etkileyen varlığıydı...”
..............
Sünnetin akıllarda kalan, ve yıllar sonra bile hatırlandığında, herkesi güldüren en komik hikayesi ise, salondaki acem halısının başına gelenler olmuştu. Sünnet olayından belli ki çok etkilenen Tuğrul, biraz iyileşip ayağa kalktığında, kendi kendine kaldığı  bir anda aklına esmiş, masanın üzerinde bulduğu makasla, güzelim halının uzun püsküllerini kesivermişti eğri büğrü. Bunu ilk farkeden Lebibe, şaşkınlıkla halıya bakarken, çocuk yanına gelip, ”İşte,” dedi, ” ben de halıyı sünnet ettim!” Gülsün mü, ağlasın mı
kestiremeyen genç kız, evdekileri topladı başına. Beraberce bir halıya, bir çocuğa
baktılar, sonra hep birden gülmeye başladılar.
    Kapı hızlı hızlı çalındığında, Lebibe  mutfakta, yeni diktiği basma önlüğünü
beline henüz bağlamış, bulaşıklara girişmek üzereydi. Sünnetin yorgunluğu hala omuzlarında, eli ayağı tutmuyordu neredeyse. Zilin sesini duyunca,” Kim ki bu
sabah sabah!” diye söylendi kendi kendine. Ellerini alelacele yıkayıp, kapıya doğru seğirterek açtığında, tanımadığı, orta yaşlarda bir adamla karşılaşınca, ” Buyur beyamca
kimi aradın?” diye sordu merakla. Adamın oldukça şık  takım elbisesi, başında,
pahalı olduğu belli fötr şapka ve ayna gibi parlayan ayakkabıları ilk anda çekmişti genç kızın dikkatini. Yabancı, Lebibe’ye, munis bakışların gezindiği, uzun kirpikli gözleriyle
bakarken, bir taraftan da, etkileyici bir ses tonuyla cevaplamıştı sorusunu;
_Yarbay Şeref  beyin evi değil mi hanım kızım?
_Buyurun, beybabam evde.
Lebibe biraz geriye çekilmiş, misafirin içeri girmesini beklemekteydi. Adam, terddütlü bir halde, çekimser tavırlarla, hala eşikte dururken, tam o sırada, Mürvet’le, görümcesi,
kahvaltı sonrası, limonlu, keyif çaylarını bahçede içmiş yukarı çıkarlarken, merdivenlerin son basamağında, Lebibe’nin sesine karışan bir erkek sesi duyarak, kulak kesildiler. ”Kim gelmiş?” diye başını uzatan Mürvet, kapıda duran adamı farkedince, kızının yanına gitti hızlı adımlarla. ” Anne,” dedi, Lebibe onu gördüğünde, gözleriyle adamı işaret ediyordu öte yandan da;
_Beybabamı soruyorlar!
“Buyursun, buyursun.” derken, Mürvet gelen misafire bakıyor, gözlerini kısmış, kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Kadın var gücüyle bu uğraşısını sürdürürken, Sıdıka da gelmiş, misafiri, gözucuyla görür görmez, attığı çığlığı andıran haykırış, Mürvet’i
yerinden sıçratmıştı. Hayretle, başını görümcesinden tarafa çevirdiğinde, kadıncağızı,  gözlerinden akan sicim gibi yaşlarla bulmak, şaşkınlığını iyice artırdı. ”Celal abi!” sözleri dökülüyordu Sıdıka’nın dudaklarından mütemadiyen.
Bu ismi duyar duymaz, gözleri faltaşı gibi açılmıştı Mürvet’in. Celal miydi bu adam! Hiç tanımadığı kayınbiraderi Celal!
Lebibe’nin ise, neler olup bittiğiyle ilgili en ufak fikri yoktu. Taşlığın bir köşesine  çekilmiş, halasıyla annesini seyrediyor, bu işin sonunun neye varacağını görmek için bekliyordu.
Sıdıka,adama doğru yaklaşıp, heyecandan çatallaşmış sesiyle fısıldadı tekrar;
-Celal abi!
Adamın gözleri dolu dolu, kadına takılıydı. ”Bak,” dedi Sıdıka, ”kardeşinim ben!” Ağzından zorlukla çıkan bu kelimelerden sonra, daha fazla dayanamayarak, ağabeyinin boynuna atıldı. Mürvet kızının yüzündeki ifade karşısında, başıyla, misafiri işaret ederek, “Amcan, kızım!” diye, bir açıklama getirme zorunluluğunu hissetmişti. Sonra da, hala birbirlerine sarmaş dolaş halde olan iki kardeşin omuzlarına dokundu.
_Hadi yukarıya çıkalım. Abiniz haberdar olmasın hele! Malum ya, asabidir!
Aceleyle adamı, üst kattaki küçük odaya götürdüler. Lebibe bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa girmiş, Sıdıka’yla, Mürvet, Celal’in yanında kalmışlardı. Neyse ki, yarbay aşağıda, atelyesindeydi de, olan bitenden yoktu haberi şimdilik. Yukarıda, Sıdıka’nın hala dizleri titremekte, ağabeyine bir yabancıya bakar gibi bakmaktaydı. Ne uzun seneler geçmişti aradan! Köprülerin altından ne çok sular akıp da gitmişti! Kendisi küçücük bir kız, ağabeyi toy bir delikanlıydı en son görüştüklerinde. Oysa şu an, ikisi de orta yaşa yaklaşmış, arkalarında sızılı hayatlar bırakmış çoktan ve gitgide yaşlanmaktaydılar. Ne kadar boşa geçmişti yıllar. Yollarsa hep yerinde kalmış, hiç bir yere varamamışlardı.
Celal kardeşinin elleri avuçlarının arasında, ”Sıdıka,” diyordu, ” nasılsın?”
_Nasıl olayım abi, senin hasretin perişan etti hepimizi!
_Yaptım bir hata, serde gençlik vardı! Lakin, sonra korkudan dönemedim. Velhasıl, akıp geçmiş zaman!
Konuşmasının burasında susup, henüz yeni gördüğü Mürvet’e dönerek sordu;
_Abim nasıl yenge?
_Yaşlandı elbet, sağlığı da pek iyi değil, bir sinir illetine tutuldu.
Celal hiç bir şey söylemiyor, bakışları uzaklarda oturuyordu öylece. Sıdıka ise, gözleri dolu dolu, abisiyle ilgili her şeyi, büyük bir merakla öğrenmek için can atıyordu.
_Nerelerdeydin abi bunca vakit?
_Uzun hikaye Sıdıka! Rüzgar misali sürüklendim oradan oraya!
_Şeref abim hiç bağışlamadı seni, adını bile anmadı bir daha.
_Haklı, ne demeli!
Mürvet’in aklına düşmüştü birden kocası. Ellerini ovuştura ovuştura söyleniyordu kendince.
_Ah, nasıl anlatsam ki Şeref beye! Küplere biner şimdi!  Ne etmeli bilmem!
Sıdıka, yengesinin derdine derman olacak bir fikir verdi;
_Yenge, hemen söyleme. Yemekten sonra, bir punduna getirip, anlatıveririz.
_Doğru dedin Sıdıka, öyle edelim.
Bu sırada, Lebibe elinde kahvaltı tepsisiyle oda kapısında belirmişti. Mürvet onu
görünce,”Gel kızım,”diyerek çağırdı yanına,”tepsiyi bırak da, amcanın elini öp.” Genç kız, annesinin sözünü aynen yerine getirerek,”Hoş geldin amca.”dedi, adamın elini öperken.
Celal yeğenine muhabbetle bakıyor, yengesine keyifle şöyle diyordu;
_Yenge, maşallah büyütmüşsün kızı!
Sıdıka lafı Mürvet’in ağzından alıp, cevapladı ağabeyini;
_İki tane daha var abi.
_Ooo, allah bağışlasın! Desene, üç yeğene birden sahip oldum. Senden ne haber Sıdıka?
_Bende de hayırsız bir evlat var, gölgesini bile görmem nicedir!
Sıdıkanın yüzü bulut bulut olmuştu bunları söylerken. Mürvet biraz da konuyu değiştirmek için, Lebibe’ye kardeşlerini sorduğunda, ” Bahçedeler,” demişti genç kız, ”oyuna dalmışlar.”
_Ya beybaban?
_Hala atelyesinde.
_Aman iyi, iyi!
Celal tepsiyi önüne almış, iştahla yemeye koyulmuştu. Sıdıka öyle özlemle beklemişti ki senelerce ağabeyini görmeyi, hiç yanından ayrılmak istemiyor, bıraksalar asırlarca onunla kalabilecekmiş gibi hissediyordu kendini. Oysa, yengesi çoktan ayağa kalkmış, gitmeye hazırlanıyo, telaş ediyordu;
Saat öğleye yaklaşmış. Şeref bey yemeğe iner neredeyse! Sıdıka sen de gel, sorar şimdi. Hem, Celal de dinlensin.
İki kadın aşağıya yönelirlerken, yarbay da, merdivenlerden seslenerek yukarıya çıkıyordu.
_Hanım, hazır oldu mu yemek?
_Hazır, hazır. Ellerini yıka da, oturalım.
Çoktan masayı kuran Lebibe, tencereleri de ocağa koymuş, pencereden kardeşlerini çağırıyordu. Beş dakika içinde, tüm aile yemek masasının başındaydılar. Hiç bir vakit
fazlaca konuşma adetleri yoktu zaten masa başında ya, o yemekte, her zamankinden daha da sessizdiler. Hemen hemen tek bir söz bile edilmemişti kimse arasında. Yemekten  sonra, çocuklar yeniden bahçeye, Şeref bey atelyesine döndüğünde, üç kadın başbaşa kalmışlardı yine ve hepsinin aklını da, üst kattaki misafirleri meşgul etmekteydi. Lebibe amcasının nasıl biri olduğunun merakındayken, halası, abisinin başından geçenleri
düşünüyor, annesinin kafasını ise, durumu yarbaya nasıl açıklayacağı konusu kurcalıyordu. Ama böyle beklemek, hiç bir şeyi çözmeyecekti. Kararlı adımlarla mutfağa
yöneldi Mürvet. Ocağın başına geçip, kendi elleriyle sade bir kahve pişirip, yanına bir bardak ılık su koyarak, tepsiyle, kocasının yanına gitti. Yarbay aklına takmış, ille  komodin yapacağım diye uğraşıyordu haftalardır.Yine işinin başında, elindeki çekiçle, kuvvetli darbeler indiriyordu tahtalara. Mürvet, “Şeref bey,” dedi, ” hadi ara ver de, kahve iç. Bak, senin için yaptım.” Yarbay çekici bırakıp, masanın üzerindeki kahve fincanından bir yudum alırken, ”Eline sağlık hanım pek güzel olmuş.” sözleriyle, iltifat etmeyi de unutmamıştı. Hazır, keyfi yerindeyken  kocasının, söylemenin tam sırasıydı şimdi. ” Şeref bey,” dedi,”sana bir diyeceğim var ama...”
Yarbay karısının yüzüne bakıyordu duyacağı şeyin merakıyla;
_Ee, de bakalım hanım! Hayırdır inşallah!
_Artık bilmem orasını, hayır mı, şer mi!
_Allah Allah, yahu söylesene, telaşa verme insanı!
_Şeref bey, bak hakim ol kendine, sinirlenme!
__Fesupanallah, bunalttın beni hanım!
_Sabah bir misafirimiz geldi de.
_Kimmiş?
Mürvet, o ismi eveliyor, geveliyor, bir türlü çıkaramıyordu ağzından. Kocası gür sesiyle, sordu tekrar;
_Kimmiş dedim!
Artık, kaçacak yeri kalmadığını anlayan kadıncağız, derin bir soluk aldı ve  bir çırpıda söyleyiverdi;
_Celal!
 Söyler söylemez de, müthiş bir rahatlık duygusu sardı bedenini. Sanki o isim, sihirli bir elbisye bürünmüş de, Mürvet’in yüreğine sular serpmişti.  Şimdi geriye kalan,  yarbayın vereceği tepkiyi beklemekti. Yaşlı adamın yüzü, önce bembeyaz, sonra yeşilimsi bir hal aldı. Tek kelime söylemiyor, kızgınlığı sadece, dudaklarının titreyişinden ve gözlerinin beyazının, pembeye dönüşünden anlaşılabiliyordu. Mürvet’in hissettiği rahatlık, yerini tedirginliğe bırakıyor, yarbayın söyleyeceklerini beklerken, zaman tükenmek bilmiyordu. Nihayet yarbay, sabit bir noktaya diktiği bakışlarını, karısına çevirdi. Mürvet, yaşlı adamın ağzından iniltiye benzer bir halde dökülen, ”Celal ha!” sözlerini, güçlükle telaffuz ediliyormuş duygusunu veren  bir ağırlıkla duydu.
_Ya, Celal ! Çıkıp gelmiş. Lebibe de tanıyamamış tabii !
_Burada mı o deyyus!
Yarbayın, biraz önce iniltiyi andıran sesi, kükremeye dönüşmüştü birdenbire. Kadıncağız korkudan ne diyeceğini bilemiyor, adeta yalvarıyordu kocasına ;
_Aman Şeref bey, kurbanın olam, hakim ol kendine !
_Ahlaksız herif ! Ne yüzle geliyor bu eve!
_Biraderin, Şeref bey! Atsan atılmaz, satsan satılmaz ! Sen büyüğüsün, affet!
_Ne affetmesi ! Sakın ola, görünmesin gözüme !
_O nasıl lakırdı!
_Basbayağı lakırdı ! Görünmesin, işte o kadar !
_Yakışık alır mı, bak çocuklar da var.
_Onlarla da konuşmasın. Yoldan çıkarır çocuklarımı da kendisi gibi.
_Aman bey, amcaları, hiç olur mu!
_Olmaz olsun onun amcalığı!
_Bak, Sıdıka da pek üzülür. Zavallı nasıl memnun olduydu.
_Ona dua etsin zaten o ahlaksız!
Mürvet,  yarbayın, bir kez Nuh dedi mi, bir daha peygamber demeyeceğini çok iyi bildiğinden,  fazlaca ısrar etmedi. Hiç bir şey söylemeden yukarıya çıkarken, yine,
zorlu günlerin ailesini beklediğini geçiriyordu aklından.
    Lebibe bahçeye inmiş, çocuklara birer bardak vişne şurubu götürmüştü. Kerime’yle,
Tuğrul birbirlerini kovalarlarken öyle susamışlardı ki, ablalarının getirdiği yakut renkli şuruplarından içtiklerinde ferahladılar bir hayli. ”Abla,” dedi Tuğrul, ”annem niye bizi küçük odaya göndermiyor?”
_Celal amcam geldi, orada kalıyor da ondan.
Kerime merakla sordu;
_Ne zaman geldi?
_Sabahtan.
_Ee, niye bize demedin?
_Bahçedeydiniz ya.
_Abla, sen gördün mü Celal amcamı?
_Gördüm elbet.
_Nasıl biri?
_Çok iyi adam. Hem, beni de çok sevdi. Hadi, siz de gidin yanına.
Ablalarını dinleyen iki kardeş, soluğu, Celal’in kaldığı odanın kapısında almışlardı.
Çocuklar amcalarını görecekleri için pek heyecanlıydılar. İçeriye girdiklerinde, Sıdıka halaları da oradaydı. Kanepede oturan Celal, onları görünce, ”Oo, yeğenlerim!” diye ayağa fırlamıştı sevinçle. Kerime’yle, Tuğrul’a sarılırken, Sıdıka gözlerinde yaşlarla izliyordu onları. Çocuklar biraz şaşkın ama mutluydular. Çok  sevmişlerdi amcalarını. Babalarına  benzemiyordu hiç. Neşeli, konuşkan bir adamdı. Ne yapsalar kızmaz, babaları gibi bağırmazdı. Onun gülen yüzüyle karşılaşır karşılaşmaz, bu karara varmışlardı her ikisi de. Anneleri de katılınca, kadro tamamlanmış, sohbet de
epeyce koyulaşmş oldu. Yarbaydı tablodaki tek eksik ama kimse ondan bahsetmeye yanaşmıyor, Celal de, tahmin ediyordu aşağı yukarı ağabeyinin düşüncelerini. Yine de, bunun tadını kaçırmasına izin vermeyecekti. Uzun senelerden sonra ilk defa, böyle bir aile sıcaklığı hissediyordu çünkü. Sıdıka bir ara, yengesinin kulağına eğilmiş, ağabeyini sormuştu ;
_Yenge, ne dedi abim?
_Ne diyecek, küplere bindi!
_Eyvah, eyvah !
_Ya! Görünmesin gözüme diyor da, başka bir şey söylemiyor!
_Ne yapsak ki!
_Düşünüyorum da, aklıma bir şey gelmiyor Sıdıka !
_Abimin dediği dediktir, bilirsin.
_Bilmem mi, idare edeceğiz artık!
_Aman yenge, ne olursa senden! Kavga ne etmesinler de!
_Tasalanma sen, halolur inşallah.   
      O günden sonra evde, herkesin yüreğini burkan bir saklambaç oyunu başlamıştı.  Yarbay’la kardeşi, birbirlerini hiç görmeden vakit geçiriyorlardı aynı evin içinde. Yarbay her zamankinden daha da huysuz olmuş, kendini ya odasına, ya atelyeye kapatıyor, çok gerekmedikçe dışarıya bile çıkmıyordu. Celal ise, üst kattaki küçük odada yaşıyordu ama memnundu hayatından. Her daim ziyaretçileri oluyor, yalnız kalmıyordu hiç. Yeğenleri onun yanına gidebilmek için fırsat kollar hale gelmişlerdi. Amcalarının anlattığı eğlenceli hikayeler, onlara her oyundan daha cezbedici geliyordu çünkü. Kolay kolay kimseleri beğenmeyen Lebibe bile, müptelası olmuştu bu hikayelerin. Amcası bunları uyduruyor  mu, yoksa gerçekten yaşamış mı, bir türlü karar veremiyordu buna! Yine de, tüm bu anlatılanların, gerçek hikayeler olduğuna inanmak istiyor, o hayal, sabahları bir an  önce işlerini bitirip, yukarı çıkmaya can atan genç kıza, yaşadığı tekdüze hayatta, renkli bir yelpaze serinliği sunuyordu. Üç öğün yemeğini odasında yiyen Celal, yeğeninin yaptığı lezzetli yiyeceklerden atıştırırken, bir yandan da, Lebibe’nin sorduğu sorulara cevap verirdi. Bu sorular, çoğunlukla başka memleketlerle ilgiliydiler. Genç kız, amcasının dünyayı gezdiğini öğrendiğinden beri, merakı kat kat artmış, her şeyi bilmek isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Keşke, kendisi de gezebilseydi onun gibi. Belki erkek olaydı, yapardı tüm istediklerini. Niye sanki annesi onu erkek doğurmamıştı !
Sıdıka, ağabeyinin çökmüş haline üzülüyor, nasıl zor bir hayat yaşadığını düşünüyordu mütemadiyen. Bir gün yine onun yanındayken, aklına gelen bir şeyi sordu;
_Abi, bir dansözle mi gitmişsin sen, annem hep öyle derdi.
_Doğru, Evantiya oraların en güzeliydi. Gittim kapısına, ” Benimle gel ! ” dedim, kaçtık beraber. Lakin, rakkaselik kızın ruhuna işlemiş, unutamadı bir türlü o hayatı. ” Dans edeceğim.”diye tutturunca, ”Ne halin varsa gör!”  dedim. Sonra da yazıldım bir gemiye,
ora senin bura benim misali gezip durdum. Zor meslektir denizcilik, yer bitirir adamı! Ne aile kurabilirsin, ne evin barkın olur.
_Ah, abi dönüp geleydin ya evine.
_Olmadı işte Sıdıka.
 Celal, dışarıya hiç adımını atmadan, bir ay kaldı Tokat’da.  Kızkardeşi, yengesi ve yeğenleriyle vakit geçirip, bir nebze de olsa, senelerdir çektiği aile hasretini dindirmeye
çabaladı. Sonra geldiği gibi, bir sabah erkeninde ayrıldı  oradan. Vedalaşırlarken, Sıdıka gözyaşları içindeydi. ”Ağlama,”dedi Celal ona, ”gelirim yine.”  Sıdıka biliyordu oysa bir daha gelmeyeceğini. Açıktan açığa belli etmese de, Şeref ağabeyine hep kırgın kaldı bu yüzden.
   Okulların açılmasına az bir zaman kala, Kerime, artık büyümüş bir  ikinci sınıf  öğrencisi olarak Sivas’a döndü. Sadece o değil, arkadaşları da gelişiyorlardı hızla. Hepsinde bir evlilik merakı almış yürümüş, çoğu, okulu bitirir bitirmez evlenmek istiyor, gelecekteki eşlerini şimdiden seçmeye uğraşıyorlardı. Kerime ise, iyi bir öğrenci, daha sonrasında da, iyi bir öğretmen olmak arzusundaydı. Tek emeli, aklındaki tek düşüncesiydi bu. Muallim mektebinde okuyordu. Oraya koca bulmaya değil, mesleğini eline almaya gelmişti. Beğenenler olmuyor değildi genç kızı fakat o, hiç birine aldırmıyor, kimselerle ilgilenmiyor, her zamanki tavrını sürdürüyordu yine. Hiç fire vermeden bitirmek zorundaydı okulunu. Bir an önce işine başlayıp, hayata atılması bakımından gerekliydi bu. Üstelik, sene kaybederse, babası kimbilir neler söyler, belki harçlık bile göndermezdi.! Ona da, okulunu bırakıp, mahçup bir halde Tokat’a dönmek düşerdi ki, bu utanca dayanamazdı.
    Okuldaki en yakın arkadaşı Mediha’nın son günlerde bir derdi var gibi geliyordu
Kerime’ye. Oldukça keyifsiz, durgun görüyordu onu. Bir teneffüs esnasında, sırrını arkadaşıyla paylaşan Mediha, teyzesinin oğluna aşık olduğunu söylemişti. Saatlerce sevdiği adamı anlattı. Öylesine kendinden geçerek bahsediyordu ki, genç kız şaşırıp kalmıştı. Üstelik, bu aşktan, delikanlının haberi bile yoktu henüz. Asıl derdi de buydu kızcağızın zaten. Ona sevgisini nasıl belli etmesi, nasıl dile getirmesi gerektiğini kestiremiyordu bir türlü. Her  zaman çok akllı bulduğu arkadaşından, kendisine de bir yol göstermesini istiyordu. Lakin, yanlış kişiydi fikir danıştığı. Kerime’nin bu konularda hiç bilgisi yoktu.”Seni de tanıştıracağım.” dedi Mediha. ”Görsen, nasıl yakışıklı !”  Kızcağız
güldü bu sözleri duyduğunda, tam da imtihan zamanında sırası mıydı aşkın meşkin ! Onlar için en mühimi dersleriydi şu sıralar. Ah, Mediha ne zamansız düşmüştü sevdaya !
    Cumartesi günü onlarda toplanmışlardı bir kaç arkadaş. Konuşup gülüşüyor, pasta  börek yiyerek keyif yapıyorlardı. Kapının çalınmasıyla birden yerinden fırlayan Mediha’
nın heyecanı, yanaklarının al al oluşu kaçmamıştı Kerime’nin gözünden. Bir şeyler olduğunu anladı derhal. Bir iki dakika sonra genç kız, yanında bir delikanlıyla döndü  tekrar odaya. Yüzündeki sevinçli aydınlıkla, arkadaşlarına dönerek tanıttı misafirini;
_Teyzemin oğlu Nihat.
Delikanlı tek tek hepsinin elini nezaketle sıktıktan sonra, geçip oturmuştu bir sandalyeye.
Kızlar kıkırdaşarak birbirleriyle konuşuyor, bu yakışıklı ve kibar genci beğenmişe
benziyorlardı. On beş, yirmi dakika sonra, Nihat izin isteyip ayrıldı yanlarından, onları
başbaşa bırakarak. Diğerleri gibi Kerime de, çok hoş bulmuştu arkadaşının kuzenini. Bunu Mediha’ya söylediğinde, genç kız, sevdiği adamın beğenilmesinden memnun,
”Boşa mı sevdim ben onu! ”deyip duruyordu mütemadiyen.
Bir kaç gün geçmişti ki, Kerime bir mektup aldı. Üzerindeki el yazısını tanıyamayınca, merakla açtı zarfı, aşk cümleleriyle dolu bir mektuptu bu. Daha önce başına hiç böyle bir
şey gelmediğinden şaşırmıştı genç kız. Üstelik, bunları yazan da, Mediha’nın sevdiğinden, Nihat’dan başkası değildi. Kendisinde etkilendiğini, ciddi niyetler beslediğini anlattığı satırlar gözlerinin önünde uçuşurken, arkadaşına ne diyeceğini düşünüyordu kara kara. Mediha duyacak olsa, ne kadar üzülür, kendini yer bitirirdi. Bu konudan kimseye bahsetmemeye karar verdi Kerime. Ne arkadaşı, ne de, başkaları bilmeyeceklerdi hiç bir şeyi. Mektubu da yırtıp attı, cevap bile yazmadan.
Bir kaç kere, evin yakınında karşılaştılar Nihat’la. Belli ki, onunla konuşabilmek için dolaşıyordu. Her seferinde, delikanlıyı tanımamazlıktan geldi. O da herhalde, genç kızın sert tavrından çekinerek, yaklaşamadı yanına. Böylelikle, olay kapanmış oldu. Mediha’nın sevdası, bir süre daha, aynı şiddette devam ettikten sonra, genç adamın yurtdışına gitmesiyle azaldı. Söndü bitti nihayetinde.
    Sarfedilen çabalardan, çekilen onca sıkıntıdan sonra, alın terini akıtarak, kitapların arasında sabahlayarak, bitirdi okulunu Kerime. Daha önce hiç tatmadığı, mutluluk ötesi şeyler hissettiği o günün hatırası, hep kalbinin ayrı bir köşesinde saklı kaldı. Yolları deli gibi koşarak geçip, eve gelmişti müjdeyi halasına vermek için. Kadıncağız sımsıkı sarıldı yeğenine, bağrına bastı, kollarının arasında tuttu uzun uzun.
Okuldan, kızının başarısından dolayı teşekkür belgesi gönderilmesiyle, çok gururlanmıştı yarbay. İyi ki de, o kararı verip, okutmuştu kızını. İşte şimdi, pırıl pırıl bir öğretmen olmuştu Kerime’si. Gelen teşekkürle iftihar ediyor, kağıdı bir türlü bırakamıyordu elinden. Dudaklarındansa, devamlı aynı cümleler dökülüyordu ;
_Akıllı kızım benim!

T.C                                                                                                   Tarih --------
Maarif Vekilliği
Sivas Öğretmen Okulu
Müdürlüğü
Sivas

Bay Şeref  -----------
Velisi bulunduğunuz okulumuz son sınıf talebesinden ----- numaralı Kerime ----- bu ders yılında gösterdiği üstün başarı, iyi tavır ve hareketi ile, okul iftihar listesine seçilmiştir. Kendisi kadar sizi de tebrik ederken, bu başarısının devamlı olmasını dilerim.
Saygılar.
Sivas Öğretmen Okulu
Müdür Vekili
--------------





Aynı anlarda Sivas’da, Kerime elinde diplomasını tutuyor, tekrar tekrar okurken, sicim
gibi yaşlar akıtıyordu yüreği dolup taşarak;


TÜRKİYE CUMHURİYETİ
MAARİF VEKİLLİĞİ
İLKOKUL ÖĞRETMENLİĞİ DİPLOMASI

Diploma Genel Numarası    .......
Şeref  kızı  Kerime  ...........

İlk öğretmen okulunda Edebiyat, Psikoloji, Pedagoji ve Tarihi,Tedris Usulü ve Tatbikatı,
Sosyoloji, Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya, Tabiibilgiler, Genel ve Okul Sağlık Bilgisi,
Matematik (Cebir, Geometri, Kozmoğrafya ), Yabancı Dil  (Fransızca), Resim, Elişi,
Musiki, Beden Eğitimi, Askerlik, Çocuk Bakımı, Ev İdaresi, Biçki_Dikiş, derslerinden
Sivas İlk Öğretmen Okulunda yoklama geçirerek,  Pekiyi derecede “ İlkokul Öğretmenliği Diploması” almağa hak kazanmıştır.
Tarih......
Okul Müdürü                                                                       Müdür Muavini
-------------------                                                                       -------------------





     Kerime, öğretmenliğinin ilk yılını, annesiyle beraber gittiği bir köyde geçirdikten sonra, ikinci kış, bir ahbaplarının vasıtasıyla, tayini Tokat’a çıktığında, tüm aile yeniden biraraya geldiler. Öğretmen okulundayken,  öğretmenleri, hatta müdür bey bile, okumaya devam etmesi için çok ısrarcı olmuşlardı. Konuyu, çekinerek babasına açtığında, tahmin ettiği gibi sert bir tepkiyle karşılaşan Kerime, bu defa mücadele etmedi. Başarılarıyla o kadar gururlanmasına rağmen, yarbay, kızının daha fazla okumasına izin vermeyince, o da, mesleğine vererek kendini, aradığı teselliyi onda bulmaya çalıştı. İşine duyduğu bağlılıkla, yorulduğunu hiç mi hiç farkedemeden, sabahlara kadar çalışıp, ders planları çıkarıyor, öğrencilerine vereceği ödevleri hazırlıyordu. Salonda, çalışmak üzere masanın başına oturduğunda, etrafının kitaplar, kağıtlar, ders notlarıyla dolup taşmasına şaşıran annesi, şaşkınlığını her vesileyle dile getirirdi;
_Mektebi bitirdin ya, hala talebe gibi ders çalışıyorsun! Aklım ermedi gitti vesselam!
Gençliğinin de verdiği hevesle, yeni öğretmenliğe başlamanın heyecanı birleşiyor, genç kıza, en iyi olma hırsını aşılıyordu her zamanki gibi. Gerçekten de, öğretmenlik hayatı boyunca bir çok kez, okuluna teftişe gelen müfettişlerden tebrikler alacak, hem kendi, hem de, çalıştığı okulların müdürlerini gururlandıracaktı. Zaman içinde  aldığı ödüllerle taçlandıracakdı meslek hayatını. Yıllarla beraber artan tecrübesiyle, şehrin ileri gelen aileleri, çocuklarını onun sınıfına vermek için çaba harcayacak, bunu adeta bir prestij meselesi haline getireceklerdi kendi aralarında.
       Herkesin, dilek dilemek üzere sık sık gittiği bir ziyaretin varlığı sebebiyle, Gıjgıj dağının, Tokat’lılar için farklı bir anlamı vardı. Ayrıca, dağın yeşillikler arasındaki tepesi de, bahar aylarının en çok uğranılan mesire yerlerindendi.
Kerime, İbn-i Kemal İlkokulunun en genç öğretmenlerinden biri olarak  ve  binbir hevesle, çocuk bayramı şenliklerinde, okulun düzenlediği pikniğe hazırlanmaktaydı. Gıjgıj dağına gideceklerdi hep beraber. Öğrencilerine, bir gün önce,  tembihatlarda bulunmayı ihmal etmedi bu konuyla ilgili olarak;
_Çocuklar, yarın törenden sonra hep birlikte Gıjgıj’a çıkacağız. Annelerinize haber edin de, size yiyecek bir şeyler hazırlasınlar. Herkes kendi yemeğini getirecek, unutmayın sakın ha! Hepsi bir ağızdan, yarınki eğlencenin sevinciyle cevap verdiler öğretmenlerine;
_Peki öğretmenim!
Kerime okuldan eve döndüğünde, ablasını yine mutfakta bulmuştu alışık olduğu üzere.
_Abla, neler yaptın bakayım!
_İşte, dolma sardım, kuru köfte kızarttım, su böreği de açtım, yeter herhalde.
_Yetmez mi abla, çok bile.
_Çok değil, çok değil. Temiz havada insanın iştahı açılır.
Kızlar ertesi günü iple çekiyorlardı. Aslınnda, piknik yapma isteğinden çok, ziyarete  çıkıp, dilek dileyecek olmaları daha fazla heyecanlandırıyordu her ikisini de. Gecelerini
uyumak yerine, neler isteyeceklerini düşünüp, hangisine öncelik vereceklerini
tasarlayarak geçirdiler. Onca yıldır Tokat’da yaşamalarına rağmen, Gıjgıj’a gitmek hiç
nasip olmamıştı. O yüzden de, böyle bir fırsat yakalamak çok ayrı bir önem taşıyordu
ikisi için de. Mürvet, babalarından izin isterken, okul söz konusu olduğunda, yaşlı adamın
yumuşadığını çok iyi bildiğinden, rahattı gönlü.
Lebibe ile Kerime, sabah erkenden kalkmışlardı. İkisi de telaş ediyor, geç kalmaktan ödleri  kopuyordu. Hazırlanırken oradan oraya koşturuyor, durmadan odadan banyoya girip çıkyorlardı. Bu kargaşadan sıkılan Şeref, çareyi yine atelyesine inmekte bulmuş, Tuğrul okulundaki törene gitmiş, anneleri de, kızlarının peşinde dolanıp duruyordu mütemadiyen aynı sözleri tekrar ederek;
_Kızım, hayırlı kısmet dilemeyi unutmayasınız sakın ha!
Nasihatlarına ara verip, yün yeleğinin cebinden, iki küçük parça kırmızı kurdela çıkartarak uzattı;
_Aha, bunları da ağacın dalına bağlayıverin! İyicene saklayın cüzdanınızda, bir yerde kaybolmasın.
Lebibe, mutfakta yiyecekleri tencerelere koyup, filelere yerleştirdikten sonra, giyinmek üzere odasına gitti. İki kardeş, belden büzgülü basma elbiselerini giydiler. Aynı model
elbiselerden, Kerime’ninki mavi, ablasınınki de, yeşil çiçekliydi. Başlarına da,
kıyafetlerinin renginde saç bantlarını taktılar. Ayakkabılarıysa, açık renk ve kısa
topukluydu. Ne de olsa, uzun bir yürüyüş yolu bekliyordu onları. Annelerinin ısrarıyla,
birer de ince hırka aldıklarında, şıklıkları gözle görülür biçimdeydi ve gitmeye hazırdılar
artık.
       Okulda şiirler okunup, marşlar söylenerek tamamlanan bayram töreninin ardından, kapının önüne gelen arabalara doluşarak yola koyuldular. Çocuklar, öğretmenler ve
öğretmenlerin yakınlarından oluşan neşeli bir kalabalık oluşturuyorlardı beraberce. Yolda
söyledikleri şarkılar, gökyüzünde, ağaçların gövdelerinde çınlıyordu. Gıjgıj’ın eteklerine
vardıklarında, bundan sonraki yolu, arabalar yokuşu çıkamayınca, yürümek zorunda kaldılar. Epeyce uzun bir kafile halinde, dinlene dinlene yürürülerken de eğlenmeye devam ediyorlardı. Yeşillikli ve bol ağaçlı geniş bir alana ulaştıklarında, burada kalmaya karar verdiler. Çocuklar neşeyle etrafa dağılmış, diğerleri de yanlarında getirdikleri küçük kilimleri yayıyor, yiyecekleri bir bir çıkarıyorlardı. Yapılan yürüyüş herkesi acıktırmış olmalıydı ki, bir anda yemeklerin başına üşüştüler. Her zamanki gibi yine, en çok beğenilenler, Lebibe’nin hazırladıkları olmuş, bütün övgüleri o toplayıvermişti. Buna alışık bir tavırla ve ağıbaşlılıkla karşıladı tebrikleri, sadece gülümsemekle yetiniyordu.
Küçükler, yiyeceklerden çok oyun peşindeydiler. Bir çırpıda ağaçlara kurdukları salıncaklarda sallanmanın zevkine varıyor, ya da, beraberlerinde getirdikleri toplarla
oynuyorlardı. Büyüklerin bir kısmı yerlere oturmuş, sohbet etmeyi tercih ederken,
bazıları da, yediklerini eritmek üzere yürüyüşe çıkmayı yeğlemişlerdi.
Kerime’nin arkadaşı Sabahat’ın ablası,”Kalkın kızlar!” dedi, ”yemekten sonra, ya, kırk
adım atmalı, ya, sırtüstü yatmalı demişler! Hadi marş marş!!”
Lebibe de onayladı onu;
_Pek doğru söyledin, hem dilek de dileriz!
Ziyarete vardıklarında, hepsi ayrı köşelerde, başlarına  eşarplarını örtüp, mubareğin ruhuna birer fatiha okuduktan sonra, isteklerini sıraladılar tek tek. Yeşil parmaklıklara dokundurdukları ellerini, yüzlerinde gezdirerek tamamına erdirdiler dualarını. Kerime’yle, Lebibe, annelerinin verdiği kırmızı kurdelaları, kaşla göz arasında bağladılar birer ağaç dalına. Kalpleri umutla doluydu yeniden pikniğe dönerken.
Öğretmenlerden birinin annesi de vardı aralarında. Yaşlılığına rağmen, epey neşeli olan
kadıncağızı çok sevmişlerdi hepsi. Hele de, her birine baktığı el fallarında  pek güzel şeyler söyleyince, keyifleri iki misline çıkmış, kurdukları hayallerin verdiği rehavet, gülümseyen yüzlerine yayılıp kalmıştı. Hareketli geçen zamanın yorgunluğuyla, çoklukla
kısa şekerlemeler ya da, tatlı dedikodularla oyalandılar kalan saatlerde. Gitme vakti yaklaştığında, yavaş yavaş toparlanan eşyaları yeniden çantalara yerleştirmiş, yürüyüşe
koyulmuşlardı ki, hafif bir yağmur, onlara şaka yapar gibi serpiştirmeye başladı. Önce
hepsini bir korku aldı, onca yolu nasıl giderlerdi bu halde! Sonra bunun da keyfini çıkarırcasına, yağmur hızını arttırdıkça, inadına onlar da neşelerini arttırıp, kahkahalarla
ıslana ıslana devam ettiler yollarına. Nihayet, arabalarına bindiklerinde, bir hayli ıslanmış olsalar da, mutlulukları hiç bozulmamıştı.
Yorgunluktan erkenden yattılar iki kardeş o gece. Henüz uyumamışlardı ki, Kerime sordu;
_Abla ne diledin sen?
_Söylenmez, olmaz yoksa!
_Ben de söylemem o zaman.
Lebibe sırtını dönüp uyumaya hazırlanırken, ”Söylemezsen söyleme!” diyerek, umursamaz bir ses tonuyla cevapladı kardeşini.
Birbirlerinin dileklerini hiç öğrenemediler ama ikisi de, çok uzun yıllar beklediler Gıjgıj dağının, isteklerini gerçeğe dönüştürmesini, olmadı. Nice yağmurlar yağdı üzerlerine, yine olmadı. Hep ıslak ve çok uzaklarda kaldı, zamanla silikleşen bütün o arzular! 
    Tokat bir hırsızlık fırtınasına tutulmuştu. Behzat caddesindeki, hemen hemen her ev soyulmuş, suçlunun bir türlü yakalanamaması, korku salmıştı şehire. Hırsızın kim
olduğu bilinmiyor, sadece, Ucu ismi dolaşıyordu dilden dile. Evlere, bacalardan girdiği söylenen bu hırsızı hiç kimse, hiç bir yerde görememişti. Sanki, bir hayaletti Ucu! Herkes
onu konuşuyor, evlerde, kahvelerde, sokakta, adından bahsediliyor  ama kendisi hiç tanınmıyordu.
Geceleri  kimi mahallelerde, bekçilerle de yetinmeyen ahali, sırayla nöbet tutmaya girişmişlerdi. Fakat zaman geçip de, Ucu yakalanamayınca, onunla ilgili tuhaf hikayeler uydurulup, ağızdan ağıza anlatılmaya başlandı. Bu hikayeleri uyduranların kendileri bile, onlara inanır hale geldiler. Bir süre sonra Ucu, neredeyse bir efsane olup çıktı.
     Oysa o, yirmi yaşlarında, anasını babasını bile tanımayan, küçüklüğünden itibaren hırsızlığa alışmış bir çocuktu. Zamanla, bu konuda öyle bir çeviklik geliştirmişti ki, hava
kararınca işe çıkar, maymun gibi, damdan dama atlayarak, bir kaç evi, elçabukluğuyla soyardı. Gündüzleri evden dışarı çıkmazdı çok fazla. Kendisiyle ilgili söylentileri
duydukça bazan şaşırıyor, bazan gülüyordu. Ona, bu haberleri getiren ablasıyla, abisi de,
tanınırlardı şehirde. Pek iyi değilse de, bir şöhretleri vardı. Bol içkili gece alemlerinin
en gözde dansözüydü ablası. İki elinde, iki gaz lambasıyla yaptığı değişik dansından dolayı Lambalı derlerdi ona. Bu sarışın kadın, sadece erkeklerin eğlentilerine değil, kadınlar arası düğünlere, kına gecelerine de çağırılırdı ara sıra. Sazlı sözlü toplantıların
vazgeçilmezleri arasındaki, kadın kıyafetleriyle oynayan, piç Sıddık lakaplı homoseksüel ise, abisiydi Ucu’nun. Bu acayip adamın, kadın gibi göbek sallaması, biraz da, kafayı çektiklerinde, pek eğlendirirdi insanları.
      Üç kardeş Tokat’da yaşıyorlardı yaşamasına fakat anlatılması zor, tuhaf bir hayattı onlarınki. Kimse umursamıyordu bile varlıklarını. Yaşamları kendi ellerinde değildi. 
Gizlenmeye, saklanmaya mahkumdular. Suç onlarda mıydı sadece, yoksa başkalarının
da günahı var mıydı! Bunu düşünmemişlerdi hiç. Gecelere kendilerini bırakan yarasalar
misali, karanlıklarda bulmuşlardı hep huzuru. Daha rahat ettikleri karanlıkları, yıldızların
aydınlığıyla sevmişlerdi.
Abisiyle, ablası, arada bir  dışarıya çıkarlardı gündüzleri. Ucu onları beklerken, içini bir korku kaplardı, tehlikeli gecelerde hiç duymadığı bir korku!  Derken, piç Sıddık’la, Lambalı dönerlerdi. Sokaklar, insanlar, kalabalık,  ikisini de tedirgin edince kısacık bir zamanda, fazla kalamaz, sığınaklarına, dışarıdan bakıldığında, virane gibi görünen ama onlar için muhteşem bir köşkü andıran evlerine koşarlardı. Beraberce yemek yiyip, konuşurlaken oradan buradan, çok sevdikleri gecelere hazırlanırlardı. Evdeki halleriyle onları gören olsa, sıradan insanlar olarak kabul eder, şüpheye kapılmazdı hiç birinden. Şu  sahte dünyada, nefes aldıklarını farkeden tek kişi, yakınlarda, küçük bir evde, sadakalarla yaşamaya çalışan ama o halinde bile, üçünü de, analık ilgisiyle kucaklayan İkbal’di. Sanki kendi durumu pek iyiymişcesine, çocuklara acır, kendi yemez, onlara götürürdü elinde ne varsa. Kapılarını tek çalan kişi olan bu kadıncağızı çok severlerdi. O geldiğinde, hepsinin gözlerinde, hiç olmayan kıvılcımlar yanıp söner, sevinçlerini belli ederdi. Her yalnızlık hissettikleri anda, İkbal analarını yanlarında bulmak, hiç kimsenin tahmin  edemeyeceği bir güçle doldururdu üç kimsesiz yüreği.
    İkbal, Mürvet’in gözettiği fakirlerden biriydi. Haftada bir gider, taşlıkta oturup, karnını
doyurur, verilenleri de alarak dönerdi. Ramazan, kandil gibi özel günlerde ise, başka bir
çok fukarayla beraber, iftar yemeklerinde baş köşedeki yerini alırdı her zaman hanımının evinde. Son gidişinde, aldıklarının arasında, Lebibe’nin daha önce okuduğu, yanlışlıkla diğerlerinin içine karışmış bir kitap da vardı. İkbal kitabı bulunca çocuklara götürdü, diğer işlerine yarayacak bir kaç parça şeyle birlikte. Gençlerdi onlar, okur anlarlardı belki.
Ucu, İkbal ananın getirdiği kitabı masanın üzerinde bulduğunda, daha önce gözden  kaçırmış olduğuna şaşırdı. Eline alıp, şöyle bir evirip çevirdi önce, daha sonra sayfalarını açıp karıştırmaya başladı. Az buçuk söktüğü okumasıyla satırları çözmeye çalıştı bir  müddet. Birden dikkatini, altı kırmızı kalemle çizilmiş bir cümle çekti. O hiç bilemedi ama Lebibe okurken, beğendiği satırların altını çizme alışkanlığına sahipti. Ucu o cümleyi heceleyerek okumaya çalıştı;
“Alın teri dökülmeden kazanılan hiç bir şey değerli değildir!”
Yazıyı sökene kadar, delikanlı çok zorlanmıştı. İçinden tekrarladı defalarca. Her söylediğinde, yüreğine bıçaklar saplanıyordu sanki. Saatler geçtikçe bu söz daha da çok etkilemeye başladı onu. Alın terinin ne anlama geldiğini hiç bilmediğini, bu duyguyu
hiç tatmadığını düşündü. Derin bir pişmanlık kuyusuna düşmüştü. Günlerle birlikte kuyu
gitgide daha da büyüdü.
     Bir akşam İkbal, kapısının hızlıca vurulmasıyla irkildi. Ona kim gelirdi ki, hele de bu saatte! Korktu önce, bir müddet hiç sesini çıkarmadı ama kapıdaki ısrarlıydı. Yavaşça  yanaşıp, ” Kimdir o ?” diye sordu sert bir tonla ”Benim!” diyen sesi tanıdı derhal, Ucu’ydu. Telaşla sürgüyü çekip, açtı kapıyı,” Hayırdır oğlum! ” sorusuyla, bir aksilik olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
_Hayır, İkbal ana, hayır! Geçiyordum da, bir hal hatır edeyim dedim.
_İyi ettin oğlum, gel hele. Ihlamur kaynattıydım içelim hep birlik.
Merdivenlerden arka arkaya çıkıp odaya girdiler. Yaşlı kadın, sobanın üstündeki rengi ruhsarı solmuş eski demlikte fokurdayan ıhlamurları bardaklara boşaltıp, birini delikanlının eline tutuştururken konuşuyordu bir yandan da ;
_Allah razı olsun Mürvet hanımımdan! Bahçelerinin ıhlamuruymuş, içersin diye verdiydi. Hanımım olmasa halim harap!
_İkbal ana, yarbayın hanımı değil mi bu dediğin?
_Ya, pek iyidir hanımım!
_Hani, bir kitap getirdiydin ya bana, onu da mı hanımın  verdiydi?
_Kızlardan birinindir, Lebibe hanımındır. Okumayı pek severmiş, anası der hep!
_Evin bir kızı mı bu?
_Yok, küçüğü yeni öğretmen çıktı. Bu büyük olan. Niye sordun ki?
_Hiç!  Kitap bir güzeldi ki, hani diycektim ki, yine verirlerse bana getir.
_Getiririm oğlum, kitap olsun istediğin.
    Ucu’nun aklı fikri artık sadece Lebibe’yle meşguldü. Sabahtan kalkıyor, Lebibe
düşüyordu aklına. Gece yatana kadar, onun ne yaptığını düşünüyor, kendince hayaller
kuruyor, sonra da, bu hayallere kapılıp gidiyordu. Tek mutlu eden buydu artık onu. Bir süre geçince, kızı görme isteği kemirmeye başladı içini. Bir kerecik  görebilseydi uzaktan
da olsa, razı gelirdi. Yeter ki, saçlarını, yüzünü, gözlerini tek bir kez görsün, gerisi önemli
değildi. O görüntüyü hafızasına kazır, avuturdu yüreğini. Bu isteğinin dayanılmaz
boyutlara ulaştığı bir sabah ferahında, kendini dışarıda bulmak, ayaklarının onu Ardala’ya götürdüğünü farketmek, hiç de şaşırtmadı genç adamı. Bunu engellemeye de gönlü elvermedi. Eve yaklaştığında, kendine siper ettiği yol üstündeki, asırlık sedir ağacının bol yapraklı dalları da, tıpkı Ucu gibi titiryorlardı. Neyse ki, fazla beklemesine gerek kalmadan  kapı açılarak, üzerinde kahverengi bir tayyör, elinde karton dosyasıyla genç bir kız çıktı dışarı. Ucu, tam onun yarbayın öğretmen kızı olduğunu düşünüyordu ki, bu konuda haklı olduğunu, genç kızın arkasından koşturan bir okul çocuğu ispatladı. Küçük oğlan,”Öğretmenim, öğretmenim!” diye bağırınca, çocuğun sesini duyup dönen
Kerime, yanına gelmesini bekledi ve birlikte yürümeye devam ettiler konuşa konuşa. Ucu’nun titremesi hala devam ediyor, asırlık sedirin yaprakları, sabah serinliğine bırakıyorlardı kendilerini. Derken, kapı tekrar açıldığında, bu sefer elinde lacivert renkli okul çantasıyla, eşikte beliren Tuğrul’du. Annesi, ”Oğlum, dikkatlice git. Doğru mektebine! Sağda solda eğlenmeyesin sakın!” diye sesleniyordu ardından. Duydukları
sızı oldu beyninde genç adamın. Onu bu şekilde okula yolculayan bir anası hiç olmamış, kimseden böyle ihtimam görmemişti. Ne kısmetliydi şu oğlan ama bilmezdi değerini belki de! Çocuk, annesi kapıyı kapattıktan sonra, mızmız mızmız, çantasını savurtarak bir iki adım atıyor, etrafta ilgisini çeken bir şey bulunca, tüm dikkatini oraya veriyordu. Bu, yerdeki herhangi bir taş, ya da, duvar dibinde uyuyan bir kediydi bazan. Okula gitmeye pek de hevesli görünmeyen çocuk, isteksizce devam etti yoluna.
  Yarım saat geçmişti ki, Şeref belirdi eşikte. Sokaktan geçen bir iki kişiyle selamlaştıktan sonra, elleri arkasında bağlanmış, yokuş aşağı inmeye başladı. Düşünceliydi her zamanki gibi! Ağacın çok yakınından geçerken bile, delikanlının orada olduğunun farkında değildi Ucu ise, sanki yarbay kendisini görüp de, kızını beklediğini anlayacakmışcasına bir  korkuya kapılmış, ancak adam uzaklaştıktan sonra kendine gelebilmişti biraz olsun. Bir sarma sigara yakıp, dumanını parlak gökyüzüne savurtarak, kapattı gözlerini. Beklediğini  göreceği içine doğdu sıcak bir günün doğuşu gibi. Gerçekten de, öğle vakti olduğunda ve güneş, genç adamın yüzünü yaktığında, gözlerini, krem renkli büyük kapıdan ayıramayan delikanlının kalbi, taş basamakta gördüğü, yeşilimsi bir etek pilisiyle, çarpmaya başladı. O yeşilimsi etek pilisi, büyüdü büyüdü, genişledi, yeşil, beyaz, pötikareli, keten elbisesinin içinde, Lebibe’nin mağrur başı göründü. Ucu elini, sedirin kalın gövdesine, ondan destek beklercesine dayamış, avucunu bastırıyordu. Lebibe’ye kilitlenmiş gözleri, avucunun acıdığını bile unutturmuştu Ucu’ya. Genç kız, gazete kağıdına sarılı börek tepsisini, kızartmak için fırına götürmek üzere çıkmıştı sokağa. Elbisesinin üzerine aldığı beyaz örgü şalı omuzlarından hafifçe kayınca, tam da, asırlık sedirin yanında  durup, tepsiyi kaldırımın kenarına bırakarak düzeltti şalını. O kısacık anda, Ucu, genç kızın yüzünü, hep hayallerindeki gibi yakından görebilmiş, hatta, bir iki saniye göz göze bile gelmişler ama Lebibe derhal, bu tanımadığı yabancıya başını çevirmişti. Beyaz, mermer gibi pürüzsüz teni gözlerini kamaştırmıştı delikanlının. Düştü peşine genç kızın, o önde delikanlı arkada fırına kadar yürüdüler. Lebibe içeri girince, Ucu bekledi çıkışını, ayrılamadı. Tekrar ardına düşüp, takip etti evine kadar. Genç kızın dik duruşu, başı yukarıda yürüyüşü, hatta soğukluğa varan ciddiyeti bile, hayranlıkla büyülemişti onu. Akşam üzeri evine dönerken, ilk defa neşe vardı yüreğinde. Mutluydu! Buydu demek ki, hep merak ettiği mutluluk!  Sokaklarda şarkı söyleyerek dolaşmak geçiyordu içinden. Durup durup gülüyordu kendi kendine. O geceyi, yeşil yoncaların arasındaymışcasına, yüreği kıpırtılarla dolarak geçirdi.
     Önceleri, Lebibe’yi tek bir defa görmekle yetineceğini zannediyordu ama genç kızla
karşılaştıktan sonra, bu düşünce silinip gitti aklından. Artık, tek bir kere değil, her saniye
onu görebilme arzusu yakıp kavuruyordu benliğini. Bu arzuya gönüllü olarak kapılıp,
ertesi sabah, yine, Ardala’daki evin ve asırlık sedir ağacının yanına koştu. Ve bu,
delikanlı için zaruri bir ihtiyaç haline dönüştü o andan sonra. Haftalarca, gizli gizli takip etti Lebibe’yi. Bazan görünmezdi hiç ortalıklarda genç kız. O zaman, hayal kırıklığı
saçlarına dolanırdı Ucu’nun, onun yoldaşlığında dönerdi evine çaresiz. Ertesi gün, tekrar aynı ümitle yola düşer, umudunun boşa çıkmadığı vakitlerin keyfini sürerdi kendince. Genç kızın peşinde her yere gider, bazan saatlerce, gittiği yerden  çıkmasını beklerdi, hiç yorulmazdı bundan.
     Lebibe bir süredir, yabancı birinin peşinde dolandığının farkında ve bundan da çok
tedirgindi. Geçenlerde, terziden dönerken, eli ayağı buz kesmiş, adeta koşarak eve ulaştığında, nefes nefese kalmıştı. O korkunun etkisiyle, bir kaç günü evde geçirdi  ama kış için diktirdiği mantonun son provası yapılacaktı, terziye gitmesi gerekiyordu tekrar.
Hazırlanıp, biraz endişeli haliyle ayrıldı evden. Yürürken, gözü etrafı sürekli kolaçan  ediyor, sık sık arkasına bakmaktan alıkoyamıyordu kendini. Neyse ki, o adamın gözüne çarpmamasıyla, endişesi kaybolmuştu bir parça. Provası yapılır yapılmaz, bir yerde oyalanmadan, eve dönmeye karar verdi. Tam sokağın başına gelmşti ki, birden, yine takip edildiği hissine kapılınca, kalbi güm güm atmaya başladı. Kızgınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı, ilk kez böyle bir olay geliyordu başına. Hemen karar verip, hızla arkasına döner dönmez, peşindeki genç adamla göz göze geldiğinde, genç kızın bakışlarındaki öfke, Ucu’nun dizlerini öylesine titretmişti ki, kendine hakim olamasa, yere yıkılacaktı neredeyse. Lebibe  sesini olabildiğince yükselterek, azarladı onu;
_Bana baksana, ne dolanıyorsun peşimde, terbiyesiz!  Defol buradan! Bir daha seni buralarda görürsem, kırdırtırım bacaklarını alimallah, hiç acımam!
Genç adam hiç bir şey diyemiyor, ağzını dahi açmadan olduğu yerde öylece hareketsiz durmuş, genç kızın gözlerinin içine bakmayı sürdürüyordu. Öyle bir bakıştı ki bu, sanki
senelerin elemiyle yüklü, sanki binlerce gelecek zamanın hasreti içinde, sanki  bir son bakış ama sonsuzluğun derinliğinde...
Lebibe dönüp devam etti yoluna. Ucu hala kıpırdamıyordu. Kendine gelince, ardından
baktı kızın uzunca, sonra yürüdü. Gözlerinde biriken yaşları, kırpıştırdığı kirpikleriyle kovalamaya uğraşsa da, başaramadı bir türlü. Gözyaşları yüzünü ıslatırken, hızlanmaya
başlayan akşam rüzgarı bile kurutamadı onları.
Aniden hırsızlık olayları kesiliverdi hiç sebepsiz. Hırsız da yakalanamamıştı üstelik.
Halk arasında oldukça merak uyandıran bu konu, bir süre konuşuldu ve zamanla yitirdi
eski önemini. Eğer, hırsızdan kurtulmalarını, yarbayın büyük kızına  borçlu olduklarını bilselerdi, buna inanmaları, herhalde mümkün olmazdı. Vakit geçince aradan, Ucu efsanesi de, şehrin, binlerce hikayeyi büyük bir iştahla yutan mazisine gömülüp kayboldu.
     Radyolu’nun diğer hamallarla hiç bir alakası bulunmamaktaydı. Ne giyim kuşamı, ne tarzı tavrı, ne de, hareketleri benzemezdi ötekilere. Üstelik de, Tokat’ın en çok bahşiş alan hamalı olma ünvanı vardı elinde! Ekabirlerin hiç birisi, o olmadan eşyalarını şuradan şuraya taşıtmaz, illa Radyolu’yu bekler, hatta bazıları bir iki gün önceden haber etmeyi unutmazlardı. Öbür hamallar pek şaşırırdı bu işe, ne vardı ki şu adamda, peşindeydi bütün millet! Yükse, onlar da taşırlardı en ağırlarını ama sanki şu Radyolu şeytan tüyüyle bezenmişti. Piyasada en fazla müşteriyi toplayan o olurdu hep. Kendine has şıklığını korurdu her daim. Gün boyunca taşıdığı onca yüke, gidip geldiği onca tozlu topraklı yola rağmen, üstünün başının temizliği görenleri şaşırtırdı. İki meşin kayışla omuzuna astığı küfesi de, bu temizlikten nasibini alır, parlardı hayret verici bir şekilde. Radyolu üşenmemiş, kalın kınnaplara dizdiği renkli at boncuklarını, hasır sepetin içinden şekilli bir halde geçirip, süslemişti küfeyi. İşte  böylesi ince detaylar göz önünde
bulundurulduğunda, farkını anlamak hiç de zor değildi onun. Yaz, kış eksik etmediği kasketinin altından, başına enli bir lastik geçirip, küçük kırmızı pilli radyosunu  da bu lastiğe bağlayıp kulağına doğru sarkıtarak, gün boyu şarkı türkü dinlemeyi adet haline getirdiğinden, kendi adı çoktan unutulmuş, ” Radyolu ” ismi, yıllar içinde onun lakabı olup kalmıştı. Müzik eşliğinde, neşeyle, severek yapardı işini, hiç şikayet etmeden. Daha küçücük bir çocukken sırtına aldığı küfeye öyle alışmıştı ki, onu çıkaracak olsa, kendini garip hissederdi belki de. Geç saatlere kadar çalışır, yorgun argın Ardala’yı tırmanıp, Haşdağ’daki küçük evine vardığında, her bir köşesini kendi emeğiyle yaptığı bu evde yalnızlığıyla başbaşa kalırdı. Çoluğu çocuğu yoktu, evlenmemişti de. Senelerce uğraşıp, didinmiş, ancak kendine yetecek bir hayat kurabilmişti, bu kadarına yetmişti gücü. Gözü de, fazla yükseklerde olmamıştı hiç. Şu yalan dünyada tek istediği, Lambalı’nın aşkıydı.
İkisinin de, lakaplarıyla anılmaları belki de, civesiydi şu feleğin! Üstelik, komşuydular da, aralarında bir iki ev vardı sadece. Radyolu genç kadını uzun zamandan beri sevmiş ama açılamamıştı bir türlü, hep kendinde saklamıştı sevgisini. Hemen her gün sokakta
karşılaşırlar, Lambalı çoğu kez görmezdi bile adamcağızı. Tesadüfen görse de, bir kuru selam verip geçerdi yanından. Genç kadının arkasından acıyla baktığında anlardı ki, hiç şansı yok, hiç olmamıştı ve  hiç olmayacaktı da. Radyolu bunu çok iyi bilmesine karşın,
yine de atamazdı o sevgiyi içinden. Çünkü, hep gizli bir umut vardı sevgisinde. Küçücük
de olsa, o umut önemliydi, değerliydi herşeyden.
     Genç dansözün bütün güzelliği, sanki gözlerinde toplanmış gibiydi. Derinlikli, kocaman gözleri,  bazan öyle çok şey anlatmak isterdi ki dünyaya. Bütün acılar sanki
sözleşip, o gözlerin içine hapsolmuştu. Bilmeyen inanmazdı onun dansöz olduğuna,
öyle mahzun bir hali  vardı ki. Hemen hemen hiç gülmezdi, kalemle çizilmişcesine muntazam, küçük yüzü. Radyolu, bir iki kez onu dansettiği yerlerde gizliden seyretmiş, o boyalı güzel kadını değil de, sokakta rastlaştığı, her seferinde yanından geçip giden kadını, daha çok sevmişti. Oysa,  Lambalı’nın  kimseyle ilgilenecek, kimseyi görecek hali yoktu. Bunu bilmezdi Radyolu. Bir an önce biriktirebildiği kadar parayla, kardeşlerini de alıp yanına, buradan daha uzak yerlere gitmeye can attığını da bilmezdi. O yüzden, sadece çalışırdı genç dansöz. Nereye çağırılırsa gider, hiç bir şeye aldırış etmeden, dansederdi yalnızca. Seyircilerin karşısında ne kadar iyi  kıvırtırsa, kendisine yapıştırılan  banknotların da, o kadar yüklü olacağını bilebilecek kadar fazla seneyi geçirmişti bu meslekte. Belki, kıyı köşe bir sahil kasabasında küçük bir meyhane açarlardı bir gün. O mezeleri hazır eder, kardeşleri garsonluk yapar, geçinip giderlerdi. Her gece, yorgun bedenini yatağa attığında, bunu düsünmekten alamazdı kendini. Bu hayale dalmak, onu rahat bir uykuyla buluştururdu çarçabuk.
      Radyolu, pazardan, bir müşterisinin aldıklarını evine getirdiğinde, çiçeklerin dikilme zamanı olan bir mayıs öğleden sonrasıydı. Evin yaşlıca hanımı bahçede uğraşırken,
yanındaki tahta sandalyeye, eline bir bardak çay verdiği adamcağızı oturtmuş, ona
toprakla haşır neşir olmanın keyfini anlatıyordu. Radyolu’nun, tam o sırada köşede duran
küçük saksısındaki ebruli begonyalara takıldı gözü. ” Hanımım,” dedi, ” nasıl güzelmiş
şu çiçekler!”
_Ya, ellerimle yetiştirdim, vereyim sevdinse.
_Ne bilem!
_Al, al! Kaç saksı var daha bende, bu da senin olsun.
_Varolasın hanımım!
Radyolu, elinde ebruli begonya saksısıyla yürürken, kendini pek tuhaf hissetti. Hep ağır yüklere alışkın kolları, ilk kez, bu kadar hafif bir şey taşımanın rahatlığıyla gevşemiş,
adamın dudaklarına bir gülümseme yerleşmişti uzun zamandır olmayan. Eve getirip,
masanın üzerine bıraktığı saksıyla birlikte, odaya  da bir renk, bir neşe uğramıştı. 
Sevdiği düşüverdi aklına birdenbire. O olsaydı şimdi bu evde, aynen bu çiçeğin verdiği tesiri verirdi. Neden sevdiğini anladı görür görmez begonyaları, Lambalı’ya benziyorlardı! Onun gibi kırılgan bir halleri vardı, işte bu yüzden de, ona ait olmalıydılar. Karanlık çöktüğünde çiçeği tekrar eline alıp, çekingen adımlarla yürüdü komşu eve doğru. Etrafı kolaçan ettikten sonra, saksıyı pencerenin içine bıraktığı gibi  uzaklaştı oradan. Birileri kendisini görmüşcesine utanmış, yüzü kızarmıştı.
     Lambalı, sabah kalktığında, gece karanlığında o yorgunlukla göremediği saksıyı
farkedince, çok şaşırdı. Kim bırakmıştı ki  bu çiçeği oraya!  Kardeşlerine de sordu ama haberi  yoktu hiç birinin. Begonyayı alıp, yattığı somyanın yanındaki, eski komodinin üzerine yerleştirdiğinde, o kırık dökük dolap, güzel göründü birdenbire gözüne. O günden sonra, evdeki en kıymetli şey, ebruli begonya oldu genç kadın için. Nadide bir çiçekmişcesine bakıyordu ona. Toprağını her gün kontrol ediyor, güneşe çıkarıyordu arada bir. Çiçek  de yerinden memnun olacak ki, günbegün yapraklanmaya, açmaya başlamıştı. Lambalı, çiçeğinin her tomurcuğa duruşunda heyecana kapılıyor, açmasını bekliyordu özlemle. Begonya o kadar büyüdü ki kısa zamanda, artık küçük saksısına sığmaz olunca, genç kadın ona büyük bir saksı aldı. Belki de, evlerine ilk defa yeni bir eşya girmişti bu vesileyle. Çünkü,  kullandıklarının hemen hepsi onun bunun verdiği şeyler olmuştu o güne dek ama ebruli begonyanın saksısı yeniydi, yepyeni bir hayat gibi,
başlangıçların yeşil rengi gibi!  Genç kadın bazan yatağına uzanır, saatlerce gözlerini çiçeğine dikip, seyrederdi. Yapraklarına bakarken başka, ebruli çiçeklerine bakarken
başka hülyalara kapılır, o zaman zarfında, bu dünyadan uzak, farklı diyarlarda zannederdi kendini. Begonyası ona çekingen bir neşe getirmişti.
     Uzaktan yayılan dumanları ilk farkeden, sabah namazının ardından, bir parça hava  almak için bahçeye inen Mürvet olmuştu. Ağır ağır gezinirken, başını gökyüzüne
Kaldırdığında, yoğun bir duman görünce söylendi kendine;
_Bu da ne böyle!  Maazallah, Haşdağ’da yangın mı var, nedir!
Bir müddet sonra itfaiye arabasının yorgun sireniyle, ağır aksak, Ardala’nın yokuşunu
tırmandığının duyulması, kadıncağızın haksız olmadığının bir ispatıydı. Söndürülmeden
unutulan bir sigara, ahşap evi tutuşturmuş, üç kişi yanmıştı diri diri. Mürvet  kızlara sorduğunda, Lebibe annesine, komşulardan duyduklarını aktardı bir çırpıda.
_Aman, şu dansöz vardı ya, onların eviymiş! Ee, orada burada rezillik etmenin sonu işte!
_Deme öyle kızım, günahtır. Kimbilir, niye düşmüştür zavallı! Gençtir de daha, vah vah !
Geçince bir iki gün,  bu olay da, diğerleri gibi hatırlanmaz oldu. Sanki ne Lambalı, ne Ucu, ne de, piç Sıddık hiç yaşamamış, hiç bu sokaklardan gelip geçmemişlerdi. Sadece iki kişi vardı onlar için gözyaşlarını akıtan. Biri, üçünü de, çocuğu gibi gören İkbal, diğeri de, dünyadaki tek sevdiğini yitiren Radyolu.  Hamalı, o günden sonra bir daha  radyo dinlerken gören olmadı. Bunun sebebini soranlarsa, sadece susukunlukla karşılaştılar.  Suskunluğun ardındaki, kimselerin sezemediği o hassas sevda, adamın gözlerinin siyahlığına sığınıp, orada, ellerini titretti inceden inceye! Arada bir, derin çizgilerle dolu yüzünü yaşlarla ıslattı. Ama en çok da, kalbini hırpaladı. O kalbin derdini, bir tek kendisi dinledi.
     Haşdağ’ın sakinleri, sadece Radyolu ya da, İkbal değildi. Tokat’ın en renkli simaları bu mahallede yaşıyorlardı. Deli Ethem, aklı noksan bir zavallı, gün boyu o sokak senin bu sokak benim dolaşır, çocuklar, hatta büyükler bile onunla alay ederek eğlenirlerdi. En sinir olduğu şey, kendisine,” Ethem, guguk! ” denmesiydi. Bu söze çok kızdığını bilenler,
mütemadiyen söyleyerek, zavallı adamı çileden çıkarttıklarında, o da, ağıza alınmadık küfürler savurur, bu şekilde uzayıp giderdi aralarındaki diyaloglar. Esnaf acıyıp da, bir iki lokma verirse, doyururdu karnını. Geceleri de, çatısı naylon kaplı kulübesinde geçirirdi tek başına. Günlerden birinde, deli Ethem yine ahaliyi başına toplamış, ” Ethem, guguk! ” sözleriyle alaylara maruz kalıyordu ki, birden yere yığılıverdi. Oradakiler ne olduğunu anlayamamış, adamı kaldırmaya uğraşıyorlardı. En sonunda içlerinden biri, ” Durun hele!” dedi, ” Mahsus mu yapıyor anlarız şimdi!” Eğilip, adamın kulağına yüksek sesle bağırıdı;
_Ethem, guguk!
O anda, doğruldu biraz yaşlı adam, ” Ulan, senin ananın....”diye, başladığı küfürü tamamlayamadan yeniden düştü. Tekrar kaldırmaya uğraştılarsa da, nafile, ölmüştü artık.
     Şehrin tek kadın ayakkabı boyacısı da, bu mahalledendi. Kadın denirse de, pek  kadına benzemiyordu aslında. Görünüşü, kıyafeti, saçı başıyla, tam bir erkek gibiydi. Başına
kasketini takar, elinden düşürmediği sigarasıyla, civardaki  kahvehanelerde erkeklerle
tavla bile oynardı. Boyacı sandığı omuzunda, sabah sekiz oldu mu, belediyenin yanındaki küçük dükkanına gelir, başlardı akşamlara dek çalışmaya. Onun gerçek hikayesini bilen yoktu ama derlerdi ki, pek güzelmiş gençliğinde. Nişanlısı ölünce, başkasına varmamak için erkek kılığına girmiş. Tokat’da herkes bunu bilirdi. Bu tavrını namusluluk olarak algıladıkları için de, bu tuhaf görünüşlü boyacı kadına saygı duyar, ona ayrı bir yer verirlerdi her zaman aralarında.
Belki de, Haşdağ’ın yazın tozlu, kışın balçıklı yolları, yoksulluğu, insanın yüzüne  haykıran derme çatma evleri, orada yaşayanların kaderlerini etkilemiş, hemen hepsi acılı
hayatlar sürmüşlerdi. Dışlanmış insanların çektikleri  acının izleri, sokaklara taşmış,
bacalardan fışkıran kara dumanların arasına karışmış, sonra göklere, hürriyete doğru süzülmüştü. Tıpkı, şanssız ruhların, bulutlara yükselişinin mutluluğu gibiydi bu.
    Tuğrul artık ortaokulu bitirse de, iyi bir öğrenci olduğunu söylemek pek mümkün değildi. Kerime’nin tam tersine ders çalışmayı sevmeyen bir çocuktu. Ablası imtihan zamanları, kardeşini dizinin dibine oturtup, ona saatlerce ders anlatırdı bıkıp usanmadan. Çocuk onu dinliyor gibi gözükse de, aklı ya oyuna, ya başka bir yerlere takılırdı çoğu kez ve bu da aynen notlarına yansırdı.
Oğullarını askeri liseye göndermeyi akıllarına koyan annesiyle babası, o sene Bursa
Işıklar Askeri Lisesi’ne kaydettirdiler Tuğrul’u. Mürvet oğlunun subay çıkmasını çok istemesine rağmen, ondan uzak kalacak olmanın üzüntüsü, daha şimdiden çöreklenmişti yüreğine. İlk kez ayrılacaktı çocukcağız evden! Ne yapacaktı oralarda küçücük yaşında!
Ne yiyip içer, nasıl bakardı başının çaresine! Bu endişeler kafasının içinde geziniyordu günlerdir. Şeref  ise, gayet memnun görünüyordu durumdan. Oğlunun ihtiyacı olan disiplin, sadece askeri lisede sağlanabilirdi. Bunca yıl pohpohlanarak yetiştirilen Tuğrul’un, hayata atılmadan önce, böyle bir dönem geçirmesi iyi olacaktı. Onun için gerçekten de çok gerekliydi bu.
     Fakat ne çare ki, yaşlı adamın memnuniyeti fazlaca uzun süremeyecek, daha, gidişinin üzerinden, bir kaç ay bile geçmeden, Tuğrul’dan şikayet mektupları yağmaya başlayacaktı. Önceleri mırın kırınlarla dolu olan bu mektuplar, günler geçtikçe  “ Beni burdan kurtarın!” lara kadar uzanmıştı. Oğulları, askerliğin  kendine göre olmadığına çoktan karar vermiş, artık askeri lisede okumak istemediğini yazıyordu açık açık. Sıkıntılara düşen Mürvet, her gün gizli gözyaşları dökmeye başlamıştı. Oğlu çile çekerken, o nasıl yaşayabilirdi ki! Elinden bir şey gelmemesi de, iyice kahrediyordu zavallıyı. Düşünüp duruyor ama bir çıkar yol bulamıyordu. Olan biteni, her defasındaki gibi, bir müddet gizlediler babalarından. Duyacak olursa  küplere biner, hepsine hayatı zindan ederdi çünkü. Fakat fazlaca uzun sürmedi bu gizleme meselesi.
Bir gün  Şeref evde yalnızken, gelen postacı sayesinde her şeyi öğrendi. Kopan kıyamet, hiç birinde ne huzur, ne rahat bırakmamıştı. Gözyaşlarının karıştığı ağlama sesleriyle doldu tüm ev baştan başa. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, her köşede tasalı  bir suskunluk hüküm sürüyordu. Bütün suçu, karısı ve kızlarında bulan Şeref  bağırıp çağırıyordu gün boyu. Onları, oğlanın her dediğini yerine getirerek şımartmakla, zorluklara göğüs gerecek şekilde yetişmesine izin vermemekle itham ediyor, ağzına ne gelirse söylüyordu. Evdekiler birer köşeye çekilmiş, sus pus otururlarken, içlerinden geçenleri, yarbayı, daha fazla sinirlendirmemek için dile getirememelerinin sıkıntısı, her birini derinden derine bir öfkeyle dolduruyordu. Mürvet üzüntüden hasta yatıyor, Lebibe mutfakla haşır neşir olarak dertlerini unutmaya çalışıyor, Kerime derslerle ilgili bir şeyler yazıp çizerek oyalanmaya uğraşıyordu. En nihayetinde, bir parça sakinleşen yaşlı adam, odasına çekilip, o hırsla bir mektup döşenmişti oğluna. Sıcağı sıcağına göndermek için kapıyı vurup çıktı dışarı. Mürvet’i almıştı bir telaş yine, ” Aman, oğlan okursa üzülür, hasta olur billahi!” deyip deyip dövünüyordu. Kerime işi gücü bırakıp, teselli etmeye çalıştı annesini;
_Anne, dertlenme! Ben gider alırım mektubu postaneden.
Derhal üzerini değiştirerek, yarbayın arkasından o da ayrıldı evden. Yolda yürürken, babasıyla karşılaşmamak için etrafa bakınıyordu dikkatle. Postaneye varınca, camdan içeriye bir göz atıp, yavaşca süzülüverdi içeri. Memurlardan birinin oğlu öğrencisiydi. Onu bulup, hemen durumu kısaca anlattı;
_Aman Mevlüt bey, şu mektubu veriver bana!
_Elbet hoca’nım, ne demek.
Kerime, zarfla beraber postaneden çıkarken içi rahattı artık. Bir an önce, annesine de müjdeyi vermek için hızla eve döndü tekrar.
Böylelikle Tuğrul, sıkıntılarla da olsa bitirdi liseyi. Bunun sonucunda da tüm aile rahat bir nefes alarak geçirdiler o yazı. Fakat sonbahar gelip, okul mevsimi yaklaştıkça, Mürvet’i  aldı bir düşünce. Şeref bey, oğlunu yine askeri okula kaydettirmeyi koymuş aklına ve bunu da gerçekleştirmişti kendi elleriyle. Fakat Tuğrul, kıyametleri koparıyor, gitmemekte direniyordu. Annesiyle, ablaları ise, ne yapacaklarını düşünüyorlar, başbaşa verip, konuşuyorlardı devamlı.
    Tuğrul’un şikayetleri bitmek bilmiyor, aksine gittikçe artarak devam ediyordu. Mürvet
dayanamıyordu buna. Varsın, asker olmasındı oğlu! Sağlığı her şeyden önde gelirdi
yavrusunun. Böyle söyleye söyleye, yarbayı da yumuşatmayı başardı. Karısının, ”Oğluma bir şey olursa, seni affetmem!” sözleriyle, pes temek zorunda kalmıştı adamcağız. Ama kayıt yaptırdıktan sonra, okuldan ayrılmak için, belli bir tazminat ödenmesi gerekiyordu. Bunu, babasına hiç haber vermeden, annesiyle, ablaları  üstlendiler. Şansları vardı da, miktar çok yüksek değildi. Bir kaç altın bozdurarak, hallettiler meseleyi. Böylece Tuğrul askeri okula değil ama   Adapazarı’na gitti askerliğini yapmaya gitti.
Çocukluğundan beri, değişmeyen bir rahatlıkla yaşamaya alışkın olan delikanlı için zordu askerlik. O ki, babasının binbaşı olduğu zamanlarda, küçük bir çocukken, Şeref ‘in emirerini parmağında oynatır, arkasında dolandırırdı!
Subayların emrine verilen askerler her yere koşturulur, hatta ev işlerinde bile kullanılırlarken, binbaşının askeri, kendini şanslı sayıyordu diğerlerinden. Ne de olsa, onun tek yaptığı, küçük Tuğrul’a göz kulak olup, ilgilenmekti. Her gün kahvaltıdan sonra, annesi metal şeker kovasına yemişler, çikolatalar koyar, çocuk da, askeriyle beraber dağ bayır gezer, oyun oynarlardı gün boyu. Henüz küçücükken, askerliğin sefasını böyle süren Tuğrul’un şansı devam ediyor olmalıydı ki, vatani görevini de, rahat şartlarda yapıyor, kışlada değil, askeri doktor bir arkadaşıyla  birlikte kiraladıkları evde kalıyordu. Onun gidişiyle, ailenin de askerlik macerası başlamıştı yeniden, uzun senelerden sonra. Daha bir kaç ay bile geçmeden, çocuğunun özlemi bağrını delip geçen Mürvet, oğlunun yanına gitmek için tutturunca, en nihayetinde, kocasından izni koparmış, bir telaş ve sevinçle işe koyulmuşlardı üçü birlikte. Kuru köfteler, dolmalar, su börekleri, tatlılar, reçeller, peynirler, pastırmalar, sucuklar hazırladıklarını gören olsa, bir kıtlık bölgesine yiyecek götürüyorlar zannederdi. Oldum olası, boğazlarına düşkün insanlardı zaten. Her hafta kasaptan kilolarca et alınır, halden küfe küfe sebze meyve taşınıp, kiler gibi kullandıkları karanlık odaya doldurulurdu. Bununla övünen Lebibe, komşularını kastederek, ” Bunlar bayramdan bayrama et yüzü görürler, nerde bizim gibi et yemek! ” derdi her fırsatta. Hele de, Tuğrul’un yeme içmesine pek dikkat ettiklerinden, her öğünde, pirzola, kuşbaşı et olmadan onun sofraya oturmasına müsaade edildiği vaki değildi! Şimdi de, bu adeti sürdürüyordu annesi. Zavallı oğlan oralarda aç bilaç kalmıştı belki de, iyice bir yedirip içirmek gerekti çocukcağızı!
     Umduklarından daha çok sevdiler Adapazarı’nı. Ev de doğrusu pek güzeldi.Tuğrul’un
arkadaşı garnizonda kalmaya başlamış, evi onlara bırakmıştı rahat etmeleri için. Ara sıra yemeğe gelip gittikçe, Mürvet bu çocuğu pek sevmiş, sık sık çağırmaya başlamıştı. Köy çocuğu olan Vahit, erken yaşta evlenmiş, bir kızı olmuştu. Okuyup, doktor olunca,
karısıyla anlaşmazlıkları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamış, artık onunla yapamayacağını anlayan genç adam ayrılmaya karar vermişti. Tuğrul’un ailesindeki bu debdebe çok etkilemişti onu. Üstelik, Kerime de, hoş bir kızdı. Karısından ayrılıp, böyle birilerine damat olsa, fena mıydı! Bu konuyu,yalnız kaldıkları bir zamanda, Kerime’ye açarak, karısıyla boşanmak üzere olduğunu ve onunla evlenmek istediğini söyledi lafı dolandırmadan. Kerime de, bu neşeli, hoş sohbet genç adamı beğenmişti işin gerçeği. İyi de bir mesleği vardı. Geleceği parlak genç bir doktor, koca adayı olarak gayet münasip göründü gözüne. Hem, ailesi de, bu izdivacı muhtemelen tasvip ederdi ama her ne kadar ayrılacağını söylese de, evli olması kafasını bir hayli kurcalamaktaydı. Annesi, ablası hep beraber konuştuklarında, Mürvet şöyle demişti kızına;
_Yuvasını yıkan sen olma kızım, nene lazım!
Mantıklı düşününce annesine hak verdi Kerime, doğru değildi bu teklifi kabul etmek onun için.Vahit hayal kırıklığına uğradı genç kızın cevabıyla ama bunu belli etmemeye
çalışarak, yine aynı sıcaklıkla davrandı hepsine karşı. Hayatlarından memnundular ev
daha da, epey bir zaman düşünüyorlardı kalmayı fakat Tokat’tan, Ferruh beyin çektiği telgrafla, babalarının rahatsızlandığını öğrenince, apar topar döndüler eve. Yarbay, muhtemelen kendine iyi bakamamış yalnız başına, üşütmüş, yatıyordu yorgan döşek. Adapazarı da böylelikle, hoş bir mazi hatırası olarak, ailenin dağarcığında, az sayıdaki pembe renklerin arasında, kendine ait bir yer bulmuş oldu.
    Tuğrul, askerlik bitiminde, Tokat’da bir bankaya girip, çalışmaya başlamıştı. Sabah erkenden çıkıyor, işten sonra, eve hiç uğramada,n arkadaşlarıyla buluşup, kah, Cimcim’in yerine, kah, Belediye lokantasına, kah, arkadaşlarından birinin, Kazova’daki çiftliğine gidiyorlardı. Her şeyi beraber yaptıkları, birlikte gezdikleri gruplarında,Tuğrul’un çocukluk arkadaşı Osman, şehrin en ünlü ayakkabı mağazasının sahibi Ömer, ticaretle uğraşan Selami ve tanınmış bir kaç isim daha vardı. Tüm Tokat’ın dilindeydi düzenledikleri eğlenceler. Şeref,  oğlunun gece hayatına, eve geç gelişlerine fena halde kızıyor, her akşam yemekten sonra erkenden yatmasına rağmen, uyumak yerine, her yarım saatte bir kontrole kalkıyordu. Mürvet her gece, bir tabure  koyup kapının yanına, oğlunun gelişini beklerdi. Ayak seslerini duyar duymaz, usulcacık kapıyı açar, zilin çalınıp, kocasının uyanmasından ödü kopardı. Tuğrul’a durumu hissettirmemek için de, çırpınıyordu bu arada. Tek o üzülmesin, sıkılmasın da, kendisi uykusuz kalsın, önemsizdi! Tuğrul, babasının geç gelişine ne kadar sinirlendiğini hiç  bilemedi. Annesi sayesinde, o sıkıntıyı hiç duymadı. Sonra, Kerime’nin şeytani zekasıyla düşündüğü parlak bir fikri uygulamaya koydular, üçü birlikte, kafa kafaya verip. Babaları yatar yatmaz, Kerime hiç ses etmeden gidip, duvardaki saati, bir saat geri  almaya başladı. Böylelikle, yarbayın uyanıp, aşağıya inince, daha erken olduğunu düşünerek, tekrar yatmaya gitmesini sağlamış oldular ki, bu da onlara vakit kazandırıyordu Tuğrul gelene kadar. Genç kız, her yarım saatte bir yineliyordu aynı şeyi. Bu şekilde uzunca bir dönem, yaşlı adamı oyalamayı becerebildiler.
    Behzat caddesindeki, şehrin en büyük meyhanesi, her akşam, Tokat’ın kederli erkeklerini ağırlardı. Derler ki, kimi dertten içermiş, kimisi de neşeden! Bu meyhanenin müdavimlerinin bahanelerini sormayı akıl etmemişti kimseler. Ama en lezzetli mezelerin orada yapıldığı da, su götürmez bir gerçekti. Meyhanenin sahibi Agos efendi, gündüzleri evlere iğne yapmaya, tansiyon ölçmeye gider, aktardığı tıbbi bilgilerle, herkese parmak ıssırttığından, yalancı doktor derlerdi ona çoğu kez. Meraklı kadınlar, kocalarının gece meyhanede olup olmadığını anlamak için, hastalık bahanesiyle yalancı doktoru evlerine çağırırlardı sık sık. Adamlar karı kız peşine düşmesindi de, varsın içsinlerdi  bir iki kadeh. Erkekliğin şanındandı o da!
Agos efendi akşamüstü oldu mu, önlüğünü kuşanır, meşhur mezelerini hazırlamaya başlardı. Hiç üşenmez, her gün taze taze yapardı her şeyi. Pazartesileri tuzlu balık, salı günleri sarımsaklı yoğurtlu patlıcan kızartma, çarşamba piyaz günüydü. Perşembe’yle, cuma günleri meyhaneyi açmaz, hafta sonları ise, iki günün acısını çıkarırcasına, tüm ustalığını dökerdi ortaya. Zaten, en kalabalık da o zamanlar olur, iğne atsan yere düşmeyecek bir izdiham yaşanırdı. Dışarıdan meyhaneye yaklaşıldıkça gürültüler çoğalır, müzik sesi, tabak bardak şangırtıları, insan sesi, hepsi  birbirine karışır, bir uğultu halini alırdı. Tahta masa ve sandalyelerden oluşuyordu meyhanenin dekoru. En büyük lüksü ise, köşede duran oldukça yıpranmış ama o haliyle bile, geçen senelere inat hala çalışan bir gramofondu.
       ” Meyhaneler hor görülür ama hayatı anlatırlar bilir misin!” dedi yaşlı adam karşısındakine. Bir taraftan da, bardağındaki rakıyı tazeliyordu. ” Hele, yıllardır buralara geliyorsan benim gibi, her masada oturanın hayatını bilmesen de, tahmin edersin. Mesela
şu delikanlı!”, başıyla yan masayı gösterdi. Tek başına içen, etrafta kimse yokmuşcasına, kendi alemine dalmış bir gençti bu. ”Sevda çektiği nasıl da belli! Gözlerinden, yüzünden, ağzının kıvrımlarından bile belli! Her an sevdiğinin adı dudaklarından dökülüverecekmiş gibi! Zamanla unutursun, hayatta başka acılar da var nasıl diyebilirsin ki ona! Bu yaşlarda daha önemli ne olabilir, öyle değil mi!”
Şeref içki içmesine rağmen, asla bir meyhaneden içeri adımını  atmamış, gidenleri de                           hoş karşılamamıştı hiç bir zaman. Oğlunun arada bir arkadaşlarıyla kaçamak yapıp, bu meyhanede demlendiğini bilse, muhakkak ki ortalığı birbirine katar, zehir ederdi hayatı evdekilere. Neyse ki,  küçük kızının, kurnazlıkla durumu idare etmesiyle, bunu hiç  öğrenemedi.
     Kerime’nin pratik zekası sayesinde atllattıkları olaylardan birisi de, yarbayın, bodrumdaki hızarda, itinayla kesip, bir yerlerde kullanmak üzere sakladığı suntalarla ilgiliydi. Arkadaşlarından birinin ihtiyacı olmuş, Tuğrul’un aklına evde durup duran o suntalar geliverince, hemen  hamalı yollayıp, aldırmıştı hepsini. Mürvet ellerini ovuşturarak yanına gelip, ”Oğlum, beybaban kızar şimdi!” dese de, ” Nereden haberi olacak!  Kaç senedir çürüyen şeyler şimdi kıymetli mi oldu!” diye cevaplamıştı Tuğrul annesini. Daha fazla bir şey söyleyemeyen kadıncağızın, kocasının bunu duymaması için
dua etmekten başka çaresi kalmamıştı. Aksilik bu ya, sanki birileri kulağına fısıldamışcasına, yaşlı adamın suntaları arayacağı tutmaz mı!  Bulamayınca da, ortalığı birbirine katmıştı tabii. Kıpkırmızı bir yüzle, boyun damarları şişerek, ” Nerede bunlar, ne yaptınız, çabuk söyleyin!” diyerek, bağırıp duruyordu her zamanki gibi. Mürvet’in başı tutmuş, kafasına bağladığı ıslak tülbentle kendi kendine söyleniyordu  odayı
adımlarken ;
_Ne diyeceğim şimdi ben bu adama!  Ah yarabbim, ne kara talihim varmış!
 Kerime acele tarafından, köpüklü bir kahve pişirip, babasının yanına koştu ;
_Beybaba, annem size demeye çekiniyor ya, çok fukara bir kadıncağıza ev yapılacakmış da, onlara verivermiş suntaları.
_Öyle mi. Söyleyeydi  bana kızım! Demezdim bir şey, hayır hasenet işiyse, ne ala!
Sunta meselesi de,  Kerime’nin beceri sayesinde kolaylıkla halledilince, artık bu tip sorunların çözümünün, hep ondan beklenmesi bir adet halini aldı. Genç kız, ailenin akıl hocalığını üstlenmişti farkında olmadan. Zaman içinde buna kendisi de alışmış, hepsi üzerinde, açık açık ifade edilmese de, bir tahakküm kurmuş, onları alenen değilse bile, alttan alta yönetmeye başlamıştı. Bu da, evde herkesin işine geliyordu. Belki de rahatlığa alışmak, her şeyden daha kolaydı!
   Lebibe’nin yaşı ilerledikçe, kibirliliği de artıyordu. Mahalleliyle pek fazla  konuşmaz,
konu komşuya selam vermez, annesinin, camdan cama yaptığı komşu sohbetlerine bile söylenerek, ” Ne anlıyorsun şunlarla konuşmaktan bilmem ki! ” diye çıkışırdı  kadıncağıza. Teyzesinin kızı Suna’yla, çoğu günlerini birlikte geçirirler, beraberce
nakış işler, bazan da gezmeye çıkarlardı. Onun dışında, Tokat’ın tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Fatma da, Lebibe’nin görüştüğü ender kişiler arasındaydı. Çok zengin olan bu ailenin parasının, şaibeli şekilde kazanıldığı rivayet edilirdi kulaktan kulağa. Ailenin,o zamanlar zar zor geçinen eski kuşağının bir komşuları, yurt dışına gideceği uzunca bir seyahate çıkmadan önce, getirip tüm mücevherlerini onlara emanet ederken,  “Geriye dönersem alırım sizden. Yok, dönemezsem, hepsi helal olsun!” demiş ve uzun seneler ortalarda görünmemişti. Bu arada aile, gün geçtikçe daha da zenginleşmeye, servetleri alıp başını gitmeye başlayınca, herkes, emanet parayı kullandıklarını dolamıştı diline. Dedikoduların semalara dek uzandığı vakitlerden bir vakitde, komşuları çıkageldi. Çalıp kapılarını, mücevherlerini geri istedi ama ne onu tanıdılar, ne de aldıklarını iade ettiler. Zaman içinde, başlarına gelen çeşitli felaketlerin sebebi, bilenler tarafından hep bu olaya bağlanarak, adları ”uğursuzlar”’a  kadar çıktı. Aradan kaç kuşak geçmişti ama hala  en zenginler arasındaydı aile. En pahalı mücevherleri, yine o ailenin yeni temsilcileri kullanırlardı. Fatma da, çok değerli takılar takar, ihtişamı dillerde dolaşırdı. Lebibe geri mi  kalsın arkadaşından, kalamazdı! Onlara giderken, annesinin değerli bir kaç parçasından birini taşırdı mutlaka. Ara sıra, şık şık giyinip, dışarı çıktığında, komşu kadınlardan biriyle karşılaşıp, ” Uğurlar ola Lebibe hanım, nereye böyle?” gibi sorulara muhattab olsa da, başını çevirerek duymamazlıktan gelir, devam ederdi yoluna. Komşularsa, aralarında fısıldaşırlardı ;
_Yine zengin ahbaplarına gidiyor ellaham! Bize hiç selam sabah yok, baksan ya!
Fatma’ya ziyaretlerinden birinde, her zamankinin aksine bir tuhaflık sezinledi  arkadaşında. Genç kız yerinde duramıyor, iki de bir kalkıp, pencereden bakıyordu.  Annesiyle babası da evde olmadıklarından, ikisi yalnızdılar. Lebibe, olan biteni öğrenmek için  Fatma’ya sordu ;
_Nen var senin, bir şey mi oldu?
_Yok Lebibe.
_E, öyleyse ne bu halin?
_Sorma kardeşim, ben birine tutuldum.
_Tutuldun mu, ne demek o?
_Sevdalandım Lebibe, hem de çok!
_Kime peki, buralardan mı?
_Değil değil, doktor.
_Ne diyeyim, hayırlısı.
_Hayır yok bu işte!  Adam evli barklı!
_Ne, aklını mı yitirdin sen Fatma!
_Yitirdim ya, akıl makıl kalmadı bende!
_Aman vazgeç, gözünü seveyim!  Bir duyulursa etrafta mazaallah!
_Vazgeçmek kolay mı Lebibe, elimde olsa!
_E, ne yapacaksın öyleyse?
_Gelecek birazdan, konuşacağız. Ondan bakıyorum ya yola.
_Ne, buraya mı gelecek!
Lebibe yerinden öyle bir fırlayışla kalkmıştı ki, Fatma bile irkildi ne olduğunu anlayamadan. Ardından, hemen kendini toparlayarak, arkadaşını sakinleştirmeye çalıştı.
_Telaş etme Lebibe, çekinecek ne var!
Lebibe’nin kimseyi dinleyecek hali yoktu. Ayakkabılarını giymeye çalışırken, ” Yok,
ben gideyim.” diyordu  Fatma’ya.
Dışarı çıkıp, temiz havaya kavuştuğunda derin bir oh çekti! Ne iyi etmiş de, kaçmıştı.
Ya, birinin kulağına gitseydi yabancı bir erkekle aynı evde bulunduğu! Ya, babası
işitseydi, ne yapardı! Kulağını çekip, vuracak bir yer aradı yol ortasında. Sonra kendi
yaptığına, yine kendi güldü. Epeyce sakinleştirmişti yürümek onu. Şimdi de, aklına Fatma takılmıştı. Delirmiş miydi bu kız, neler yapıyordu böyle! Başına bir iş açmazdı inşallah!
Onun için üzülmesine rağmen, bir daha eskisi kadar sık görüşmedi Fatma’yla. Korkardı böyle şeylerden oldum olası. Küçük yerdeydiler, davranışlarına dikkat etmek, ailesinin adını düşünmek mecburiyetindeydi.
     Fatma’nın sevdiği adam, adı “Yakışıklıya”’a çıkmış olan,Tokat’ın genç doktorlarından birisiydi. Genç kızlar onu bir kez yakından görebilmek için, türlü bahanelerle muayenehanesinin önünden geçerlerdi defalarca. Doktor Tarık, Fatma’yı ilk kez, hasta  olan annesini ona getirdiğinde görmüştü. Sonraki gidiş gelişlerde, aralarında, ikisinin de farkına vardığı garip bir bağ kurulmuş, birbirlerini düşünmeden yapamaz olduklarında, gizli saklı görüşmelerle ilerlemişti ilişkileri. Tarık seviyordu Fatma’yı ama evliydi. Bu günlere gelmesinde emeği çok geçen karısını terketmek de zor geliyordu ona. Doktorun karısı kendinden yaşlı, oldukça da çirkin bir kadındı. Onlarla ilgili dedikodular da çok meşgul etmişti bu şehri bir müddet. Böyle yakışıklı, aslan gibi genç bir adamın, şu çirkin kadınla nasıl olup da evlendiğine, gören herkes şaşırıyordu. Tarık karısına büyük bir saygı duymakla beraber, Fatma’ya hissettiği aşk, içinden çıkılması güç bir ikilemde bırakıyordu onu. Çözüm bulabilmek için çok düşündü. Uykusuz geceler geçirdi aylarca. Hem kendi durumlarını, hem de,  Fatma’yı kurtarmak istiyordu. En güç halde olan sevdiği kadındı. Bu da çok üzüyordu genç adamı. Bir karara vardı en sonunda. Kısa bir sürede muayenehaneyi kapatıp, karısıyla birlikte İstanbul’a gitti. Kendince en doğrusuydu oraları terketmek.
Fatma durumu öğrendiğinde, yüreğinden bir şeylerin koptuğunu hissetti, hınçlandı. Her şey yalandı demek! Sevgisi, söyledikleri, her şey. İstiyordu da, ağlayamıyordu bir türlü. Beslediği kin git gide büyüyordu. Bir kaç ay sonra, ondan aldığı bir mektupla değişti duyguları. Anladı onu, sevdiği adamın yerine, kendini koyabilmeyi becerince, anladı. Yaşadıklarının ardından, dışarlıklı, zengin birisiyle  evlendi. İçine girdiği yeni hayatında, zaman geçtikçe, silinip gitti geçmiş. Sadece, eski aşkının, İstanbul’daki başarıları kulağına geldiğinde, içinde, başka türlü bir sevinç duyumsadı, hepsi bu! Ve o yakışıklı doktor, zihninin, ulaşılmazlar salıncağında, ömrü boyunca salanıp durdu.
     Kerime, tatlı diliyle, kendini herkese sevdirmeyi, içinden gelmese de, her sakala bir tarak uydurmayı gayet iyi becerdiğinden, eşi dostu çoktu. En samimi olduğu arkadaşı da, aynı okulda beraber çalıştıkları Sabahat’di. Onları görenler kardeş sanırlardı. Bunun
sebebi, birbirlerine benzemelerinden ziyade, bir örnek giyinmeleriydi çoğu kez.
Kerime giyim kuşama düşkündü, çok şık giyinirdi her zaman. Bazan, İstanbul’dan getirttiği elbiseleriyle salınır durur, bazan da, aldığı kumaşı eve getirip, ertesi güne kadar biçer diker, giyip okula öyle giderdi. Çantalarını, ayakkabılarını, yine, İstanbul’un en ünlü mağazalarına ısmarlar, ya da, Tuğrul’un arkadaşı Ömer’in dükkanındaki en şık ayakkabıları alıp kullanırdı. Çelik ökçeler üzerindeki zarif adımlarının acısını, zamanla
ayağında çıkan nasırlarla çekecek, yüksek topuklara tövbe edecekti. Her kıyafetine uygun renkteki tül eldivenleriniyse, terzisine özel olarak diktirdikçe, eldiven modasının yayılmasına öncülük ettiği de bir gerçekti. Kerime, Lebibe, Sabahat ve onun ablası aynı model elbiselerin farklı desen ve renklerini giydiklerinde, Tuğrul onlara güler, yaptığı şakalarla canlarını sıkardı. ”Hilal-i Ahmer cemiyetinden mi giyiniyorsunuz!!” diyerek dalga geçişine kızsalar da, onun her duruma böyle yaklaştığını, hiç bir şeyi fazla ciddiye almadığını bildiklerinden, üstünde durmazlardı pek.
    Tuğrul da şıklık yarışında ablasından aşağı kalmıyordu doğrucası. Her altı ayda bir tüm takımlarını dağıtır, en pahalı kumaşlardan yenilerini yaptırarak gardrobunu değiştirirdi baştan başa. Mendilleri, kravatları ham ipekten, çorapları en iyi markalardandı. Ütüsüz,
kolasız gömlek giymez, Lebibe bazı günler, akşamlara kadar onlarca gömlek ütüleyip,
kola yapardı. Ayakkabılarının sayısını kendi bile unutmuştu artık. O kadar ki, bazılarını
giymeye fırsat bile bulamadan, birilerine verirdi modasının geçtiğini bahane ederek.
Tuğrul’un evdeki hükümdarlığı günden güne artan bir biçimde devam ediyordu. O kadar ki, annesi bile, neredeyse kocasından çok onu sayar hale gelmiş, karşısında el pençe  divan duruyor, ağzından oğlunu üzecek, sinirlendirecek tek bir laf çıkarmıyordu. Hiç bir
söylediğine, hiç bir düşünce ya da fikrine, evde kimseler karşı gelmez, yanlış bile olsa kabul edilirdi. Ailede yaşanan bütün sorunların kendisinden ısrarla saklanmasına özel bir
çaba harcandığından, Tuğrul’un yaşadığı rahat hayat, dikenlerin arasındaki gül bahçesi güzelliğinde sürmekteydi.
     Mürvet’in baba tarafından tek akrabaları, Turhal caddesindeki bağlardan birinde, hanımı, dul kalmış baldızı ve bir oğluyla yaşayan Süleyman abisiydi. Onları çok sevip sayar, ziyaretlerine giderdi sıkça. Bağ evinde, eskileri konuştukları sohbetlere kapılır,
akşamlara kadar süren sofra başı muhabbetleriyle tüketirlerdi vakitleri. Bolluk, bereket
yüklü ağaçlardan toplanan meyvaların tadı damaklarında, saclarda pişirilen gözlemelerin kokusu havaya karışmışken, orada akıp giden zaman herkesin ruhunu tazeler, sanki hatıralar arasında asılı kalırdı vakitler. Bu sakinliğin belki de tek heyecanı, umutsuz
aşk çırpınışlarıyla atan bir kalpti. Süleyman’ların bağ komşuları, iki kardeşiyle birlikte yaşayan Ali,  kendini kaptırdığı sevda ateşiyle yanıp tutuşurken, sadece Kerime’nin
adı aralıyordu üzüntüsünü. Çocukluğundan beri aşık olduğu bu kızla, uzun boylu konuşmuş bile değildi. Karşılıksızdı hisleri, bunu da biliyordu. Ama ona çok acı verse de,
bu sevdadan vazgeçemiyordu bir türlü. Tatil günlerini iple çeker, sabah erkenden kalkıp, komşuya gelecek faytonun sesine kulak vererek beklerdi. Saatler ilerledikce, yan bağda bir hareketlilik başlar, sesler duyulur, Ali tesadüfi bir karşılaşma yaratarak, derhal koşup
Mürvet’in elini öper, gayet nazik konuşmasıyla hal hatır sorarken, kızları başıyla selamlardı sadece. Ellerinde paketleri varsa, onları da komşu eve kadar taşırdı. İşte genç adam tüm mutluluğunu bu bir kaç dakikaya sığdırıyordu sadece.
Bazan öyle dayanılmaz bir hale gelirdi ki duyduğu hasret, Tokat’a iner, İbni Kemal  İlkokulu’nun civarında gezinerek, onu uzaktan da olsa görebileceği bir iki dakikayı kollardı. Süleyman’ın oğlu Abdullah’ın düğün günü, Ali için, heyecan yüklü bir anlam taşıyordu. Böyle yerlere gitmeyi pek sevmeyen abilerinin, akşam olup da, düğünün başlamasını iple çekiyor olması, kardeşlerini bile şaşırtmıştı. Oysa, onun bütün derdi, sevdiğinin yanında geçireceği, aynı havayı teneffüs edeceği tek bir gecenin saadetine,
ömrünce sahip olabilmekti.
     Mürvet’ler, sabah erkenden gitmişlerdi bağa. Kızlar, gelini hazırlamak için odaya
kapanmış, kadıncağız yengesine yemek işinde yardıma koyulmuştu. Gelin civar
köylerden, gencecik bir kızcağızdı. Pek çekingen, adeta ağlayacak gibi haliyle şaşkın
şaşkın duruyor, nasıl davranacağını kestirememesinin ürkekliği anlaşılıyordu tavırlarından kolaylıkla. İki kızkardeş, gelinin garipliğine pek acımış, ona cesaret vermek için ellerinden geleni yapmaya uğraşıyorlardı. Huriye yavaş yavaş, özellikle de, Kerime’nin gösterdiği sevecenlikle, rahatlamaya başladı ve onların o ilk gün kendisine gösterdikleri yakınlığa minnettarlık duydu hep.
Gelin,  kızların becerisiyle pek güzel olmuş, düğün neşeli geçmişti. Gelinle damattan
bile daha mutlu olan tek kişiyse, Ali’ydi. Sevdiğinin gözlerine bakmış, sesini duymuş,
genç kız hiç bir şeyin farkında olmasa da, yanında bile durmuştu bir fırsatını yakalayıp.
Bunlar, onun gözünde hayal bile edemeyeceği güzelliklerdi. Hepsini yaşadığı için binlerce kez şükretti Allah’ına. Daha başkaca hiç bir isteği kalmamıştı artık. Bu sevinç ömrü boyunca ona yetecek kadardı. Fazlasını istemek gelmedi bile aklına. Kendi bağla bahçeyle uğraşan bir adam, Kerime ise okumuş, öğretmen olmuş, görmüş geçirmiş bir ailenin kızıydı. Bir mucize bile getiremezdi onları biraraya! Ali kaderine çoktan razı olmuştu zaten. Bir kaç yıl geçince, sırf Kerime’ye benzediği için, Tokat’ın köyünden
bir kızcağızla evlendi. Karısının yüzüne her bakışında, hiç unutamadığı aşkını hatırlamak,
kalbinin tattığı başka türlü bir mutluluk oldu ömrü boyunca.
     Mürvet’in ayda bir yaptığı kabul günleri pek kalabalık geçerdi. Kendisi de gezmeyi
sevdiğinden, ona da çok gelen olur, hatta bazan oturacak yer bulabilmek bile güçleşirdi
büyük salonda. Çoğu evde, gelenlere çayın yanında bisküvit ikram edilirken, onların
hazırlıkları bir iki gün önceden başlar, Lebibe’nin açtığı börekler, yaptığı kurabiyeler
misafirlere sunulur, lezizlikleri uzun uzun konuşulurdu. Şehrin en tanınmış, varlıklı, iyi
ailelere mensup hanımlarını bu kabul gününde görmek mümkün olduğundan, onlarla ahbaplık kurmaya meraklı üç beş sonradan görme zenginin karısı da, hiç kaçırmazlardı böyle ortamları.
En erken gelenler, mutasarrıf  Hakkı beyin iki hanımı olurdu genellikle. Hakkı bey
Gençliğinde, görev icabı gittiği bir köyde, anası babası ölmüş, gayrımüslim bir kızcağızla
karşılaşmış, onun güzelliğinden etkilenerek, evli olmasına karşın, müslüman yapıp, ikinci hanımı olarak almıştı genç kızı. Karısı buna ses çıkarmamış, aksine kol kanat germiş, onu evladı gibi yetiştirmişti. Bildiği ne varsa aktararak, ev işleri konusunda becerikli bir hanım olmasını, en önemlisi, verdiği bilgilerle, namazında niyazında inançlı bir müslümana dönüşmesini sağlamıştı. Ne yazık ki, iki hanımı da bir çocuk verememişlerdi kocalarına. Yazgılarına boyun eğerek, hiç bir sorun çıkarmadan yaşayıp gittiler beraberce. İnsanlar da onları yadırgamadı. Kimseye zararı dokunmayan bu aileyi  aralarına aldılar.
     Kabul gününün vazgeçilmez konuklarından birisi de, Hanife hanımdı. Yaşına göre pek şık giyinir, sürüp sürüştürür, bir çalımla gezerdi. Bu yüzden de, lakabı “Edalı Hanife”ye çıkmıştı ya zaten! Hem kendisi, hem kocası zengin ailelerden geliyorlardı. Bir tek oğluna, nicedir şöyle iyi bir kız arayıp duran kadıncağız, Kerime için, Mürvet’in de ağzını yoklamıştı bir kaç kez. Ona kalsa “evet” derdi hemen ama kocasının korkusundan çıkaramamıştı sesini çünkü yaşlı adamın pek hazzetmediği insanlardı talipler. Şu kızlara bir yurt yuva kurduramamışlardı ya, çok üzülüyordu anneleri. Yaşları geçiyordu  neredeyse!  Ah, şu babaları yok mu! Herkese “hayır” diye diye kapatmıştı kızların kısmetini!
Bir başka misafirleri de, eski kaymakamlardan birinin karısı olan Mehpare hanımla,  kızı Melek’di. Mürvet’in kızlarıyla aynı yaşlardaki Melek, Lebibe’yle, Kerime’nin farkında
olmadıkları, gizli bir rekabet içinde hissederdi kendini onlarla her zaman. Bunu destekleyen, hatta her fırsatta kızının aklına sokan da, bizzat annesiydi. ”Senin ne eksiğin var o kızlardan, hem daha da güzelsin!” gibi sözlerle, devamlı surette, Meleğin kafasını kurutup dururdu. Hele de, Kerime’nin her yaptığı, ana kız için dedikodu malzemesi
haline gelir, günlerce oyalardı her ikisini de. Onun üzerinde ne görürlerse, aynısından bulabilmek için mağaza mağaza dolaşırlardı üşenmeden. Kadının tek arzusu, kızının daha güzel, daha alımlı olması, bir de, Mürvet’in kızlarından önce evlenmesiydi. Bu uğurda her yolu deniyor, adaklar adıyor, bir taraftan da, rakibin durumunu kollamaktan geri  kalmıyordu. Nerede karşılaşırsa karşılaşsınlar, bir punduna getirip, aynı şeyleri söylüyordu kadıncağıza her seferinde;
_Kızlar neydiyorlar Mürvet hanım, var mı iyi bir talipleri bari! Bekletme artık, veriver gitsin! Kız kısmı tutulur mu bunca zaman!
Mürvet, her defasında yarasını yeniden kanatan bu sözleri duymaktan bıkıp usanmıştı artık. Ah, şu insanlarını çenelerini kapatamıyordu ki bir türlü! Kısmetten öte yol gitmiyordu besbelli!
     O yıl Tokat’a gelen büyük bir sel, onlarınkinin de arasında bulunduğu evlerin çoğunda hasara sebep olmuş, epeyce bir zarar ziyan vermişti. Eşyalarından bazılarını kaybeden aile, bir iki küçük parçayı, çocukların sayesinde kurtarabilmişlerdi. Bunlardan biri,
gençliklerinde, Şeref beyin karısına, ilk evlilik günlerinde hediye aldığı, küçük bir porselen dikiş kutusuyla, yarbayın, üst baş alıp cebine para koyarak memleketine gönderdiği bir askerinin dönüşünde getirdiği Kütahya çinisi bir sürahiydi. Çocuklar, bunlar gibi bir kaç  eşyayı daha suların arasından çekip çıkarmayı başarabilmişlerdi güçlükle de olsa.
Oğlunun elinde, dikiş kutusunu bir köşesi zedelenmiş bir halde gördüğünde, gözleri
doluvermişti bir anda Mürvetin. Hem, geçmiş senelerin ağırlığıydı bu, hem de, yaşadıkları felaketin üzüntüsü. Kocasının o kutuyu getirdiği gün geldi aklına. Zaman ne
kadar da çabucak, uçup geçmişti!  Mutfakta bulduğu eski bir tahta çanağı temizleyip, içine bir iki iğne, bir kaç renk iplik koyup kullanırken, bir gün, Şeref’in bu kutuyla odaya  girmesi  karşısında duyduğu sevinç o kadar büyük olmuştu ki! Bu hediyeden çok, genç
adamın onu düşünmüş olmasındandı mutluluğu. Eskilerde, mutlu olmak ne kadar da kolaydı! Artık hiç bir şey, hiç kimseyi memnun etmiyordu. Dikiş kutusunu götürüp,
emniyetli bir yere koydu. Bir kaç gün sonra ortalığın durulmasıyla birlikte, zedelenmiş
yerleri, uygun renkte yağlı boya bulup buluşturarak boyadı biraz. Kendince tamir edip tekrar kullanmaya başladı.
Asıl kötüsü, sel, yan komşularıyla aralarındaki duvarı söküp götürmüş, yıkmıştı.
İşte bu manzara çileden çıkarmaya yetmişti yarbayı. Hele de bir kaç kez, Sultan’ın kocasını, duvarı sağlamlaştırma konusunda ikaz etmiş olması, daha da çok sinirlenmesine yol açmıştı. Bahçeye çıkmış bas bas bağırıyordu komşularına. Sesi öyle yüksek bir perdeden çıkıyordu ki, etraftakiler seli meli unutmuş, onu seyre dalmışlardı. Mürvet utanç içinde, kocasını engellemeye çalışsa da, bunu yapabilmesi mümkün görünmüyordu.
Komşularıyla kötü olmayı hiç istemezdi, ayıp değil miydi şimdi şu adamın yaptığı! Böyle hareketler yakışık almazdı! Artık,  nasıl bakacaktı insanların yüzlerine bir daha! Şeref  bir hayli bağırdıktan sonra nihayet içeriye girdiğinde, Mürvet kocasına sitem etti;
_Bey, ayıp değil mi!  Komşumuz onlar bizim!
_Ayıpmış, ne ayıbı be, ne ayıbı! Bahçe ne hale geldi baksana.
_Canım, olan olmuş artık, ne çare!
_Çaresi maresi yok yaptıracaklar, ödeyecekler zararımı.
_Güzel güzel halletmek dururken, onca yıllık hukukumuz var!
_Sen zaten hep elalemi tutarsın.
_Beraber yaşamak mecburiyetindeyiz, kötülük olmasın arada.
_Ben mi kötülük ettim. Kaç kere söylemedim mi onlara.
_Söyledin a, kadıncağızın elinde ne var, kocası ihmalkarsa!
_Ben de kocası olacak herife söyledim zaten!
_İyi ya, kadıncağızın kocası yok ki burada. Zavallıcık sesini bile çıkaramadı baksana!
Gerçekten de Sultan, hiç bir şey söylemeyerek, korumuştu sessizliğini. Tahmin ediyordu Mürvet in ne kadar üzüldüğünü. Yarbayın siniri de malumdu zaten! Haklıydı da bir bakıma! Kocası da, şehir dışına gitmişti iş için aksilik. Akılcı davranıp, bir iki gün ortalığın durulmasını bekledikten sonra, özür dilemeye komşularına gitti. Mürvet ne kadar mahçup olduğundan dem vuruyor, üzüntüsünü dile getiriyordu. Sultan da özürünü dileyince, hele, kocası döndüğünde, duvarı eskisinden de sağlam şekilde yeniden yaptırınca, iki komşu arasındaki sıkıntı tatlıya bağlanmış oldu. Selin getirdiği zarar, komşuların kırgınlığı kadar çabuk atlatılamasa da, insanlar elbirliğiyle mağdurlara yardıma koştu. Evleri, ocakları yeniden onarıldı. Bacalardan tekrar dumanlar tütmeye başladığında, bütün Anadolu şehirlerine özgü o sakinlikle yoğrulmuş huzur duygusu, Tokat’ın dumanlı havasına karıştı eskisi gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder