31 Aralık 2010 Cuma

BU BAHAR DA SENSİZ Mİ GEÇECEK

Bu Bahar da Sensiz mi Geçecek
Gözlerim gözlerine kilitli
Ellerim ellerinde esir
Leylak kokuları yakar genzimi
Günleri sayarım bir bir
Bu bahar da sensiz mi geçecek
Gözümde tanıdık yaşlarla
Ne zaman mutlu olacağım ben
Kimbilir hangi baharda
Sahte şafaklar sökerken
Bütün gecelere inat
Seni bana getirecek
Sabahlar feryat feryat



                                                  

BOSTANCI LEYLAK KOKAR HER BAHAR _ 1. BÖLÜM

BOSTANCI  LEYLAK  KOKAR  HER BAHAR







                                                  


















                                                                           Aşkın nesi var ise ma’şuka fedadır
                                                                                                                             Mevlana

                                           BİRİNCİ BÖLÜM
                                                                                                                  Erzincan-1900’ler

    Derler ki, aşk gözlerde başlarmış. Ama Nazif, gözlerini hiç göremeden, bal renkli kuyuların derinliklerine hiç dalamadan aşık olmuştu Afife’ye. Askeri okuldan yaz tatili için  babasının evine geldiğinde, üvey annesinin kardeşi olan bu güzel genç kıza vurulmuştu bir anda. Tam anlamıyla, ilk görüşte aşktı başına gelen. Afife, ablasını ziyaret amacıyla oradaydı ve  yakışıklı askerin saklayamadığı ilgisi, onu, o yaşlardaki genç kızların, hülyalarla bezedikleri, anlaşılmaz  heyecan dalgalanmalarının yaşandığı dünyalara doğru engellenemez bir güçle sürüklerken, bir o kadar da utandırıyordu. Nazif ise en çok da, içinde belli belirsiz bir masumiyet barındıran bu çekingenliği seviyordu.
Hep yerde olan o iri gözleri  süsleyen, elmacık kemiklerine kurşuni gölgeler bırakan uzun kirpikler, ince kıvrımları olan gül renkli dudaklarda dolaşan, yeniyetmelere özgü  titreyişler, delikanlıyı geceleri uyutmaz, uykuya yenildiği kısa zamanlarda da, düşlerinde rahat bırakmaz olmuştu. İşi zordu Nazif’in doğrusu !  Gün boyu, sevdiğinin bir gülüşü uğruna peşinde koşturup dururken, bir yandan  da, evdekilere hiç bir şey belli etmemek için uğraşıyordu.
    Nazif’in babası miralay Mırza bey, civarın en sayılan eşrafındandı. Atına atlayıp,
sokaklarda dolaştığında, her gelen geçen selam verir, karşılaştığı herkes, hatrını sormadan
geçmezdi. Bu, aslında biraz da korkuyla karışık bir saygıydı açıkcası. Çünkü Mırza
bey, sert görünüşü, her zaman çatık olan kaşları, davudi sesiyle, insanlarda  ürkütücü bir    
duyguya neden olsa da, özünde dürüst, cesur bir insandı. Kalbi de, görüntüsünden daha yumuşaktı.
Karısı, bu heybetli adamı ilk gördüğünde, boyuna bosuna, sert hatlarla çevrelenmiş yüzüne hayran kalmış, evlilikle ilgili düşüncelerini süsleyen kişinin o olduğuna çok çabuk kararvermişti. Zekiye, Mırza beyin, Nazif’in annesinden ayrıldıktan beş sene sonra evlendiği ikinci karısıydı. Böyle yakışıklı, zengin, tanınmış birisiyle evli olmanın getireceği nimetlerin güzelliklerini aklından geçirerek daldığı düşlerden, uzun sürmeden,  kocasının ona karşı ilgisizliğiyle, hakikatlere doğru incitici bir geçiş yapmak zorunda kalmıştı genç kadın.
   Kızkardeşi kadar güzel olamamıştı hiç bir zaman. Afife’nin güzelliği dillerdeydi. Kumral saçlarını omuzuna döktüğünde, evdekiler onu hayranlıkla izler, emektar kalfa Pariyan, dört bir yanını, bakır tavada kızdırdığı üzerlik dumanlarıyla kokuturdu. Nazarları alıp götürürdü bu dumanlar. Çok çekinirdi kem gözlerden oldum olası! Biraz da kendi payıymış gibi görürdü bu güzelliği, öyle inanırdı. Ne de olsa, annelerinden çok emeği vardı üç kardeşin üzerinde de. Seneler boyunca, hepsine gözü gibi bakmış, koruyup gözetmiş, çerkez terbiyesi altında, bütün geleneklerini öğreterek, itinayla eğitmişti  her üçünü  de. Çocuklar da, en çok Pariyan’dan çekinir, bir emir gibi yerine getirirlerdi her sözünü. Sert  yataklarda yatmayı, her zaman vücutlarını dik tutmayı,
lokmalarını uzun uzun çiğnemeyi, hep ondan duymuşlardı. Pariyan’ın, iki kızkardeş
için de, çeşitli güzellik reçeteleri mevcuttu her zaman. Saçlarının yumuşaklığını nasıl sağlayacaklarını, tenlerinin parlak görünmesini nasıl becereceklerini birer birer anlatmıştı.
   Kızlar on bir, on iki yaşlarına geldiklerinde, artık her ikisinin de büyümeye başladıklarına kanaat getirerek, daha küçücük bir çocukken, ninesinden duyduğu ve senelerce hafızasının derinliklerinde, kendi bile farkında olmadan sakladığı bütün bilgiler, sanki yüzyıllardır zindanlarda hapsedilmiş bir insanın coşkusuyla, günışığına doğru koşuyor, uzun bir tünelin ucunda görünen aydınlığa, bir an önce ulaşmak istiyorlardı.
Pariyan bile şaşırıyordu kendine. Tüm bunları bildiğinden haberi yoktu çünkü. Ninesinin anlattığı her şey, artık teker teker geliyordu aklına. Öyle zeki bir kadındı ki, okuma yazma bilmemesine rağmen, hepsini en ince ayrıtılarına, gramına, damlasına kadar
hatırlayabilmeyi başarıyordu. Zaten, bir tek nineciği olmuştu hayatta. Ne anasını, ne babasını tanımış, on yaşına kadar ninesi büyütmüştü onu. Ne kadındı! Köyün en yaşlısı, en bilgesi. Herkes derdini ona danışır, dermanı onda arardı. Üstelik, bu yaşlı kadının da hepsine bulacak bir çaresi olur, kimseleri geri çevirmeye gönlü razı gelmezdi. Köyde, sabah güneşinin gölgesinin, pencerelerine vurduğu  evleri, günün her saati dolar taşar, gelen giden eksik olmazdı hiç.  Pariyan küçücük yaşında, yazları yayık ayranı, kışları kaynar koyun sütü taşırdı misafirlere gün boyu. Ninesi, ”tanrı misafiri” dediği bu insanlara, hizmette kusur edilmesini hiç istemez, zaman zaman sırf  bu yüzden, çok sevdiği torununu bile azarlardı. Zavallı çocukcağızın doğmadan yazılmış kaderi buydu demek! Hep hizmet etmişti ömrü boyunca! Ninesi öldükten sonra ortada kalan küçük kız, tam da böyle birini arayan zengin bir hanıma, köy muhtarı tarfından götürüldüğünde, korkudan kalbi küt küt atıyordu.  Bu korku, evdeki yaşlı babaannenin yumuşak bakışlarıyla buluştuğunda kaybolup gitti.  Küçük kız o evi de, insanlarını da benimsedi kolaylıkla ve ömrü boyunca onlara sadık kaldı. Çoğu kere kendi hayatını unutup, beyefendi için, hanımı için yaşadı. Ama bu durum ona hiç bir zaman tuhaf  görünmedi, olması gereken bir şeydi çünkü. Ona evlerini açan, sevgi veren insanlara karşı, kalbinde en büyük köşeyi kaplayan vefa duygusunu korudu daima. Kendinden bir iki yaş küçük olan evin kızıyla beraber büyüdüler. Yeri geldi arkadaşı oldu onun, yeri geldi ablalık yaptı. Evlendiğinde de, onunla beraber yeni evine taşınıp, oraya da çabucak bağlandı. Üstelik, buradaki itibarı da gayet yerindeydi. Ne de olsa, gelin hanımın en yakınıydı ve ona göre davranılıyordu genç kıza. Hiç bir zaman kendini besleme olarak hissetmedi. Kimse de, ona o gözle bakmadı zaten. En mutlu günlerini, Peyker hanımının çocuklarına bakarken yaşadı. Kendi çocuklarıymışcasına sevdi her üçünü de. Öyle ki, annelik duygusunu onlarla tatığından belki de, evlenmeye yanaşmadı. İsteyenleri olduğunda, daima kendisine fikri sorulur, o da reddederdi düşünmeden. Bu evdeki rahatı bulabilir miydi bakalım! Hem, bebelerinden ayrılamazdı ki!  Çocuklar da, büyümelerine rağmen, Pariyan’ı her zaman aynı şekilde saydılar. Tek bir gün bile incinmedi hiç birinden.
    Pariyan, küçük yaşından beri hapsettiği bilgilerden hiç habersiz, içgüdüsel olarak,
bunlardan özellikle birini yıllarca kendi kendine uygulamıştı uygulamasına ya, bunu yapmasının sebebini bile bilmiyordu.Yaşı epeyce ilerlemiş olmasına, yaşıtları kırış kırış bir yüzle dolaşmalarına rağmen, kendisinin  hala pürüssüz olan cildinden konu açıldığında, kafkasların tenlerinin her daim böyle pür’ü pak olduğunu söyleyip övünse de, aslında, her akşam yediği meyvaların kabuklarını yüzünde gezdirmeyi, iki eli kanda  olsa dahi ihmal etmemesinin, bu duruma sebebiyet verdiğinin farkında bile değildi. Bir nevi alışkanlıktı onun için. Belki de, çocukluğunda ninesinden görmüş ve kafasına kazınmıştı bu görüntüler. Evdeki bütün günlük işlerini tamamlayarak, bacakları sızım sızım sızladığından, o kadar merdiveni tırmanamadığı için, alt kata taşıttığı odasına çekilir, namazını kılıp, saatlerce dua ederdi. Dualarının ardından, çektiği tesbih de epey bir süre aldıktan sonra, kilerden çıkarıp, ova ova yıkadığı meyveleri, yavaş yavaş soyup yemeye başlardı. Bu davranışı,yıllarla beraber bir seremoniye dönüşmüştü adeta.  Sırasıyla, namazı, duaları ve de tesbih çekmesinin bitiminde, meyveleri yiyerek, kabuklarını da yüzüne sürmesi. Hatta, ev halkı bile, bu durumu öylesine kabullenmişlerdi ki, içlerinden biri unutup da kalfayı soracak olsa, diğerleri derhal atılır, ” Pariyan kalfanın odasına çekilme vakti, bilmez misin! ” diyerek, uyarırlardı onu. İşte, yaşlı kadının tek yaptığı güzellik uğraşısı sadece bundan ibaretti. Ama zaman ilerleyip, büyüttüğü ve çok da sevdiği çocuklar artık genç kızlık çağına adım attıklarında, kalfanın bilgi mahzeninin demir parmaklıklı ağır kapısı da açılmış oldu.
Kızlar soğukta dışarı çıkıp, elleri çatlamış bir halde eve döndüklerinde, Pariyan bu ellere bakıp çılgına dönerdi. Her ikisine de bir güzel çıkıştıktan sonra, doğruca mutfağa koşup, gliserin yağı, pudra ve limon suyuyla hemen bir merhem yapar, ”Bunu her gece sürün” diye tutuştururdu ellerine. Kış akşamüstleri, sobada kestaneleri közlerken, bir yandan da, yaz güneşinde kuruttuğu kayısıları, yağlı süte yatırıp, hazırladığı kremin yapılışını anlatırdı onlara. Hamam günleri, saçlarını, parlamaları için çam terebentinle durulatırdı her ikisine de. Sonra da, kalfanın, bahçedeki kokulu güllerin suyunu kendi elceğiziyle damıtıp, karanfil ve taze taze topladığı adaçayı yaprakları katıştırarak günlerce beklettiği özel losyonu sürünürdü kızlar. O misler gibi koku bir hafta kalırdı üzerlerinde. Pariyan onları durup durup koklar, içine çektiği bu keyifle, ” Benim misk-i amber kokulu güzellerim!” diye severdi ikisini de. Evi bir odadan bir odaya günlerce dolaşan o hafif rayiha, geceleri de, pencerelere sarınmış hanımellerinin buram buram havasına eşlik ederdi belli belirsiz.
     Ve, tüm bunları en iyi yansıtan da Afife’ydi. Görenler, saklamayı beceremedikleri bir hayranlığın gölgesini yansıtırlardı gözlerine, genç kıza baktıkları vakit. Biçimli vücuduna bembeyaz ellerine, pembemsi ışıltılar saçan tenine, endamına  bakıp bakıp da, iç geçirirlerdi. İşte bu yüzden de, daha on dördüne gelmeden, evleri görücülerle dolup taşmaya başlamıştı çoktan.
    Ablası kıskanmazdı kardeşini, çok severdi tam tersine. Yaşça büyüklüğüne rağmen, henüz isteyeni olmamasına da aldırmazdı fazlaca. Kardeşinin güzelliğine ulaşamayacağının çoktan farkına varmış, kendindeki özelliklerin üzerine gitmeye çalışarak, başka bir yol çizmişti. Bunda en büyük pay da Pariyan kalfanındı. Genç kızla sıkça  yaptığı sohbetlerde hep aynı öğüdü vermişti ona;
_Esge golisari agurini basdi dane fasduvar bayagura! ( Güzelliği uzaklarda değil, kendinde ara! )
    Zekiye’nin sesi güzeldi. Şarkılar söylemeye, çerkez mızıkası çalmaya başlayıp, ev halkını, hanımlar arası toplantılarda ahbapları, eşi dostu eğlendirerek, mahallede ufak çaplı da olsa bir şöhret bile yakaladı zaman içinde. Sesinin avantajını tatlı dili ve güleryüzlülüğüyle birleştirmeyi becerince, epey sevilen biri olup çıktı. Kemerli büyük burnunu, dışarı fırlak gözlerini, kocaman ağzını, sıcakkanlılığıyla perdelemeyi başararak, herkesin kalbini kazanmayı bildi kolaylıkla ama en çok istediği kişinin, kocası Mırza beyin kalbi asla ona ait olmadı. Yakışıklı miralayını bağlayamadı bir türlü kendine. Ne yaptıysa, ne ettiyse nafileydi! O taptığı gözleri, tek bir kere bile kendine sevgiyle baktıramadı.
Sabahları tan ağarmadan kalkıp, beyinin gümüş eğerlerini parlattı saatlerce. Elleri çatladı, sızladı ama o aldırmadı. Bıkıp usanmadan devam etti seneler boyu.  Zamanla bu iş, genç kadında bir alışkanlık halini aldı. Sanki Zekiye bunu yapmayı unutsa, dünya duracaktı. Sonraları tuhaf, tarif edemediği bir zevk aldığını farketti bu işten. Gümüşler parladıkça, onun aşkı da parlıyor, yenileniyordu. Sevdasını canlı tutmak için her defasında daha bir hevesle koyuldu çalışmaya ama onca yıl bir gün bile, Mırza bey ağzını açıp da tek laf etmedi. Farkında değil gibiydi hiç bir şeyin. Genç kadını en çok yaralayan da, işte bu umursamaz tavırdı. Şarkılar söylerken, kahkahalar atarken, bu duygu içten içe hep  yüreğini sızlatıp durdu. Sevilmediğini bilenlere has o durgunluğu, göstermelik neşesinin,
gözden uzak köşelerinde gizledi. Bu yaşadıkları yorucuydu çoğu kez. Yine de, şikayet
etmezdi hiç. Kocasının yanıbaşında yaşamak, onun nefesiyle mutluluğu hissetmek her zaman yetiyordu genç kadına. Mırza beyine  adamıştı kendini sadece. Her güneşin doğuşunda, onun için uyanır, gün boyu kocasını düşünür, onun istediği yemeği pişirtir, elbiselerini onun sevdiği renklerden seçer, oğlunu kendi oğlu bilirdi. Mırza beyin yüzündeki en ufak memnuniyet belirtisi, Zekiye’nin yüreğini çarptırırdı bin çeşit heyecanla. Ailedekiler, ”Gamsızdır Zekiye,” derlerdi,  aralarında genç kadından söz
ederken, ” bir şeye aldırmaz! ”  Bu şekilde düşünülmesini kendisi istemiş, her zaman öyle davranmıştı. Kırgınlıklarını kimselere, en yakınlarına dahi belli etmedi hiç. Fazlaca güzel olmadığından, onun ne nazlanıp kapris yapmaya, ne küsüp darılmaya, ne de alınganlığa hakkı vardı. Nedense, bu tür garip bir inanca kapılmış  ve bu düşüncelerle sınırlamıştı kendini. O her daim gülen, neşeli kahkahalar atan, eğlenceli bir kadındı. Öyle bir kimliği tercih etmiş, öyle davranmıştı. Kimi kez, kocasının ilgisizliği dayanılmaz acılar verince genç kadına, gücendiğini ne ona, ne evde çalışanlara belli etmez, feci bir baş ağrısını bahane ederek odasına çekilir, orada kendiyle başbaşa saatler, hatta koca bir gün geçirirdi. Bu Zekiye’ye çok iyi gelen bir çeşit terapi gibiydi.Yalnızlık anlarında, yatağının
yanındaki nefti kadife döşemeli, arkalıklı koltuğuna oturur, hiç kıpırdamadan uzun zaman kalırdı. Sessizliğin, gizli fısıltıları kulağına taşıyan sesini dinlemek zevk verirdi genç kadına. Her şeyi düşünürdü uzun uzun. Bu düşünceler onu sakinleştirir, huzura erdirirdi. Kocasının yüzü hep gözlerinin önünde olurdu o vakitlerde. O heybetli adamın, çocuksu gülümsemesini hayal eder, kendi yüzünde de, farkına varmadığı bir gülüş belirirdi. Günlük olayları aklından çıkarır, beyninde sadece Mırza beye karşı hissettiği aşkın barınmasına müsade ederdi. Bu aşkın vurcu duyguları, vücudunun her yerinde gezinirken o her şeyi unutur, kocasına olan kırgınlığı, yerini yeniden sevgisine bırakır, çekilip   giderdi. Akşama doğru koltuğundan kalkar, tuvaletini tazeler, saçına tekrar şekil verip,
üzerindeki elbiseyi değiştirerek, aşağıya inerdi. Gözü pencerede kocasının yolunu beklerken, yüzünde hep bir tebessüm olurdu mutlaka.
   Mırza bey anlardı karısının çırpınışlarını, farkederdi.  Ama ne diyeceğini, nasıl davranacağını kestiremiyordu bir türlü. Bu karmaşadan kurtulmanın yolunu, hiç tepki göstermeyerek bulmuştu kendince. Oğlunun annesine duyduğu aşk bambaşkaydı lakin geçinememişlerdi. Sinir hastalığı vardı karısının. Yine de katlanırdı ya her şeye, o istememiş, terkedip gitmişti her ikisini de. Oğluyla yalnız günler geçirdiği uzun yıllardan sonra araya girenler olmuş, Zekiye hanımı istemişlerdi ona. İyi bir aileden geliyordu genç kadın, ev hanımlığına da diyecek yoktu. Oğluna annelik yapacağı şüphesizdi. Mırza bey kabul etmişti tüm bunlara aklı yatınca ama sevememişti  karısını bir türlü.
Hayatı boyunca aşka meşke fazlaca rağbet etmemişti. Zaten, gönül işlerine vakti de olmamıştı Mırza beyin hiç. Gençliğinin çoğu senelerini askerlikle geçirmiş, yaşadığı zorlu zamanlar, kalbini de nasırlaştırmıştı.Tek bir kez aralamıştı yüreğinin kapılarını, o da
ilk karısı, oğlunun anasınaydı. Sevmişti  Nimet’i, her bir derdine katlanacak kadar hem  de! Ama karşılığında sevilmemişti ne yazık ki!  Hiç bir zaman, arzuladığı değere ulaşamamıştı karısının kalbinde. Nimetin gözü, Mırza beyi görmemişti ki hiç. O hep kendiyle, hastalıkları ve kafasında hiç yoktan yarattığı kuruntularla meşgul olmuş, yatağından da, odasından da, evlilikleri  boyunca, ancak parmakla sayılacak kadar az sürelerle çıkıp, kocasının yanına gelmişti. Buna da razıydı Mırza bey, tek karısı evinde kalsın, onun varlığını hissetsindi de  fakat olmamıştı.
   Kaderin tuhaf bir cilvesiyle, aynı olayları, bir başka biçimde, ikinci karısıyla yaşamaktaydı şimdi. Allahı var, Zekiye’den  bir günden bir güne ters bir söz işitmiş, bir kusurunu yakalamış değildi. Nazif’i, de kendi yavrusu gibi basmıştı  bağrına. Hatta,
bazı zamanlar, Mırza bey oğluna kızdığında, hep o arka çıkmış, öz annesiymişcesine, çocuğu kollamıştı. Bunları inkar edemezdi, hakkını ödeyemezdi karısının. Üstelik, ondan
güleryüzünü de, şefkatini de esirgemediği gibi, ne bir şikayetini, ne de sızlanmasını duyurmamıştı. Yine de, Mrza beyin, kimi zamanlar karısının yüzündeki  tuhaf manaya gözleri takılır, o kırıklığı farkettiğinde, kalbini bir ürperti sarardı. Kaç kez ona tatlı bir iki
söz etmeyi, saçını okşamayı geçirmişti içinden, lakin yapamamıştı. Tek becerebildiği, kadıncağıza karşı her zaman saygılı davranmaktı. İşte bu konuyu asla ihmal etmemiş, her daim itina göstermişti. Zekiye’ye tek bir gün dahi sesini yükseltmiş, onu incitmiş değildi. Bu yönden vicdanı rahattı ve bu rahatlıkla gönlü ferahlıyor, kendini vazifesini yapmış bir insan olarak görüyordu.
     Mırza beyin, hayatta, oğlundan sonra en çok sevdiği şey, gözü gibi baktığı, doru atı Paşabey’di. Atının üstüne atladığında, dünyanın en mutlu insanı olur, her sorundan kaçıp uzaklaşır, kendini dağlara vurduğunda, bambaşka bir adam olup çıkardı tamamen. Zekiye’nin de kıymetlisiydi Paşabey. Nasıl olmasın ki, kocasının bu ata duyduğu
sevgiyi en iyi o biliyordu. Bazan ahıra gidip, doru atın tüylerini uzun uzun okşar, onun yerinde olabilmek, Mırza beyinin o müstesna sevgisine erişebilmek için yalvarırdı sessiz
mırıltılarla.
     Afife çok farklıydı ablasından. Güzelliğinin verdiği şımarıklığın, belli etmediği, şatafatlı hareleri  başının üzerinde dolaşırken, karakterinden gelen çocuksulukla birleşiyor, güzeller güzeli Afife’ye tatlı bir kibirlilik veriyordu. Evin en küçüğü, kız kardeşlerin en güzeli, ailenin en kıymetlisiydi o! Etrafındaki herkes, hatta her zaman kararlığından taviz vermeye yanaşmayan annesi bile, Afife söz konusu olduğunda, daha farklı davranmaya meyleder, kızıyla ilgili kararları hep daha yumuşak olurdu. Çok zeki bir kızdı. Kendine karşı duyulan bu zaafı, devamlı lehine kullanmayı bilmiş, her isteğini kolaylıkla elde etmeyi becermişti. Zekiye gibi, bir erkeğe kendini feda etmek, hiç de ona göre değildi. Ziyaretlerine gidip, yanlarında uzunca bir zaman kaldığında, bunu daha da yakından görerek, defalarca ablasıyla konuşup, uyarmıştı onu.
_Abla, çok taviz veriyorsun enişteme! Gerçi, pek sayarım onu lakin sen de ablamsın! Kendini ağırdan satsan ya bir parça!
Genç kadının kızkardeşine cevabı, her defasında hemen hemen aynıydı;
_Bakma sen Afife, belli etmez ya, Mırza beyim pek sever beni, bilirim ben!
_Böyle sevmek olur mu ki abla! İnsan hiç belli etmez mi sevdiğini, nasıl şeymiş o öyle!
Sonra, daha da tesirli olması için, pek sevdiği bir atasözünü söylerdi ablasına;
_Kanada varjuy uy ma varja!  ( Sevme seni sevmeyeni! )
Zekiye ise gülümseyerek, hep aynı şeyleri tekrarlardı. İnanmak isterdi kendi de bunlara.
_Ah, Afife sen daha genceciksin! Sevdanın bin hali vardır ki, benzemez hiç birbirine! Vakit geçtikçe, sen de anlarsın.
_Onu bunu bilmem ben, erkek dediğin hanımını el üstünde tutmalı!
_Doğru dersin, lakin Mırza beyim de öyledir, kalbimi kırmadı ki tek gün. Yüreğini ferah tut sen, o kıymetimi bilir benim!
Genç kız bu laflar üzerine başka bir şey söylemez, için için acırdı ablasına. Fakat, Zekiye’nin duyguları her şeyin üstündeydi, kimseyi dinlemeye de niyeti yoktu, bu kız kardeşi  olsa bile!
     Nazif’in  aşkı,  okuluna döndükten sonra daha da şiddetlenmiş, kara sevda halini almıştı. Artık, Afife olmadan yaşamayı aklının ucundan bile geçirebilmesinin yoktu mümkünatı.
Onun, bazan umut verircesine dudak kenarıyla ufacık bir gülüşü, sonra yine o eski çekingenliğine bürünüşü, gözlerinin önünden bir an bile çekilmiyor, gecesini ve  gündüzünü dolduran ve günden güne derinleşen  bir rüya halini alıyordu. Okul
arkadaşları durumuna bir anlam veremedikleri gibi, suallerine de cevap alamamaktan
şikayetçiydiler bir hayli.
Evlilik çağına gelmiş kızların anneleri için, doğrusu kaçırılmayacak kısmetti Nazif. Pek
yakışıklı, efendi bir gençti. Askeri  okulun da gözbebeğiydi aynı zamanda. Babasının serveti de, iştah kabartacak cinsten olunca, Mırza beye, civarın ileri gelen ailelerinden haber uçurulurdu sık sık. Ama oğlu okulu bitirene kadar, bu işlere hiç niyeti yoktu. Hele, Nazif olsundu da, şöyle çakı gibi bir asker, ondan sonra düşünürdü evliliği.
     Afife’nin ailesi çok uzun seneler önce göç etmişlerdi Kafkasya’dan. Soyları, oraların on bir prens sülalesinden birine dayanıyordu ki, bunlara aldar denirdi. Kaleleri, tam altmış adet köyleri vardı topraklarında. Yanlarında çalışanlar, ırgatlar ve kölelerle çok büyük bir sülale oluşturmkataydılar. Dedesinin, ömrünün kalanını başka bir yerde  geçirmek istemesinin altında, oradaki koşulların git gide daha da kötüleşmesi, çarlık yönetiminin, müslüman halk üzerindeki baskısını her geçen gün arttırması da vardı.Yaşlı adam, durumun ileride daha da kötüleşeceğini sezinlemişti geleceği görme öngörüsüyle ve bu zor kararı vermişti. Ne kadar haklı olduğunu kanıtlayacak tek şey ise, sadece zamandı.  Ailesi kararını sorgulamadılar bile, o  ne derse olmalıydı. Çerkez adetlerinde, atanın hiç bir isteği yerde bırakılmaz, hiç bir dediği es geçilmezdi çünkü. Sıkıntılı dönemler vardı önlerinde şimdi. Doğup büyüdükleri yerlere veda etmek, farklı  bir hayata başlamak hiç kolay değildi ama başardılar tutunmayı,  birbirlerine destek vererek.Yeni hayatlarına alışmaları, tahmin ettiklerinden de kolay oldu. Çünkü, dünya görüşü olarak da, yeniliklere açık insanlardı. Burası da ülkeleriydi onların. Maddi sorunları yoktu. Kafkasya’dan getirdikleri para, uzun zaman tüm aileyi geçindirecek, oradaki rahat yaşamlarını aynı şekilde sürdürmelerine yetecek miktardaydı. İkinci kuşak hayata atıldığında ise, artık her şey, hayatın olağan  akışıyla beraber sürüp gitmeye başlamıştı çoktan.
    Afife’nin babası Hulusi, kendileriyle aynı zamanda göç eden uzak akrabalardan birinin kızıyla, yirmisinde evlendi. Ailenin tek oğluydu ve çoluk çocuğa karışma vakti gelmişti artık. Babasının torun kucaklama arzusunu yerine getirmeli, soylarını sürdürmeliydi. Hulusi’nin karısı Peyker, henüz çocuk yaşta gelin olmasına rağmen, ailenin bütün yükünü omuzlayacak kadar güçlü bir kadındı. Ev işlerini üstüne almakla yetinmeyip,   Kapaklıkaya’daki çiftliklerinin  idaresi konusunda,  kocasının bir numaralı yardımcısı olmuştu. Evliliklerinin ilk yıllarında, etliye sütlüye karışmamıştı fazlaca. Ne de olsa, yeni gelindi ya, bir müddet susup oturması lazım geliyordu. Bir oğlan, iki kız doğurunca peş peşe, biraz da, buna mecbur kaldı genç kadın. Ama her zaman, gözü kulağı işlerde, aklı fikri, çiftliğin yönetimindeydi.
Ne yapıp ne edip, olan biten her şeyi öğrenir, bu konular üzerinde kafa yorardı kendince uzun uzun. Senelerle birlikte,  kayınpederi iyice yaşlanınca, bütün yükü kocası aldı
üzerine. Hulusi,yapıyordu gereken her şeyi yapmasına ama bu tür işler için
yaratılmamıştı o. Bazı akşamlar, eve, beti benzi atmış bir halde döner, işten güçten,
sorunlardan bıkıp usandığından dem vurur sık sık, hanımına dert yanardı. Kadıncağız kocasını desteklemek için, önce ona bazı konularda akıl vermeye yeltendi. Baktı ki,
fikirleri işe yarıyor, düşünceleri yerinde, kocasıyla beraber o da çiftlikte dolaşmaya,
işlere müdahale etmeye başladı. Önceleri, çalışanlar garipsedilerse de bu durumu, çabuk
alıştılar. Hatta, her işi hanıma sorar oldular bir süre sonra. Bu gelişmelerle çiftliği yönetmeye başlayan, herkesin, ”gelin hanım” diye çağırdığı genç kadın, yeri geldiğinde, at üstünde etrafta  dolaşarak işçileri kontrol edip, her meselenin halledilmesini sağlayacak
derecede, kocasından da, kayınpederinden de, daha fazla kabiliyete sahipti. Bütün hayatı
boyunca da, bu güçlülüğünü elinde tutarak, hem çoluk çocuğu, hem kocası, hem de çalışanlar üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuştu. Çocukların yetiştirilmesi hususunu büyük ölçüde, çok güvendiği Pariyan’a bırakmış, kendi isteği doğrultusunda kadını yönlendirerek, onların eğitimlerini sağlamıştı. Ama asla kabullenemeyeceği, evlatlarında görmeye tahammül edemediği durumlarda da, müdahalede bulunup, otoritesini hissettirmişti her zaman. Çocukları, her nekadar buralarda geçerliliği olmasa bile, prens sülalesinden gelmekteydiler ve her ne olursa olsun, her zaman bunun ağırlığıyla davranmaları gerekirdi.
 Anılarında, annelerini en sert tavrıyla yaşatacakları olaylardan biri,  küçüklüklerinde başlarına gelmişti çocukların.Evlerinin önünde, köydeki diğer arkadaşlarıyla hep birlikte oyun oynuyorlardı. Anneleri oradan geçerken, kulak misafiri olduğunda konuşmalarına, Mehmet’in oğlanlardan birisine şöyle dediğini duydu;
_Biz beyaz ekmek yiyioruz evde biliyor musun, siyah ekmekten daha güzel !
Küçük oğlan, ağzı açık bakıyor, ” Yaaaaa! ”  sözü çıkıyordu ağzından sadece. Darlık
zamanlarıydı. Henüz büyük şehirlerde hissedilmese de, Anadolu’da halk, sıkıntı içinde yaşıyor, çoğu yiyecek bulunmuyordu. Beyaz un hem pahalıydı, hem de çok nadir olurdu oralarda. Hemen hiç bir eve girmediğinden de, pek kıymetliydi. Tazeyken neyse ya,
soğuduktan sonra, içine saman da karıştığından, iyice sertleşip, diş kesmeyecek bir hale dönüşen, mısır tohumundan yapılmış bir çeşit ekmek bulunurdu sofralarda sadece. Peyker çok önceden, üç beş çuval un tedarik ederek, ambara koyduğundan, aile için şimdilik
herhangi bir mesele yok gibi görünüyordu ekmek konusunda. Övünmeyi hiç sevmeyen Peyker, oğlunun dediklerini duyunca, kan beynine sıçradı. Derhal Mehmet’i çağırdı
yanına ve öyle bir azarladı ki, neye uğradığını anlayamadı zavallıcık. Beş gün boyunca da, hiç birinin ne beyaz ne siyah ekmek yemelerine müsaade etmedi. Onun çocukları asla kibirli olmamalı, kimseye karşı büyüklenmemeliydiler. Bu anı, hepsinde öylesine iz bırakacaktı ki yıllar içinde, ellerine her ekmek alışlarında, bir parça burukluk eşliğinde hatırlayacaklardı.
   Çocukların üçü de, annelerinden çok Pariyan’la vakit geçirip, onun sıcaklığıyla büyüdüklerinden, daha ileriki yaşlarında bile, tüm sırlarını onunla paylaşmışlar, tüm sorunlarını onunla çözmeye alışmışlardı. Ne de olsa,  kalfa hepsine karşı yumuşak davranır, hatta şımartırdı bile. Anneleri  ise, çocuklar için babalarından daha fazla çekindikleri, baskın bir karakterdi. Bu güçlü kadın, evlatlarının, büyüdükçe, kendisine hiç benzemediklerini farkederek, hayal kırıklığına uğruyordu. Büyük kızı vurdumduymaz, oğlu, babası gibi naif, Afife ise, daha da farklıydı kardeşlerinden ama o da almamıştı annesinin hiç bir huyunu. Çocuksu, şımarık bir hali vardı. Onları belli bir disiplin içinde yetiştirmesine rağmen, niye böyle olduklarına bir anlam veremeyen kadıncağızı, çocuklarının, onun gücünün bir parçasına dahi sahip olamamaları korkutuyor, hayatın bin türlü zorluğuyla baş edip edemeyecekleri endişesi, her an kafasını kurcalıyordu.
Nitekim, Zekiye annesinin bu endişelerinin bir anlamda doğruluğunu kanıtlamıştı daha şimdiden. Kocasının sevgisi öylesine işlemişti ki benliğine, tüm hayatını etkisi altına almıştı. Başkaca hiç bir şey umurunda değildi. Kendini unutup, Mırza bey için yaşamaya
başladığının, kendisi bile farkına varamıyordu. O kadar olağan geliyordu ki bu durum ona. Sanki, dünya kurulalı beri bütün kadınlar, kocalarına her türlü fedakarlığı göstermiş, sevgi bulamasalar da, daima beklemişlerdi. Oysa ki, en yakın örnek ana  babasıydı.  Hulusi  karısına sevgi göstermese, saygı duymasa, Peyker  aynı şekilde bir tavrı benimsemezdi asla. Kızı  bunu bilirdi  bilmesine ya, görmezden geliyordu. Mutluluğu böyle bulmuştu o! Her ne pahasına olursa olsun, kocasının yanında geçirecekti tüm ömrünü, kararını vermişti çoktan.
    Ailenin tek oğlu  olan Mehmet’in aklı edebiyatta, şiirdeydi. Okuyanların, hayranlıklarını gizleyemedikleri dizeler yazar, hassasiyetini, inceliğini bu şekilde dışarı vurmayı tercih ederdi. Küçüklüğünden beri, hep kadınların hakim olduğu bir evde büyümüştü delikanlı. Sessiz sakin bir adam olan babası, daha çok, odasına çekilip, yazar, çizer, bol bol kitap okurdu gün boyu. Annesiyse, otoriterliğiyle, takındığı keskin tavırla, oldum olası ürkütmüştü Mehmeti. Onları büyüten Pariyan kalfaya gelince, o da başka bir alemdi. Anneleri gibi sertlikle değil  ama tatlı diliyle ne yapar eder, her dediğini kabul ettirirdi çocuklara. Kızkardeşleri de, mizaç olarak farklılıklarına rağmen, birer kadındılar sonuçta. Daha küçük yaşlarından itibaren, delikanlı, onların da ağırlıklarını koyacak yapıda olduklarını anlamıştı.
Nitekim Afife, güzelliğinin ve çok sevilmesinin nimetlerinden yararlanmayı başararak, ön plana çıkarmayı bilmişti kendini. Mehmet, en yakın Zekiye ablasını bulurdu kendine. Ailenin diğer kadınlarına has özelliklere pek sahip değildi o. Şen şakrak, neşeli biriydi sadece. Genç kadının içindeki, güçlü kabul edilme arzusunu, o yaşında anlayabilmesi imkansızdı Mehmetin. Gerçi, büyüdüğü zaman da farkedemeyecekti bunu. Kimseler anlayamazdı ki  kolay kolay!  Zekiye sandıklarda saklamayı bilmişti bu duygusunu her zaman.
     Evde çalışan kadınlar bile, kendi bölgelerinde hakimiyet kurmuşlardı. Mutfaktaki
Nuriye kadın, yanında yöresinde kimseleri görmek istemez, kazara biri gelip de, işine
karışacak olsa, ” Çıkın hadi buradan, şu garametli kafamı karıştırmayın!”  diyerek,
kıyametleri koparırdı. Canı bir şey isteyip, ya da şöyle bir göz atmak için mutfağa
uğrayamaya yeltenenin vay haline!  Elinde kocaman bir kepçeyle, yuvasını koruyan bir arslan misali kükreyen Nuriye kadını görür görmez, can havliyle kendilerini zar zor atarlardı dışarıya. Bu durum, bir tek beyle hanım için geçerli değildi. Onlar da, zaten pek uğramazlardı mutfağa. Bir de, herkesin sevgilisi güzel Afife, bu istisnadan
yararlanabilirdi. Bu da, en çok gençlerin işine yarardı. Arada bir canları reçel çekip de, akıllarına, mutfağın raflarında sıra sıra duran rengarenk reçel kavanozları düştüğünde, Zekiye’yle Mehmet, doğru Afife’nin yanında alırlardı soluğu. Kızı ikna edip, doğruca mutfağa yollayan iki kardeş, geriden olan biteni izlemek için, kendilerine en uygun yeri seçme telaşına  düşerlerdi sonra. Afife en tatlı haliyle, Nuriye kadının yanına gider, önce bir hal hatır sormakla başlardı işe;
_Nuriye teyzem, halin keyfin nasıl?
Yaşlı kadın, pek sevdiği kızcağızı karşısında görünce sevinir, şakır şakır başlardı  konuşmaya;
_Tatlı diline kurban olam kızım!  Senden gayrı sual edenim yoktur.
_Aaa, olur mu teyzem, hepimiz seni sevmez miyiz!
_Eksik olmayasın melek kızım.
Kadıncağız böyle dedikten sonra, hazır kendini bir dinleyen bulmuşken, hastalıklarını bir bir sayıp dökmeye başlardı;
_Ah yavrum, şu belim nasıl sancıyor bir bilsen!  Kopasıca ayaklarım benim değiller  sankim, geceleri duramıyorum sancısından.
Kadıncağızın sızlanmalarını, Afife ses çıkarmadan dinlerken, kapının dışından olanları seyreden  kardeşleri sabırsızlanmaya başlarlardı. Bunu farkeden genç kız, yaşlı kadına içtenlikle sarılır, ” Eski topraksın sen teyzem, bir şeycikler olmaz!” dedikten sonra, ”Nuriye teyzem, canım bir reçel çekti ki!” diye, kavanozlara imrenerek göz gezdirmeye başlardı. Nuriye kadın, genç kızın bakışlarına dayanamaz, bir taraftan ocağın başında, yeni kalaylanmış bakır tenceredeki yemekleri karıştırırken, Afife’ye, büyük bir lütufta
bulunuyormuşcasına bir vakarla, müsaade ederdi.
_Bari, al acık da, tadına bak!  Madem canın çekti!
Afife, ”Sağ ol teyzem.” der demez, hemen rafa atılır, eline geçen kavanozu kucakladığı  gibi koşarak kaçardı mutfaktan. Artık, kısmetlerine ne düşerse!  Kah, yakut tanesi gibi parlayan vişneler, kah, zümrütler kadar gözalıcı incirler, ya da, hafif acımsı bir turunç!
Üç kardeş kavanozun başına çöker, kaşıklarlardı reçeli. Nuriye kadının kulakları, bu reçel ziyafeti sırasında sık sık çınlar, ”Hayrolsun, hayrolsun!” diye, habire yanan kulaklarını tutardı.
     Evde, Mehmet’in başındaki kadınlar bu kadarla kalsa yine iyi! Nuriye kadından daha
dırdırcısı da yaşıyordu içlerinde, ortalık işlerine baksın diye eve alınan Düriye. Yaşı küçüktü ama maşallah, bir çene vardı ki kızda, durmak nedir, susmak nasıldır, bilmezdi.
Etrafında kimseyi bulamazsa, kendi kendine söylenir, bu evin işinden yorulduğunu, bıkıp usandığını belli ederdi her haliyle. Ara sıra, kızlar onu yardım için odalarına çağırdıklarında, canı istemezse, bir adım bile atmaz, ”Ben geleyim de, onca işi kimler yapsın!” derdi. Kimi kez de, Pariyan kalfa ayaklarını ovmasını istediğinde, burnunu şöyle bir kıvırarak, yapıştırırdı lafı;
_Aman kalfa, bundan kelli ne fayda, kocamışsın gayrı!
Bu konuşmaları yüzünden, kızdan hiç mi hiç hazzetmezdi Pariyan. Her fırsatta onu kötülemek için bahane arar, ondan bahsedilirse, yaka silkerek, ”Amanın,” derdi, ”Düriye
mi, yarabbim düşmanıma nasip eylemesin onun gibisini! Bahtı açıkmış da, kendine böylesi kapı bulmuş! Yoksa billahi, kimseler koymaz onu evine!”
İşte Mehmet, tüm bu çeşit çeşit kadın karakterleriyle birlikte geçirirken çocukluğunu,
kendine örnek, bir babasını görmüş ve onun dinginliğini, suya sabuna dokunmayan  sakin halini  benimsemişti. Anneleri, iki kızından daha çok da, oğlunu düşünüp dertlenirdi kendi kendine. Onlar kızlardı sonuçta ama bir erkeğin, hele de, tek oğlunun bu kadar duygulu olması hiç de iyi bir şey değildi ona göre. Erkek, güçlü, otoriter olmalı, sözünü  herkese geçirebilmeliydi.  Fakat oğlu böyle değildi ne yazık! Onun da yapabileceği hiç bir şey yoktu. Çocukluğundan itibaren onu istediği gibi yetiştirmek  adına elinden geleni yapmış, Pariyan’la, kızlarından çok Mehmet için kafa kafaya verip çözümler  bulmaya çalışmasına rağmen, demek ki, muaffak olamamıştı. Sık sık, kalfaya bu konuyla ilgili  “ Nanay karkanson ahassan! ( Yumuşak huyluya herkes yüklenir! ) ” diyerek dert yandığında, yaşlı kadın hanımına hak verdiğini belli ederdi başını sallayarak.
     Mehmet’ i her gören çok sever, ona hayran kalır, nezaketi, kibarlığı, hali tavrı, tanıyanların her zaman takdirini kazanırdı. Otururken içeri bir çocuk bile girse, nazikliği dillerde olan bu delikanlı, derhal ayağa kalkar, saygısını gösterirdi. Bu tür davranışlarıyla da, saygı görürdü gittiği her yerde. Nezaketi öyle nam salmıştı ki etrafta, bir halk ozanı, onu tanıdıktan sonra, kişiliğini öven ve yıllarca söylenen bir methiye bile dillendirmişti.
Epeyce şüpheci bir karaktere sahip olması, delikanlının tek kötü huyuydu. Hatta, bu,
zaman zaman öyle ileri boyutlara giderdi ki, aileden birinin bile, herhangi bir  davranışından şüpheye kapılır, kuruntularla boğuşurdu günlerce. Bunun o dönemde fazlaca üstünde durulmasa, pek önemsenmese bile, gün gelecek delikanlının zararsız gibi görünen bu mizacı, ona çok büyük bir hata yaptıracak, hayatını tamamıyla değiştirece, ömrünün sonuna kadar devam eden, yağmur öncesi başlayan romatizma sızıları gibi, vicdani sızılara yol açacaktı.
Herkes tarafından bu kadar beğenilen, çoluk çocuğa, gençlere örnek gösterilen  böyle bir delikanlı, üstüne üstlük, bir de yakışıklıysa, ona sevdalanmayacak kaç genç kız olabilir!  Mehmet’in de,  pek çok hayranı vardı tabii ki. Ela gözlü, kumral, uzun boylu genç adamın hülyalı  bakışlarıyla karşılaşabilmek uğruna çok şey feda edebilecek, civarın en güzel kızları, onun kasabaya indiği günleri dört gözle bekler, camların ardından, bahçe duvarlarının arkasından, aşık yüreklere has iç çekişlerle, delikanlının geçişini gözlerlerdi. Ona olan duyguları, bir düğünde, delikanlının yaptığı rog kaft  (bir çeşit çerkez dansı )  ile doruk noktasına ulaşmıştı. Dans esnasında, çevik bedenini zerafetle kullanışına, alnına  hafifçe değen perçemine, dudaklarına yerleştirdiği mahçup tebessüme hayran kalanlar, bu manzarayı kaçıranlara, olanları ballandıra ballandıra anlattıklarında, görmeyenler de, görenlerle aynı beğeniyi paylaşmışlardı.
Hepsinin, gençliğin avare kıpırtılarıyla çarpıp duran kalpleri, günlerce o ela gözlerin hayaliyle avunurdu. Bu kalplerden biri de, civarın zenginlerinden Hasan ağanın, oraların en büyük konağının cumbalarından, kendisini farkettirmeden, taptığı adamı görmeye uğraşan kızı Muhlise’ydi. Her defasında, diğer kızların, ya oyalı tülbentlerinin bir ucunu camda görür, veyahut uzun eteklerinin hışırtısını bir bahçenin derininden duyar, yüreği
kıskançlıkla daralırdı. Oysa, en güçlü aşk sadece onun kalbinde var olmuştu! Onun dışında kim, canını bile verebilirdi ki bu aşk uğruna, bir tek o!  Başkasına yar  olmayacağına dair kaç kez yeminler etmişti kendi kendine. Sevdiğine yazılmamışsa, kimselerle evlenmeyecek, aşkı kalbinde, evinde yaşlanacaktı. Peki, diğerleri onun gibi miydiler! Genç kız kadar seviyorlarmıydı sanki Mehmeti ! Hayır, sadece Muhlise, her fedakarlığı göze almıştı sevdası uğruna!
Bazı günler, komşu kızlarıyla biraraya geldikleri sohbetlerinin en çok konuşulan konusu, elbette ki, Mehmet’di. Genç adamın yakışıklılığı, bakışlarının güzelliği, gülüşünün asaleti, kızların arasında saatlerce söylenir, onun adı bile, hepsinin gözlerini bir anda  parlatıverirdi. Yalnız Muhlise sessiz kalır, ilgisiz görünmeye çalışır, sevdasını belli etmekten çekinirdi. Ona ait kalmalıydı aşkı! Sadece kendisi damarlarına çekmeli, yalnız  o bilmeliydi.
      Muhlise güzel miydi, değil miydi, bunu söyleyebilmek zordu. Söylenebilecek en belirgin şey, belki de. yüzündeki dupduru ifadeydi. Saydammış gibi görünen cildi, tüm duygularının içinde toplandığı koyu gözleri, hiç değiştirmediği vakur duruşu, güzellikten daha çok, büyük bir etkileyiciliği yansıtıyordu. Mehmet’i ne zaman sevmiş olduğunu kendi kendine sorardı çoğu zaman. Konağın bahçesindeki gözlerden uzak kameriyeye
oturur, eline nakışını alır ama saatler geçtiğinde, bir iğne bile batırmadığını farkederdi işlediği masa örtüsüne. Onca geçen saat boyunca tek yaptığı, sevdiğine duyduğu aşkı hatırlamak, bunun ne zaman başladığını düşünerek, o ilk heyecanın zevkine varmaktı. Fakat bu sorusunun cevabını da hiç bir zaman bulamıyordu. Sanki, doğduğu günden beri
sevdası  kazılıydı yüreğinde. Sanki, burnu gibi, kolları gibi vücudunun bir parçasıydı. Sanki kişiliğinin oluşması gibi, sevgisi de gün be gün büyümüş, bünyesinin güçlendiği ölçüde o da güçlenmişti. İçindeki  koskoca aşk duygusuyla omuz omuza geçirmişti bunca yılı. Artık, Mehmet’in aşkından çok, bu duyguya bağlanmıştı belki de. Bu yüce  duygu onu sarıp sarmalamış, kalbindeki karların üzerinde hiç sönmeyen ateşler yakmayı   başarmıştı. Ela gözlü genç adamdan çok, onun yarattığı aşkın alevli duygusuydu  Muhlise’yi bu  denli etkileyen. Sebepsiz ağlamalarının, dalgınlığının, gülüşündeki hüznün tek nedeni, dermanını bulamadığı bu duyguydu. Çaresini arıyordu genç kız. Zihninde eviriyor, çeviriyor fakat nafile yere yoruyordu kendisini. Tek çare Mehmet’in sevgisiydi. İşte o zaman, yeryüzü değişecek, etraf değişecek, her şey başkalaşacaktı. İşte o zaman, ebediyete dek mutlu kalacaktı Muhlise.
Mehmet’in bu sevdadan haberi yoktu ama her zaman böyle sevilmenin hasretini çekmiş
kendini anlayacak, hassas ruhlu bir kadının hayali süslemişti evlilikle ilgili düşüncelerini.
Muhlise bunu bilseydi, gururunun kırılması pahasına hislerini açıklardı mutlaka. Çünkü bu dünyada, Mehmet’i  kendisinden daha fazla kimsenin sevemeyeceğine gönülden inanıyordu. Fakat böyle yakışıklı, kasabanın tüm kızlarının ölüp bittiği birinin, bu tür
hayallere kapılabileceği, aklına bile gelmezdi. Çünkü o kimi isterse hemen alabilirdi. En güzellere, en iyilere, en zenginlere layıktı. Hal böyleyken de, kendi şansı ne kadardı acaba!  Bu düşünceler beynine üşüşünce, karamsarlığın karartıcı havası gelir çöreklenirdi üzerine. Tonlarca yükün ağırlığını hissedercesine bir yorgunluğa kapılırdı. Muhlise’nin bilmediği ise, şansın bazan kendiliğinden geldiğiydi!  Hiç çağrılmadan, davetsiz, öyle bir sürprizle!
     Afife, sevda çekenlerin dertlerini hiç anlayamazdı. Hatta, bunlar eğlenceli birer hikayeydi onun için. Sağda solda, güzelliğine vurulanlardan sıkça bahsedildiğini  duydukça kendi kendine güler, sonra da, unutur giderdi. Uzun boylu meşgul etmezdi zihnini bu hikayeler. O sadece mutlu, zengin ve rahat bir hayat isterdi. Kendisine tapan bir koca, bol bol şımartılmak. Hem Mehmet’in, hem de Afife’nin kaderleri, bu anlamda
birbirine benziyordu. İki kardeşin de düşlediği kişiler çok yakınlarındaydı. Onlara kalan, sadece uzatıp ellerini, diğer elleri yakalamaktı.
 Nazif’in açıkca belli ettiği ilgisi kıpırtılar oluşturmuştu genç kızın kalbinde ilk kez. Beğenilmeye çok alışkın olduğu halde, genç bir erkekle, bu kadar yakınlaşmak, değişik hisler yaşatıyordu genç kıza.  Nazif’in kendisine sevdalandığını anlıyordu. Gözlerinden,
bakışlarından çok belliydi bu. Sanki aşk, delikanlının üzerinden, bir şelaleden boşalan başıboş sular misali akıyordu. Afife de beğeniyordu içten içe Nazif’i. Bir erkekten ilk defa böyle hoşlanıyordu hayatında ama çok büyük bir utangaçlık yaşıyordu onu her görüşünde. Elleri buz kesiyor, yüreğini ateşler basıyordu. Sonra hemen, Pariyan’nın sözleri geliyordu aklına. ” Genç kızlar ağır olurlar, kaldırmazlar gözlerini yerden!  Maazallah, dedikodular çıkar!”  İşte bunları düşününce, hemen uzaklaştırıyordu kendini duygularından.
      O öğleden sonra,  belki de, hayatındaki en önemli anı yaşayacağını,  kapıya gelen
çerçinin sesini duyduğunda, bilmesi imkansızdı Muhlise’nin. Ve bu, öyle bir hatıraydı ki, en üzgün, en acılı zamanlarında, hatırladığında, tüm benliğini, bir iki saniyelik, hiç
unutamadığı o ürperti saracaktı. Ev işlerine bakan Ayşe’yle  birlikte, bahçe kapısına çıkmıştı. Çerçi, bu civarın en zengin konağından kazanmayı umduğu  paraların
hayaliyle, mallarını ortaya dökmüş, satabilmek için bin türlü dil döküyordu. Ayşe ayakta
beklerken, genç kız da bir şeyler seçiyor, bakınıyordu. Birden, kaldırımdan gelmekte olan birisi çekti dikkatini. Oydu, sevdiği adam ona doğru yaklaşıyordu!  Mehmet’i farkettiğinde, her şey siliniverdi  gözünden. Titremesine engel olmak için, bacaklarını  iyice birbirine yapıştırdı. Avuçlarının terini, belli belirsiz, elbisesinin eteklerine siliverdi.
Boğazının kuruluğunu yutkunarak gidermeye çalıştı ve sadece bekledi. Nihayet, yalnız
düşlerinde dokunabildiği o yüz yanıbaşındaydı. Ağır ağır geçip gidiyordu, gökyüzünden,
sessizce kayan yıldızlar gibi!  Muhlise bir heykel kadar hareketsizdi. O anlarda her şey durmuş, hayat sadece ela gözlerde devam etmekteydi. Sonra, Mehmet uzaklaşınca, her şey eski haline döndü tekrar. Çerçinin sesi kulaklarındaydı hala. Eve dönerken,  ayaklarının altı pamuklu yığınlarla doluymuşcasına bir hisle yürümekteydi. Yerlere değil de, yumuşacık pamuklara basıyormuşcasına. Yüzünde bir gülümseyiş, yanaklarında
belirgin bir kızıllıkla  dolaşıp durdu ortalarda gün boyu. Bu tuhaf hali dikkatini çekenlerin sorularına karşılık olarak aldıkları yegane şey, sadece mutluluk yüklü iç çekişler oldu.
     Mehmet kendinde bir farklılık hissediyordu ama tam da bilemiyordu bunun nedenini. Yoldan geçerken, çerçinin yanında, genç bir kızla karşılaşmış, yüzünü göremese de, hafif
hafif esen rüzgarın getirdiği o iç gıcıklayıcı kokusu içine işlemiş, başını döndürmüştü. Oradan, hiç ayrılmak istememiş, yine de, hareketinin yanlış anlaşılabileceği  endişesiyle, uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Lakin, şu genç hanımın, çiçeklerle adeta  rakseden ve delikanlının aklından bir türlü çıkaramadığı kokusu, nereye giderse, gelip buluyordu genç adamı. Başında dönüp dolaşıyor, yanından bir türlü ayrılmıyor, hiç mi hiç yalnız bırakmıyordu. Çiftliğin ardındaki tepelere çıkıp, sigarasını tüttürürken, geceleri koyu siyah gölgelerle bezenen göz kamaştırıcı gökyüzüne bakarken, evlerinin arkasındaki çiçek tarhlarının arasında gezinirken yanıbaşındaydı daima.
Mehmet bu sihirli kokunun sahibini pek merak etmeye başlamıştı. Onu Hasan ağanın
konağının önünde gördüğünü hatırladığında, kızı olduğunu tahmin etti ve o günden sonra,
konağın önünden her geçişinde bakışları hep konağın kızıyla buluşmayı arayıp durdu. Delikanlının bu isteği ancak bir kaç hafta sonra gerçekleşecek, o gün iki hassas kalbin biraraya gelişi,  kumruların eşliğinde kutlanacaktı.
      Nazif sevdiğine kavuşamadan, hiç bir şeyi yoluna koyamayacağına inandırmıştı
kendini. Ne okulunda başarıyı yakalayabilecek, ne mutlu olabilecek, ne de, hayatı güzel geçecekti. Nazif’in yaşamı muzzam bir köşktü ve  köşkün anahtarı da Afife’deydi. Eğer,
bu anahtarı birlikte kullanıp, kapıyı açabilirlerse, bütün mükemmellikler onlara sunulacaktı. Genç adam öylesine inanmıştı ki buna, gözü ne derslerini, ne okulunu
görüyordu. Sanki, o öğretmenlerinin gözdesi olan talebe gitmiş, yerine bambaşka birisi
gelmişti. Delikanlı, yüreğini sıkıştıran, onu bunaltan bu meseleyi çözemeden huzura eremeyeceğin anladığında, bir iki gün izin alıp evine, Afife’sini görmeye koştu.
Zekiye’yle, kardeşi ahbap ziyaretinden döndüklerinde, Nazif geleli  iki saat olmuştu. Zekiye gerçek oğlunu görmüşcesine büyük bir sevinç içindeydi. Telaşla yemek
hazırlıklarıyla ilgileniyor, bir taraftan da, Nazif’e derslerini soruyor, havadisler veriyordu. Afife ise, ne yapacağını bilemeden dolaşıp duruyordu ortalıkta. Hiç ummadığı bir anda, delikanlıyı karşısında görünce, ona olan özleminin ne kadar fazla olduğunu farkederek, şaşkınlığa uğramıştı. Bu özlemi birden farketmek, değişik hisler yaşatmaya başladı genç kıza. Önce bir telaş, hemen ardından tatlı bir mutluluk hissi, en son heybetlice bir huzur! Karmakarışık tüm bu duygular, birer birer gelip gidiyordu Afife’nin başından. Kalbinden resmi geçit yaparak geçiyorlardı. Geçerlerken de, her şeyi değiştirip, başkalaştırıyorlardı.
Fakat yaşamış olduğu bu duygu patlamalarını yüzünden anlayabilmek mümkün değildi. Hiç bir şey yansımıyordu  içinden dışarıya. Nazif’e karşı tutumu ise, yine aynıydı. Genç adam bir umutla gelmişti eve. Afife’yi görecek, aşkını itiraf edecekti ama kızın uzaklığı karşısında birden ümitleri kırılıverdi. Eskisi gibi davranışlara maruz kalınca tüm hayalleri tuzla buz oldu. Düş kırıklığının derin çukurlarına düşerek, hiç uyumadan geçirdi geceyi. Sabaha kadar düşündü. Ne yapabileceğini hesapladı, kararlar verdi ve sabah güneşi daha doğmadan, o bundan sonraki hayatının güneşini yakalamaya and içmişti kendi kendine.
Sabah kahvaltısı bitince, babasının dışarı çıkmasını, Afife’nin odasına çekilmesini  bekledikten sonra, doğruca Zekiye’nin yanına koştu. Derdinin çaresini bulsa  bulsa, bu mubarek kadın bulabilirdi. Yıllarca ona annelik yapmış, gerçek annesini aratmamışdı. O evde onu anlayacak biri varsa, Zekiye’den başkası olamazdı. Nazif annesini bahçede  sabah kahvesini içerken yakaladı. Hemen, yanındaki sandalyeye oturup, girdi konuya vakit kaybetmeden ;
_Valide hanım, bir derdim var benim.
Zekiye, delikanlının halini görünce telaşa kapılıp, üzülmüştü, sordu hemen;
_Neyin var oğlum, hasta mısın yoksa?
_Yok yok. Afiyetteyim hamdolsun, derdim başka.
_Nen var oğlum, söylesene, telaşlandırma beni !
_Ben sevdalandım valide hanım! Lakin, bildiğiniz gibi değil !
Annesi rahat bir nefes aldıktan sonra gülümseyerek baktı  Nazif’e;
_Ah oğlum, ben de mühim bir şey zannettim de, pek üzüldüm. Gençlikte olur bunlar
 evladım!
_Öyle değil valide hanım. Bu ciddi bir mesele. Ben Afife hanımla izdivacı düşünüyorum
müsaadeniz olursa.
Zekiye şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeden sustu bir zaman. Nasıl da anlayamamıştı
bunu. Nazif’le, Afife’yi yan yana,
 gözünün önüne getirince, birbirlerine ne çok yakışacaklarını düşündü. Bundan daha uygun bir çift olamazdı herhalde. Genç kadının mutluluğunun bir nedeni de, bu evliliğin Mırza beyle kendisini yakınlaştıracağına olan inancıydı. Nazif heyecan içinde, Zekiye’nin ağzından dökülecek kelimeleri bekliyordu.Yağmura hasret topraklar gibi kurumuş dudaklarının ihtiyacı vardı bir kaç umutlu söze. Üvey annesinin gözlerine dikmiş bakışlarını, duymak istediklerini orada arıyordu am o gözler, sevdiğininkilere benzemiyorlardı. Bal renkli dalgalar savrulmadı  Nazif’in  yüreğine.
Kadıncağız öylesine iyi anlıyordu ki genç adamı. Aynı dert onun acılı kalbini de vuruyor, başka ne varsa kendinin dışında, hepsini söküp atıyor, sadece aşkı yerleştiriyordu. ”Meraklanma,” dedi Zekiye, ” beybabanla konuşurum ben, hal yolu buluruz evvelallah! ” Nazif’in dimağı, üzerlerine su serpilen çiçeklerin ferahlığı misali bir rahatlamaya bürünmüştü bu cümleyle. Fakat, mecnular gibi sevdiğinin, Afife’sinin ne hissettiğini, nasıl düşündüğünü bir türlü anlayamamanın huzursuzluğu kemiriyordu  benliğini bir taraftan da. Çok belirgin  bir tereddütle sordu;
_Acaba Afife hanımın fikri nedir?
_Yoklarım ben ağzını oğlum, tasa etme dedim a!
Nazif emindi, annesinin elinden geleni yapacağına. Bu güven içinde dışarıya çıktı. Şimdi Afife’yle karşılaşmak istemiyordu. Hele bir konuşsun ablası, hele bir işler konsun yoluna, o vakit beraberce geçirecek çok saatleri olurdu elbet. Ah, bir razı gelseydi onunla  evlenmeye. Tüm kainatı getirip, ayakları dibine bırakırdı Afife’sinin. Ömrü hayatını adardı uğruna.
   Zekiye’nin, Nazifin, kızkardeşi için en iyi koca olacağından hiç şüphesi yoktu. İkisini de çok yakınen tanıyordu. Bu dünyada, Afife’yi, oğlundan daha mesut edebilecek başka hiç kimse yoktu. Tek şaştığı, o güne kadar nasıl olup da, kendisinin bu evliliği  düşünüp, gerçeğe dönüştürememiş olmasıydı. Zihni hep Mırza beyiyle meşgul  bulunduğundan,  etrafında olan bitenlere çok uzak gözlerle bakmıştı her zaman. Şimdi bu evlilik gerçekleştiğinde, Mırza beyle aralarındaki bağ güçlenecekti. Zaten, evliliğin ulviliği de,
buradaydı. Kendisinin kız kardeşi ve kocasının oğlunun birleşmesi, onları da sonsuza kadar kopmayacak bağlarla bağlayacaktı. Nazif’in aşkı, sanki  Zekiye’nin aşkının çok büyük bir aynaya yansıması gibiydi. Mırza beye beslediği tüm duygular, artık Nazif’in de yüreğini yakıyor, daha yoğunlukla, Afife’ye doğru, Zekiye’nin güzeller güzeli kardeşine doğru uçuşuyorlardı. İntikam kokulu bir aşktı bu. Daha doğrusu, genç kadına öyle  geliyordu. Bunu düşünmek ona zevk veriyordu. Bütün insanlarda var olan  ama bazan, derin duygu dünyalarında korunarak, hiç ortalıklara çıkmayan öç alma hissini açık eden bir zevkti duyduğu. Sanki, Afife’nin aşkı, ablasının, bir anlamıyla karşılıksız kalan mutsuz sevdasının intikamını almaktaydı Nazif’den. Eğer Zekiye, üvey oğlunu bu kadar sevmese, hiç sahip olamadığı yavrusunun yerine koymasa, tüm gücüyle mani olurdu ikisinin bir araya gelmelerine.Ama hem kızkardeşini, hem de Nazif’i öyle seviyor, onların mutluluğunu o kadar duyuyordu ki içinde, birleşememelerine yüreği elvermezdi. Belki de, onun desteğiyle gerçekleşecek bu evlilikle beraber her şey daha güzel yaşanacaktı Zekiye ve Mırza bey arasında.  Pencerenin önündeki koltukta otururken, böyle binlerce düşünce gezinip duruyordu  aklında. Planlar kuruyor, sonra bozuyor, yenilerini yapıyordu hemen ardından. Dışarıdan, Mırza beyin gür sesini duydu, kahyaya emirler yağdırıyordu her zamanki gibi. Hemen kalktı oturduğu yerden, saçını başını düzeltip, elbisesinin kırışıklıklarını elleriyle ütüledi.
Bu arada, kocası içeri girmişti bile. Mırza beyinin yakışıklılığı doldurunca odayı, karısının gönlüne de bir aydınlık doluverdi. Yüzüne kendiliğinden yerleşiveren bir gülümsemeyle, ”Hoş gelmişsin bey!” dedi.
_Hoşbulduk hanım.
Kocasının yüzü,  kendininkinin aksine biraz asık görünüyordu. Belli ki, yine bir şeylere kızmış, birilerine sinirlenmişti. Kadıncağız becerebildiği en tatlı sesine bürünüp, en sakin
halini de takınarak, kocasının karşısına oturdu;
_Besbelli yorgunsun Mırza bey, lakin sana diyeceklerim var.
“Buyur söyle.” derken, kocasının gözleri, elindeki siyah tesbihin üzerindeydi. Hanımı  biraz çekinerek ama sesindeki tadı da devam ettirerek başladı konuşmaya;
_Bizim Nazif  izdivaca niyetlenmiş.
Mırza bey hiç ses etmemiş, gözleri yine siyah tesbihinde sormuştu sadece;
_Kiminle?
_Afife’ye kaptırmış gönlünü, gençlik işte!
_Pek severim Afife’yi, bilirsin. Lakin her şey adabıyla olmalı. Gidelim valide hanımların
ziyaretine de, isteyelim bari! Oğlanın mektebi de az bir vakte bitecek zati. Yaparız
hayırlısıyla düğünlerini inşallah!
Zekiye  gevşemişti aldığı cevapla. Doğrusu ya, bu kadar kolay ikna olacağını  hiç mi hiç düşünmemişti kocasının. Afife’ye de söyleyip, Nazif’e müjdeyi vermek kalıyordu
geriye sadece.
   Afife’ye bu konuyu açtığında, genç kızın sessizliğini korumasıyla beraber, yüzündeki ateş rengi, yanaklarındaki deste deste  pembeler dikkatinden kaçmamıştı ablasının.
Genç kadın gidince, Afife odanın içinde dolaştı bir süre. Duvarlara, yerlere, pencerelere
daha önce hiç görmemişcesine, başka gözlerle baktı uzun uzun. Tüm vücudunu küçük bir
kuşun çırpınışları sarmıştı sanki. Kendisini çok sevdiğini hissettiği  bir adamla  evlenecekti. Bu da, genç kızın en çok arzu ettiği şey olmuştu  çocukluğundan beri. Beyaz  atlı prensini, onu çok ama çok sevecek biri olarak hayal etmiş, düşlerinde o şekilde ağırlamıştı. Ve şimdi, hiç de ümit etmediği bir zamanda gerçeğe dönüşüyordu her şey. Senelerce kurduğu hayalleri, bir pencerenin ardında beklemiş, artık o pencerenin dantel
perdeleri açılıyor ve aradan, aşıklara has çizgilerle dolu Nazif’in yüzü görünüyordu. Afife bu yüze gülümsedi düşlerde son kez.
Gece yatmaya hazırlanırken, gaz lambasının hafif ışığında, kapısını altından atılan zarfı hayal meyal seçtiğinde, kalbi çarptı yeniden. Muhakkak, Nazif’dendi bu mektup. Koşup, hemen aldı zarfı. Gül kurusu ipeğimsi bir kağıda, her halinden çok özenilerek yazıldığı belli olan her bir kelime, okudukça, genç kızı aşkın büyüklüğüyle ürpertti;
 Afife’m,
Şu biçare bedenim, gül goncası dudaklarınızdan çıkacak tek bir kelamla, ebediyen
bahtiyar olacaktır. Ruhum ta arşa kadar kanatlanıp uçacaktır. İltifatlarınıza nail olabilirsem, inanınız bu naçiz kulunuz, alemdeki en mesut insan zannına kapılacak,
her daim emrinize amade kalacaktır. Meleğim, cüretimi mazur görünüz. Bendeniz,
size beslediğim derin manalar yüklü hissiyatımı bu kağıt parçasına döktüm. Affınıza
sığınırım, kulunuz Nazif.
Ve binlerce yıldır, acımasız görkemiyle salınıp duran yeryüzünde, milyarlarca insanın
kurduğu düşlerden, ilahi bir yardımla sıyrılabilen Afife’nin hayali, bir ay sonra
gerçeğe dönüştü, Nazif’le Afife nişanlandılar. Genç adam mutluluğun ne demek
olduğunu daha önce bilmediğini ancak şimdi anlayabiliyordu. Meğerse, hep beklediği mutluluk, nişanlısının avuçlarının içinde, sağ elinin incecik parmağındaki altın
halkadaymış! Bunu her düşündükçe, kendi yüzüğüne bakıyor, onu okşuyor, kimselerin kendisini görmediğinden emin olduğu tenha köşelerde, hafif bir buse konduruyordu
o taptığı altın halkaya. Sanki o yüzük nişanlısının dudakları, yanakları, gözleriydi. Tüm
hasretini alıp götürüveren bir büyüydü.
    Mehmet, duyduğu andan itibaren hep özlediği kokuyla ikinci kez karşılaştığında, bir
 şekerci dükkanında, annesinin en sevdiği lokumlardan alıyordu. Tarçınlı, naneli, güllü
şekerlemelerin arasında, birden çok farklı, başka hiç bir şeye benzemeyen o tanıdık koku
dolanmaya başladı etrafında. Başı hafif hafif dönüyor, saçlarının arasından ter damlaları
yavaş yavaş süzülüyordu. Arkasını dönünce, iki kadın gördü. Daha yaşlı olanı şekerleri inceleyip, bir ikisinin tadına bakmakla meşgulken, diğeri başı önünde öylece duruyordu.
Mehmet yüzünü göremese de, onun konağın kızı olduğunu anladı. O güzel kokulu kızdı!
Günlerdir özlediği kokunun sahibi karşısındaydı nihayet. Bir an, ikisi öyle kalakaldılar,
diğer insanların hiç biri orada değilmişcesine. Sonra yanındaki kadın kolundan tutup, genç kızı çekiştirerek uzaklaştırdı. Mehmet de kendine gelmişti. Yaptığını  yakıştıramıyordu bir türlü efendiliğine. Terbiyesine hiç uymayan bir tavır içine girmiş, genç bir hanımın karşısına dikilip, onu rahatsız edebilecek tarzda bakmıştı .Büyük bir utanç sardı her yanını, derhal ayrıldı dükkandan. Sokaklarda yürürken, pişmanlık içindeydi. Ana babası haber alsalardı yaptıklarını, ne büyük üzüntü duyarlardı kimbilir! Böyle kendi kendine kederliyken, o genç kızın kokusu geldiğinde aklına, hemen her şeyi unutup, kalbini tarifsiz bir neşe kaplayıveriyordu. Yüzünü bile doğru dürüst görmediği bir genç kızın bu etkisi, şaşkınlığa uğratıyordu Mehmet’i.
      Muhlise eve doğru yürürken, yine aklındaki tek şey ela gözlerdi. Allah’ın sevgili kuluydu ki, sevdiği adamla kısacık bir zaman diliminde ikinci defadır karşılaşıyor, o tatlı gülüşü ikinci defadır görebiliyordu. Kısacık da olsa, bu karşılaşmalar ona ömür boyu yeter,  sonsuza kadar kalbini avutabilirdi. O günden sonra daha da içine kapandı  genç kız. Zaten, pek şen şakrak biri olmamıştı hiç bir zaman. Son günlerde ise, neredeyse hiç
konuşmuyor, bütün günü odasında uzanarak, ya da camın önünde, sessiz sedasız, saatlerce oturarak geçiriyordu. Hali tavrı, yüzünün solgunluğu annesinin nicedir dikkatini çekiyor, içten içe üzülüp duruyordu kadıncağız. Hasta mıydı allah korusun bu kız, neyi vardı! Sonunda Muhlise’yle konuşmaya karar verdi. Bu böyle olmayacaktı. ”Yavrum nen var senin?” diye sordu, her zamanki gibi, odasında, kendi kendine saatlerdir oturan kızına.
_Yok anne, tasalanma sen, iyiyim.
_Ne iyiliği be kızım, şu haline bak, rengin ruhsarın kaçtı!
_Sağlığım yerinde hamdolsun anne.
_Peki ya, derdin ne o zaman? Söyle yavrum, en yakınınım ben senin.
Muhlise hiç cevap vermiyor, sicim gibi akan gözyaşlarıyla, sessiz sessiz ağlayıp duruyordu. Annesi, kızının bu halini pek de hayra yormadı. Hasta değilse, sakın ola bu kız içten içe sevdalanmasın birine!  Gençtir, kavak yelleri eser başında, olur mu olur! Hiç ürkütmeden ağzından laf almalı, yapılacak ne varsa, tez elden yapmalıydı. Mazallah, etrafa yayılırsa bu iş, duyulursa, itibarları ne olurdu! Koskoca Hasan ağanın konaklarda büyümüş kızı düşüverirse ellerin diline, nasıl kurtulurlardı bu beladan!
Kızının yanına oturdu, saçlarını yavaş yavaş okşarken, ”Yavrum,” dedi, ”Muhlise’m,
söyle bana çekinmeden, yoksa bir sevdiğin mi var?  Olur kızım bunlar, hiç utanma! Belki elimizden bir şey gelir de......”
Genç kız annesinin sözleriyle, sanki o acılı dünyasından bir anda silkinmiş, gerçeklere dönmüştü. Birdenbire zihni öyle seri bir şekilde çalışmaya başlamıştı ki, muhayelesinden
bir kaç dakika içinde bin türlü düşünceyi arka arkaya geçirdi. Tabii ya, babası sözü geçen adamdı. Hali vakti yerindeydi, o el atarsa bu işe, halledilmesi için bir ümit doğabilirdi pekala. Bu küçücük ümit uğruna bile, Muhlise her şeyi göze alabilecek bir haldeydi. Ne gururu, ne ana babası, hiç bir şey, o ela gözlerle karşı karşıya geldiği andaki hislerinden daha mühim gelemezdi artık ona. Mehmet’le evlenebilmek için yapamayacağı bir şey olmadığını çok kuvvetle biliyordu. Annesine derdini açmaya, aklından geçenlerin akabinde karar verip, hemen anlatmaya başladı.
_Ah, anneciğim, pek mutsuzum! Öyle bir sevda geldi ki başıma!
Bunu söylerken, biraz önce yağmur gibi akan gözyaşlarından kalan son damlalar yanaklarından aşağıya doğru kayıyorlardı.
_Üzülme sen evladım! Her derdin dermanını da verir kurban olduğum Allah!  Sen hele de bakayım bir yol bana, sevdiğin kim?
_Mehmet, anne.
_Mehmet, şu çift çubuk sahiplerinin oğlu mu?
Muhlise başını sallamakla yetindi cevap vermek yerine. Annesinin yüreğine su serpilmişti bu ismi duyunca. Şimdiye kadar çektiği sıkıntılar boşunaydı demek! Keşke daha önce anlasaydı da kızının derdini, boş yere kuruntulara kapılmayaydı. Mehmet iyi
aile çocuğuydu. En az kendileri kadar namlıydılar onlar da. Kızı için en münasip kısmetti.
Aferin şu kıza, en iyi kocayı nasıl da mimlemişti kendi kendine. Bu işi hal yoluna
koymak pek basit olacaktı. Ayağa kalktı, kızını yüreklendirmek istiyordu söyledikleriyle;
_ Mehmet’i bilir tanırız, doğrucası beğenirim de. Sau lappu!  ( yağız genç! )  Hiç dertlenme kızım, bu iş olur. Senden alasını bulacak değiller ya onlar da. Beybabanla da konuşayım bir, amma sen bunu oldu bil, haydi rahat rahat uyu!
Muhlise hafiflemişti, annesiyle dertleşmek ona öyle iyi gelmişti ki. Emindi onun her şeyi halledeceğine. Kocasıyla konuşur, ikna etmenin bir yolunu bulurdu mutlaka. Gerçekten de, her şey beklediği gibi gelişti. Kısmetli anka kuşları, Muhlise’nin başında
gezinmekteydiler o günlerde ve onların sayesinde civarın bütün genç kızlarının dilindeki
ela gözlü, yakışıklı Mehmet, Muhlise’nin alnına yazılıyordu.
     Kızın babasının aklına yatmıştı bu iş. Zaten, karısı ne isterse bir yolunu bulup, onu ikna ederdi. Büyük kızının evliliğinde de öyle olmamış mıydı!  Hem, buralarda Mehmet’den daha iyi damat da bulamazlardı ne kadar arasalar ama bu konuda uzun uzun düşünmek gerekti. Hasan ağa sağlamcı adamdı. İyice düşünüp taşınmadan, hesap kitap yapmadan hiç bir işe adım atmazdı. Hele ki, böyle hassas bir konu olunca, kızı işin içine girince, her şey daha da iyi bir şekilde kotarılmalıydı. Her yapılacak, konuşulacak konu ince ayarla hesaplanmalıydı. Böyle olunca da, adam günlerce düşüncelere dalıp, ne yapıp yapamayacağını kafasında kurdu. Karısı her akşam eve döndüğünde bu konuyu açıp, onu sorularıyla sıkıştırıyor, verdiği akıllarla buram buram terletiyordu. Kızının hali ise, adamcağızı çok üzüyordu. Muhlise günden güne sararıyor, babası her gördüğünde, gözaltlarına yeni morluklar eklenmiş olduğunu farkediyordu. Kızcağız hiç bir şey konuşmuyor, sormuyordu ama bakışlarında öyle bir beklenti vardı ki, işte, babasının her dakika yüreğini dağlayan da oydu. Adam sıkıntı içinde karar vermeye çalışıyor, nasıl bir yol çizeceğini düşünüp duruyordu. Gidip insanlara “Kızımı alın!” nasıl derdi! Bunu dese bile, gururu, itibarı ne hale gelirdi. Öte yandan, Muhlise’nin üzüldüğünü görmek de kahrediyordu onu. Acaba araya iki tarafın da saydığı birilerini mi koysa, veya bir şekilde ağızlarını mı yoklasa, bilemiyordu. Bu sıkıntı içini yiyip kemiriyordu ama neyse ki, kurtulması hiç de zor olmayacaktı.
     Mehmet fazla uzun boylu düşünmeye gerek duymadı. O zaten, konağın kızıyla ilk karşılaştığında, başka hiç bir yerde duymadığı kokuyu ilk kez duyduğunda vermişti
kararını. Fakat o zaman kendisi bile farkında değildi bunun. Ancak ikinci karşılaşmalarında onunla evlenme kararında olduğunun ayırdına varabilmişti. Böyle bir karar aldığına göre, bir an önce uygulamaya koymalıydı bunu zaman geçirmeden.
Bir iki gün içinde, Mehmet’in ailesi, Muhlise’yi  oğullarına istemek üzere, konağının kapısını çalmışlardı. Mehmet’in kararlılığı, Hasan ağayı düştüğü sıkıntılardan kurtarmıştı bir anda. Hayatı boyunca hiç dile getirmese de, damadına karşı her zaman gizliden  gizliye bir minnettarlık duydu yaşlı adam.
     Muhlise, yaşadığı sonsuz mutluluğun gerçekliğinden bir türlü emin olamıyor, ikide bir annesine, Mehmet’le nişanlandığını doğrulatmak ihtiyacı duyuyordu. Her vesileyle bir
konu açıp, artık nişanlı olduğunu, hem de Mehmet’in nişanlısı olduğunu annesinden duyabilmek için türlü türlü yollar deniyordu. Bunu işitmek, öyle muazzam bir haz duygusuyla sarsıyordu ki genç kızı, bu, daha önce hiç yaşamadığı, şimdi ise, doyumsuzluğuyla  onu esir alan ruh halinden kurtulmayı hiç mi hiç istemiyordu. Hele,
“Hayırlı olsun” ’a  gelen komşuların, arkadaşlarının karşısında, muharebe kazanmış bir
kumandan edasıyla kahve ikram etmek, diğer kızların hasetle, imrenme karışımı  bakışlarını üzerinde hissetmek pek hoşuna gidiyor, gururunu okşuyordu. Bütün bunlar gündüzleri yaşanırken, geceleri tek başına kaldığında, yatağında bu olanların etkisiyle sabahlara kadar uykusuz ama mutlu vakitler geçiriyor, yorganı üzerine çekip, oturarak yaşadığı mucizenin ne şekilde gerçekleşebildiğini düşünüyor, kendi kendine kutluyordu aşk mucizesini. Nasıl olmuştu da, Mehmet ailesini göndererek onu istetmişti! Sanki birisi, sevdiğinin kulağına, Muhlise’nin aşkını fısıldamış, bundan haberdar etmişti. Mehmet de bu sevdaya inanmış, genç kızın hislerini anlayarak, çok sevildiğinin farkına varmış, belki de, bu büyük sevda hatırına, böylesine sevilebiliyor olmanın hatırına ona doğru uzatmıştı genç kızın çok beklediği, her an özlediği ellerini. Muhlise çok mutluydu, Muhlise hayaller içindeydi, Muhlise  nişanlısını mutlu etmeye adıyordu kendisini.
      Mehmet memnundu aldığı karardan. Muhlise’ye sahip olduğunda, yüzünü karısının sinesine gömecek, ve bir daha o tarifsiz kokudan uzak kalmayacaktı hayatı boyunca. Annesiyle babası da, mutluluktan havalara uçmuşlardı bu havadisle. Şimdiden çiftlikte hazırlıklar başlamış, gelin hanım için eve yeni eklemeler yapılıyordu. Hem kızlarının, hem de oğullarının kendilerine layık ailelerle birleşmeleri, karı kocayı fazlasıyla sevindirmişti. İki evlatları da, tam kendilerinin arzu ettikleri gibi birer evliliğe doğru ilerliyorlardı.
Muhlise ile Afife’nin düğünleri aynı gün çiftlikte yapıldı. Gelinlerin ikisi de pek çok
mutluydular. Ama en fazla, iki sevdalı yüreğin, Nazif’le, Muhlise’nin kalplerinin aşk
çırpınışları, artık sonsuz saadet denizinde duruluyordu.
Düğün tam anlamıyla muazzamdı. Sanki bu dört gencin en güzel günlerini mükemmel
bir biçimde yaşayabilmeleri için, kainat o gün bütün meşguliyetlerini terk etmiş, sessiz bir işbirliği içine girmişti. Ağustos ayının kavurucu sıcaklığı o akşam birden bire yerini
hafif bir serinliğe bırakmıştı. Bahçelerdeki çiçekler her zamankinden başka türlü,
muhteşem kokularını ağır ağır havaya salmışlardı. Etraftaki kuşlar bir araya gelmiş,
çiftliğin ağaçlarında yer açmışlardı kendilerine. Cıvıltıları şimdiye kadar  hiç duyulmamış ahenkli müzikleri çağrıştırıyordu. Yaz gecelerinin pırıltılı konukları olan ateş böcekleri bile, daha bir ışık içindeydiler.
Pariyan’ın kimselere bırakmayıp, kendi elleriyle yaptığı yemekler, tatlılar, lezzetlerinin
zirvesindeydi. Düğünün en önemli misafirleri olan saz üstatları, en güzel şarkılarını, gelin
ve damatlar için çaldılar bütün gece. Haremlik’de manicilerin söylediği gelinleri öven maniler ve saatlerce oynatılan çengiler kadınlar meclisini iyice hareketlendirmiş, neşeye
boğmuştu. Bu arada, onlar da emeklerinin karşılığını bahşişlerle bol bol almışlar, ceplerini epeyce doldurmuşlardı. En az, bir kaç düğünün hasılatına eşdeğer bir kazanç elde etmişlerdi.  Bu sebeple ağızları kulaklarındaydı hepsinin. Zengin evlerinin hali başkaydı elbet! Eğlenti böylece epey bir zaman sürdükten sonra, iki mutlu gelin de, salonun ortasına getirilip, gümüş tepsilerdeki kına, avuç içlerine, parmaklarına ve ayaklarına sürülerek, kırmızı, altın ip işlemeli bezlerle bağlandı. Davetliler de, kına tepsisinin içine ya para, ya altın atarak hediyelerini vermiş oldular. Geç saatlere kadar süren, böylesine neşeyle, güzelliklerle dopdolu geçen bir düğünle iki mutlu evlilik başlamış oldu.

                                                                                                   

                                                                                                          


                                                                                  
                                                                             
                                                                                                                  Sivas _Aynı yıllar

Mürvet’le annesi, her hafta olduğu gibi o  gün de, erkenden hamama gitmek üzere
hazırlanmışlardı. Adetti Sivas’da, bir hamam yapılırken, varlıklı aileler yapımına katkıda bulunup, bir kurna satın alır, o kurnayı da sadece o aileye mensup olanlar kullanabilirdi.
Mürvet’in ailesinin de, kendilerine ait bir kurnaları vardı. Annesi giderken, mutlaka onu da beraberinde götürürdü her seferinde. Kadıncağız iyice bir kese attırır, orada abdestini alır, eve döndükten sonra da, gece yarılarına kadar ibadetle geçirirdi vaktini. Zengin bir aileden geliyordu Hatun fakat mallar erkek çocuklar arasında paylaştırıldığından, ona pek bir şey verilmemiş, kocasını da kaybedince, iki çocuğuyla beraber yaşamaya başlamıştı.
Büyük kızını evlendirip, uzaklara gönderince, diğer kızı Mürvet’le başbaşa kalmıştı. Ailesinin bıraktığı sayısız mal mülk, para sayesinde zenginlik içinde bir yaşam süren, Hatun’un ağabeyi ve Budaklı çiftliğinin sahibi Hacı Reşit bey, kardeşine de, yeğenlerine de çok düşkün bir adamdı. Onlara hiç yokluk çektirmemiş, her ihtiyaçlarını karşılamıştı yıllardır. Her cuma namazından sonra mutlaka, kızkardeşininTarhana mahallesindeki evine gider, halden aldığı ve bir kaç hamalın ancak taşıyabildikleri küfeler dolusu meyve sebzeyi, çeşitli yiyecekleri de beraberinde götürürdü. Her bayram, kızına şehirden getirttiği elbiselerin aynısından yeğeni için de alır, onu hiç bir zaman ayrı tutmazdı Saliha’sından. Reşit bey karısını, kızının doğumunda kaybetmiş, bir daha da evlenmeyip, tüm sevgisini evladına vermişti. Yazları çiftlikte, kışları ise, Tellipınar’daki, haremlikli selamlıklı köşklerinde sürdürürlerdi yaşamlarını. Mürvet’in en iyi arkadaşıydı Saliha. Çocukluklarından beri  birlikte büyümüş, birbirlerinin hayatına ortaklık etmişlerdi. Saliha, halasını anne yerine koymuş, Mürvet dayısını baba bilmişti. İkisi birlikte mahalle mektebine gitmiş, yazları, neşeyle çiftlikte geçirirken, kışları büyük köşkün bitip  tükenmek bilmeyen merdivenlerinde koşturarak büyümüşlerdi. Artık ikisi de birer genç kız olma yolundaydılar.
     O mayıs gününde, baharın gelişi iyice hissettirmeye başlamıştı kendini. Şehrin, insanın içini ürperten dondurucu soğuğu, yerini hafif bir serinliğe bırakmış, karlar çoktan erimişti Hatun, hamam sefasını tamamladıktan sonra kızıyla beraber,ağabeyinin evine gitmek  üzere çağırdığı faytona binerken, Mürvet’in kalbi, nedenini  anlayamadığı bir biçimde çarpmaktaydı. Hızla yol alan at arabasının tekerlekleri bile silemiyordu bu şiddetli  çarpıntının sesini. Köşke vardıklarında, Hatun  doğruca mutfağa girip, ahçıbaşıyla birlikte yemek işine girişirken, Mürvet de hemen Saliha’nın odasına koşmuştu. Genç kız yeni yıkanmış, ipek işlemeli havluları henüz üzerinde, bir köşede gürül gürül yanan sobanın yanıbaşında, odalıklardan, küçük bir kızcağıza saçlarını taratıyordu. Neredeyse, topuklarına kadar uzanan koyu kumral saçlar, deniz mavisi  gözlerle bezeli, melekleri kıskandıracak bir yüze sahip olan çok güzel bir kızdı Saliha. Oturduğu koltuktan arkaya doğru saldığı gür saçlarını, fildişi bir tarakla tarayan küçük kızın kolları, o gür saçların ağırlığıyla yoruluyordu biraz. Saliha, ”Hadi, ” dedi çocuğa, ”sen git Gülnaz.” Gülnaz dışarı çıkınca, yüzü sıcak suyun mu, yoksa anlatacaklarının heyecanıyla mı kızardığı anlaşılamayan genç kız, kuzeninin oturduğu divana uçar gibi geldi. Koluna öyle bir yapıştı ve sıktı ki, Mürvet yerinden sıçradı. ”Mürvet,” dedi  heyecanla, ”sana diyeceğim var!”
_Neymiş, söyle hele, meraklandım.
_Bu gün hıdırellez ya, akşam tuzlu bir parça hamur karıp ye, üstüne de hiç su içmeden yat. Gece güveyi düşünde görürmüşsün!
“Sahi mi?” diye sordu Mürvet şaşkınlıkla, ”Nerden işittin bunu?”
_Geçen gün yaşlı bir teyze geldiydi dikişe, o dedi. Ben yapacağım bu gece, unutma sen de yap.
_Elbet yaparım, kolay bir şey, ne olsa!
_Yarın söyleriz birbirimize gördüklerimizi  değil mi!
_Elbet söyleriz Saliha.
Sonra bir süre daha aynı konudan konuştular. İkisi de şimdiden, rüyalarının etkisi altında kalmaya gönüllü görünüyorlardı. Vakit ilerledikçe, iki genç kızın sohbeti, rüyalardan uzaklaşıp, konudan konuya atlayarak akşama kadar devam etti. Ama iki kuzen de, birbirlerine  verdikleri sözü unutmadılar.
     Havanın bir an önce kararıp, gece olmasını sabırsızlıkla bekleyen Mürvet, annesi namazını kılmak üzere odasına çekilip, kapıyı da sıkıca kapattığında, sessizce mutfağa
süzülüp, kilerden unu çıkararak, hemen masanın üstünde, bir avuç undan tuzlu bir hamur
yapıp, sacda iki tarafını pişirdi. Sıcak sıcak yedi, öylesine tuzluydu ki, ağzı kavruldu ama su içmemeliydi, tembih etmişti Saliha. Hemen yatağına girip uyudu.
Rüyasında, duvarları yemyeşil  badanalı bir odadaydı. Hiç bir kıyıda köşede, başka bir renk kırıntısı, bir leke yoktu. Aynı renkte yün battaniyeler örtülmüş bir divanda  otururken, pencerelerdeki tüllerin, dışarıdan hafif hafif esen rüzgarla, belli belirsiz
kıpırdandığını görüyordu. Mürvet’in üzerinde de, yeşil müslinden bol bir elbise vardı. Saçları dağınık, omuzlarından aşağıya kayıvermiş, ayakları çıplak, rüzgar elbisesinin
yakasından boynunu üşütüyor ve Mürvet sessizce oturmaya devam ediyordu. Birdenbire ayağa kalktı, sanki kendinde değildi. Ayaklarının götürdüğü yere gidercesine, cama doğru yaklaşıp, tülü hafifce bir yana doğru çekti. Neden yapmıştı bunu, bildiği yoktu. Öyle yapması gerektiğini hissetmişti sadece. Dışarıda parlak bir güneş değil, puslu, duman duman bir havayla karşılaştı. Sisten göz gözü görmüyordu. Gözlerini  kırpıştırarak, cama yapıştırdı alnını. Aniden dağılıveren dumanların arasından bir at belirdi. Atın üstünde genç bir asker, başını ondan yana çevirmiş, ağır ağır geçmekteydi. Mürvet tanımıyordu askeri, hiç kimseye de benzetemiyordu. Ama adam öyle bir dikkatle,
keskin gözlerle bakıyordu ki, bu bakışlardan iliklerine dek etkileniyordu kızcağız. Sonra dağılan sisler yeniden bir araya toplanmaya başladılar, ortalık dumanlara büründü tekrar. At ve üzerindeki silüet, dumanların ardına gizlendi ve  kayboldu gözden, ortaya çıktığı gibi ağır ağır.
Mürvet uyandığında, saçlarının arasındaki ter damlacıkları hareketlenmeye başlamışlardı çoktan. Her bir karesini hatırlıyordu gördüğü rüyanın. Her bir ayrıntı tam tamına
hafızasına kazınmıştı. Askerin yüzü gözlerinin önündeydi hala. Demek, evleneceği adam
oydu. Dili damağı kurumuş, dudakları hercai titreyişlerle oynaşırken, yatağında yan  dönüp kapattı gözlerini. Yeniden uykuya dalmaya çalıştı. Fakat gün ışıyana kadar,
rüyasının etkisi üzerinde kaldı. Saçlarında, bedeninde, yüzünde gezinip durdu fütursuzca.
     Sabah erkenden, Hacı Reşit beyin kızı, halasının evinin önünde faytondan inmekteydi. Gelirken, Arap Şeyh’in oradaki çeşmede, elini yüzünü soğuk sularla ferahlatmış, sabah serinliğine bırakmıştı sere serpe. O saatte, yeğenini karşısında gören Hatun, geçici bir telaşa kapıldıysa da, genç kızın,  ”Kahvaltıya geldim.” sözleriyle, hemencecik rahatlayıverdi. Bu arada Saliha da, üzerindekileri çarçabuk çıkartmış, soluğu, mutfakta, Mürvet’in yanında almıştı bir çırpıda. “Ne gördün düşünde, tez söyle!” diye sordu soluk soluğa. Mürvet, kuzeninin bu haline gülmekten alamadı kendini uzun uzun. Ne acayip kızdı şu Saliha!
_Buna mı meraklandın sabah sabah?
_Elbet meraklanırım ya!
Mürvet omzunu silkerken, bir yandan da, kızcağızı daha da meraklandırmak, içten içe hoşuna gidiyordu. Saliha ise, onun bu rahatlığına kızmış, söylenip duruyordu ha bire;
_Aşkolsun Mürvet, niye böyle ediyorsun kuzum!
Ama o sabah Mürvet’in keyfi yerinde, şakacılığı üzerindeydi. Kuzeninin sırtına hafifçe vurup kaçarken, şu tekerlemeyi söyledi;
_Aç koynunu da, kuş konsun!
Saliha genç kızın arkasından seğirtmişti gittiği yöne doğru. Hala, ısrarcı tavrını sürdürüyor, ağzından laf alabilmek için sıkıştırıyordu kuzenini.
_Hatırım için Mürvet, bak billahi darılırım!
Nihayet, kızcağızı daha fazla sızlandırmadan anlattı rüyasını. Genç kız sonuna kadar, gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde dinledi onu.
_Ne ala, gördün demek kısmetini!
_Eee, sen ne gördün Saliha, desene!
_Hiç bir şey kardeşim, yok demek ki nasibim!
_Olur mu kuzum! Kanma sen bunlara, herkesin vardır bir bekleyeni!
_İnşallah!
Kızların konuşmaları, Hatunun içeri girmesiyle bıçak gibi kesiliverdi. Her ikisi de sus pus olup, kahvaltıyı hazırlamaya koyuldular tekrar. Yer sofrasında, yaşlı kadının nasihatlarını dinleyerek bir iki lokma atıştırırken de, ortalığı toplayıp, sofra bezini silkelerken de, akılları fikirleri, gelip onları bulacak kısmetlerinde takılı kalmıştı.
    Hatun yol hazırlıkları için çarşıya kadar indi öğleden sonra. Alacaklarını alıp, eve
dönerken, camiinin yanıbaşındaki sadaka taşına, her zamanki gibi bir miktar para
bırakmayı da ihmal etmedi.  Karınca kararınca yardım etmeyi severdi insanlara oldum
olası. Dini bütün bir  kadın olarak, iyi bir müslümanın, yardımını gizli yapması gerektiğine inandığından, her zaman çekingen davranmıştı bu konuda. Bir türlü münasip bir yol bulamaz, tereddüt içinde kalırdı çoğu kez. Bir gün, imam efendi, sadaka taşından bahsetmişti  bir konuşmasında mahalleliye. Oralara yolu düşen ihtiyar bir dervişden duymuştu bunu. Yoksa,  kimseler, yüzyıllardan beri olduğu yerde durup duran bu taşın ne işe yaradığını hiç öğrenemeyecek, öyle alelade bir şey zannedip geçeceklerdi. Derviş bu taşın sırrını şöyle anlatmıştı;
İnsanlar camiinin yanından her geçişlerinde, kimseye farkettirmeden taşın içine bırakırlarmış sadakalarını. Fukaralar da gelir, lazım olan kadarını alırlarmış utanıp  sıkılmadan. Sonra olur ya, onlar da fazla kazanırlarsa günün birinde, aynısını yaparlarmış başka insanlar için. Böylece, bir devri daim şeklinde devam edermiş yardımlaşma büyük bir incelikle.
İmam efendinin anlattıkları imdadına bir hızır gibi yetişmiş, Hatun’u  büyük bir dertten kurtarmıştı. Artık gönül ferahlığıyla yapabiliyordu yardımını ve bunu düşünenler adına da her namazda dua etmeyi unutmuyordu.
Mürvet’in, kocasının işi sebebiyle evlendiğinden beri Van’da olan ablası, bir iki aya    kadar doğum yapacağından, annesi kızını bu halde yalnız bırakmak istemiyordu. Yanına gideceklerdi bir kaç güne kadar. Sürüp giden hazırlıklara kaptırmıştı kendini  Hatun. Bebeğe renk renk yelekler örmüş, karbeyazı zıbınlar dikmişti gecesini gündüzüne katarak. Nebile’nin, o çok sevdiği kuru köftelerden bolca kızartıp, koca bir bakır tavada helva da kavurmuş, yolluklarını da hazır etmişti. Esasında, Mürvet oralarda sıkılacağını düşündüğünden, hiç de gitmek istemiyordu. Saliha’yla beraber geçirdikleri neşeli zamanları çok özleyeceğini, arkadaşını yalnız geçireceği günlerde çok arayacağını biliyordu ama ablasının da ihtiyacı vardı onlara. Bebek de gelince, oyalanırdı
muhakkak.
     Hatun  sabah namazına kalkınca, küçük kızını çoktan uyanmış, hazırlanmış buldu. Mürvet’in yüzü pek solgun, rengi kaçık, hali tavrı bezginceydi. Sezinliyordu kızının gitmek istemediğini ya, elden ne gelirdi. Mürvet dayısında kalmak istemiş, fakat razı gelmemişti buna annesi. Abisine emanet edemediğinden değil, sadece kızını yanından, gözünün önünden ayırmak istemiyordu annelik iç güdüsüyle. Hem, ablasını böyle günde tek başına bırakması yakışık  almazdı.
Maşallah, çok iyi bir evlilik yapmıştı büyük kızı. Mürvet’ine de hayırlı bir kısmet çıkardı da inşallah, onu da baş göz ederdi bir an evvel. O zaman artık huzura erecekti. İki
çocuğunu küçücük yaşlarından itibaren babasız büyütmüş, bu günlere  ne zorluklarla getirmişti. Şimdi en büyük emeli, ikisinin de mesut bir yaşam sürmeleriydi, hepsi bu.
    Mürvet, ablasının yanında sandığının aksine hiç de sıkılmadı. Beklemediği kadar hareketliydi yaşam bu küçük şehirde. Eniştesi oranın en itibarlı memurlarından biri olmuştu. Eve her gün eşraftan, Talat beyin kayınvalidesi ile baldızını en iyi şekilde ağırlayabilmek için taze sütler, meyvalar, köy ekmekleri taşınıyordu. Nebile de etrafa
sevdirmişti kendini. Evleri, hoşgeldine gelen  komşu ve ahbapların ziyaretleriyle dolup taşıyor, hiç boş kalmıyorlardı. Pek şen şakrak insanlar vardı burada. Şenlikli, hoş sohbetlerle  dolu gündüz oturmaları sayesinde, Mürvet’in zamanı neşeyle geçiyordu.
Gayet memnundu hayatından, hele bir de, ablası güzel sağlıklı bir bebek doğurunca,
onunla haşır neşir olmak, keyfini iyice yerine getirmişti.
Zaman böylece akarken, bir gün öğle yemeği sonrasında, anneleri içeri odada namazını kılıyor, bebek mışıl mışıl bir uykuda, Nebile elinde işiyle divana oturmuş, Mürvet de
koltukta dinleniyordu. O gün gelen giden de olmadığından, pek sessizdi ortalık. Birden sokaktan gelen tıkırtıları duyup, kulak kabarttı  Genç kız gürültülerin ne olduğunu  anlamaya çalışırken, bir çala nal sesleri gelir gibi olunca kulağına, ablasına sordu;
_Bu sesler ne ki abla?
_Askerlerdir. Yakında kışla var ya, bazan geçerler buradan.
Mürvet ayağa kalkıp, perdeyi araladı dışarı bakmak için. Ablası kızgınlıkla çıkıştı;
_Ayıptır, kızlar bakmazlar öyle camlardan vara yoğa!
_Aman abla, kim görecek ki hemen şöyle kenardan bakıversem!
Bunları söylerken öte yandan da, dışarıyı kolaçan etmeye başlamıştı bile. Ablasının baş sallamalarına aldırış etmeden. Gerçekten de, sokaktan atları üzerinde askerler geçiyor,
yol kenarında toplanmış üç beş çocuk da, onlara el çırpışlarıyla eşlik ediyorlardı. Atlıların
birine takıldı Mürvet’in gözü. Sanki bir yerlerden tanıyor gibiydi ya bu askeri, çıkaramadı
bir türlü. Sonra biraz daha düşününce, hatırladı. Tabii ya, rüyasında gördüğü askerdi, onun kısmetiydi, atı bile aynıydı. Gayrıihtiyari şu kelimeler dökülüverdi dudaklarından;
_Hiii, o !!!
Nebile kardeşinin konuşmasını duymuş, şaşkın şakın yüzüne bakıyordu,
_Kim kız o?
_Hiç, kim olacak ki!
Kadın başını yine iki yana sallayıp, ”Allah,Allah!” dedikten sonra, elindeki işe vermişti
yeniden dikkatini. Mürvet bir kaç saniye öylece kalakaldıktan sonra, ani bir hareketle kapayıverdi perdenin ucunu, elleri hala titriyordu. Derken, bu titreyişler, ürpertilerle birleşerek  sarıverdiler bütün vücudunu. Demek, kısmeti onu ta buralara çekip getirmişti. Bu bir tesadüf olamazdı, onun kaderi yazılmıştı artık! Kimseye bir şey belli etmeyerek, heyecanını gizlemeye çalıştı evdekilerden. Şimdi de, bir merak duygusuna kaptırmıştı kendini. Nasıl
olup bitecekti her şey! Hangi vesileler, askerle onu karşı karşıya getirecekti! Kaderleri
onlara bundan sonra nasıl bir oyunla geri dönecekti! Uykularına bu soru işaretleriyle dalmaya çalışıyor, bir parça unutmuş olduğu rüyası, tekrar hafızasında, eskisinden daha güçlü bir halde canlanıyordu.
    Yüzbaşı Şeref, süvarileriyle yoldan geçerken, gözlendiği gibi tuhaf bir duyguya kapılıp, başını yandaki evlerden birinin camına çevirdiğinde, perdenin hızla çekildiğini görmüş, şaşırmıştı bir parça. Neden böyle bir hisse kapıldığını ise, uzun uzadıya düşünecek vakti yoktu zaten. İşlerinin içine gömülmüş, bu olayı da, çoktan unutup gitmişti. Zengin ama servetlerinin büyük bölümünü kaybetmiş bir aileden geliyordu genç adam. Kökenleri Amasya’ya dayanan bu ailenin, büyük bir yangında hanları yanmış olmasına rağmen, yine de kalan diğer malları onları çok rahat yaşatmaya yetmişti. Genç adam, daha sonraları hayatında oldukça yer tutacak olan savaş hatıralarıyla, daha yirmili yaşlarında tanışmış, babasıyla beraber cepheye gitmişti. Henüz yaşı tutmadığından, askere çağrılmayan kardeşi Celal, ailenin başında tek erkek olarak kalınca, annesi, babaannesi, kız kardeşi ve çalışan üç beş kadın, onun ağzından çıkacak tek bir sözü bekler olmuşlardı. Bu hal, özellikle de,  pek çekindiği ninesi ile annesinin ona tabi oluşları, delikanlıyı önceleri şaşırtmış, o sorumluluk duygusu biraz korkutmuş, sonra kendine aşırı  güvenmesine yol açmıştı ki, bu, çok tehlikeli sınırlarda dolaşmak  demekti o yaştaki bir çocuk için.
Babaları, savaştan bir müddet önce arazilerini  satıp, altına çevirmeye karar verdiğinde, karısına da aklındakini çıtlatmıştı biraz;
_Hanım, nasipse, Şeref zabit çıkıyor artık.
_Öyle bey, kendini kurtardı sayılır, şükürler olsun!
_Celal de yetişti, beraber çalışırız. Arazileri satıp savalım da, işi büyütelim derim ben. Zati, ekip biçen de yok.
_Nasıl münasip görürsen bey. Celal’in de eli artık ekmek tutmalı.
Böylece Süleymen, şansı yaver gidip, iyi de bir müşteri bulunca, epeyce yüksek fiyata sattı elindekileri. Daha geniş bir dükkan aramaya koyularak, sorup soruşturdu. Tam da gönlüne göre bir yer bulmuştu ki, savaşla birlikte yerle bir oldu tüm planları. Hayallerinin
üzerini, mubarek vatan toprağıyla örtüp, savaşmaya hazırladı kendini.
Cepheye gitmeden bir gece evvel, karısıyla beraber altınların bir kısmını evin geçimi için ayırırlarken, Hatice ağlamaklı bir sesle adeta isyan ediyordu;
_Allahtan reva mı bu bey! Tam da, huzura erecekken, olan işe bak!
_Böyle konuşma hanım. Demek, kısmet buymuş! Her olana boyun eğmek lazım gelir.
Hem, millet şu haldeyken, ben para kazansam ne çare! Gidip temizleyelim de hele
topraklarımızı kafirlerden Allahın izniyle, dönüp gelmek varsa kısmetimizde, yine çalışırız.
_İnşallah, inşallah!
Karısı, “İnşallah”ları  peş peşe sıralarken, elini gökyüzüne açıp, gözlerini de kapatarak dualar ediyordu. Süleyman hanımının dualarına ”Amin” derken, bir yan danda paranın  geri kalanını, sahareye, oraların namı en çok duyulmuş saraçlarından birine sırıttığı deri sandığa koyup, aşağıya, bodruma indirmişti çoktan. Kaybedecek vakit yoktu artık.
Sandığın anahtarını  Hatice’ye  vermiş, onları Allah’a emanet ederek, büyük oğluyla beraber, hayır dualarına karışan gözyaşı selleriyle uğurlanmıştı.  
     Ev, üzüntülü bir halde açtı gözlerini o sabaha. Hatice, hem evladının, hem kocasının gidişinin acısıyla, günlerce yatağından çıkamadan yattı ama çevrilmesi gereken bir ev, bakılması gereken çocuklar, doyurulması gereken insanlar vardı. Kadıncağız bir zaman sonra sıkıntısını içine atıp, günlük hayatına geri döndü. Beyiyle, Şeref’inin hasretliğinden başkaca bir derdi yoktu çok şükür. Onlara da, her gece saatlerce süren dualar ediyor, sağ salim dönmeleri için yaradana yakarıyordu. Onu en çok tasalandıransa, Celal’in tuhaf davranışlarıydı. Sanki, o halim selim çocuk gitmiş, yerine serkeş, saygısız biri gelmişti. Bunu, babasıyla, ağabeyini özlemesine bağladı önceleri. Belki de, evin erkeği olmak zor geliyordu bu yaşta ona. Tüm bunları hatırında tutarak, oğluna çok yumuşak davrandı bir süre ama Celal’in değişmeye hiç niyeti olamdığı gib, her geçen gün de, işi iyice azıtıyordu. Çoğu geceler, herkes yattıktan sonra geliyordu eve. Annesi bütün gün nerelerde gezdiğini bir türlü öğrenemiyordu oğlunun. Bazı geceler, evin her yanını saran kokuyu sezdiğinde, onun içki içtiğinden de şüphelenmeye başlayan kadıncağız, ne yapacağını, kime dert yanacağını bilmez bir haldeydi. Kayınvalidesinin yanında bir iki kez konuşacak olmuş, yaşlı kadın gözlerini devirerek bir hışımla çıkışmıştı ona;
_Gelin gelin, ne diyorsun sen! Celal’im evimizin eridir, çıkmak olmaz  kelamından!
Beybabası gelene kadar bizim sayacağımız odur, haddini bilesin!
_Doğru dersin hanımanne, lakin oğlanın hali hal değil.
_Ne varmış ki halinde, tam bir civan’ı mert  yavrum!
_Ne olsun daha! Görmez misin, evde barkta yok, bir işin ucundan  tutmaz!
_Delikanlı o, varsın gezsin. Sen ne güne duruyorsun!
_Hem, içki de içiyor galiba.
_Dillerin lal olsun gelin!  Ne biçim lakırdı o öyle!
Bu bağırıştan sonra, bir kez daha sesini çıkarmaya, bir şey demeye tövbe etmişti Hatice. Dertlerini içine attı, kocasının dönüşünü dört gözle bekler oldu. Oğlunu adam etse etse, bir tek babası adam edebilirdi.
    Celal,o yaşların, her gencin başında estirdiği bilindik asilik rüzgarlarıyla başetmekte çok zorlanıyordu. Bir yandan, askere alınmadığı için ufak bir çocuk yerine konulduğuna
hayıflanmak, öte yandan, tam bir yetişkinmiş gibi,  ailenin sorumluluğunu üstlenmek
zorunluluğu, delikanlıya fazlaca ağır gelmiş, onu ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemeyenlerin tutarsızlıklarına sürüklemişti. Kendini içkiye verdi, şimdiye kadar yasak olan tada sığındı. İçtiği zaman her şeyi unutuyor, mutlu, tasasız bir hale bürünüyordu.
Üstelik, seviyordu bu halini. Etrafını saran, kendi yaşındaki arkadaşlarıyla, her gün orada
burada geziyor, her gece bir yerlerde kuruluyordu çilingir sofraları. Tabii, harcamaları Celal yükleniyordu. İçlerinde en zenginleriydi, masrafları diğerlerinin üzerine yıkmak yakışmazdı ona. Etrafıyla birlikte, hemen her geceyi, sabahın ilk aydınlıklarına dek süren birer aleme dönüştürüyorlardı.Yeniliyor, içiliyor, dansözler oynatılıyordu. Şehrin  sükununa, kahkaha sesleri, müzikler, bir inilti misali karıştıktan sonra, kaybolup gidiyorlardı o sessizliğin arasında. Arkadaşları da, kendi akranları, biri topal Hamdi,
Celal’den bir kaç yaş büyük bir genç, ayağı aksadığından askere alınmamış, diğeri zahirecinin oğlu Mümtaz, bir başkası komşuları Mustafa ve bir kaç delikanlı daha. Celal hepsinin ağası konumundaydı. Eğlencelerin her masrafını çeken o, çalgıcıları, çengileri ayarlayan o. Ötekilere kalansa, sadece günlerini gün etmekti. Celal severdi iltifatı, pohpohlanmaya dayanamazdı. Etrafındakiler ki, annesi bunlara, “evaneleri” derdi,  delikanlının bu huyunu pek iyi anlamış, üstüne gidiyor, övdükçe övüyorlardı onu habire. Hele de Hamdi, yaşı da daha büyük olduğundan iyice almıştı genç adamı avucunun içine.
O akşamüstü, mahalle kahvesinde altı kol iskambil döndürürlerken, ”Ağam,”dedi, “bu
gece bir alem kursak yine!”
İşte bu hitap, Celal’i tam kalbinden vurmaya yetiyordu. Köftehor Hamdi de çok iyi bilirdi
bunu. Kendinden büyük birisinin onu böyle çağırması, diğerlerinin gösterdiği binbir türlü
yalakalık numarası, bu toy delikanlının kendini dünyanın merkezi sanmasına yetmiş de artmıştı bile. Kabadayılık ondaydı, güç, para, hepsi mevcuttu. Dünyayı sırtlayabileceğinden emindi.
Mustafa hemen atıldı söze, Hamdi’nin teklifi üzerine;
_Yapalım elbet abiler, vur patlasın çal oynasın eğleniriz.
Celal kaykılarak yerinde, sandalyesine yaslandı. Bir eliyle fesini düzeltirken, cevapladı arkadaşlarını;
_Emriniz başımla beraber, biz kaçmayız mesariften.
“Bir de çengi getirelim.”dedi Mustafa. Hamdi adeta ağzının suları akarak karıştı söze;
_Yahu, şu Evantiya’yı getirsek keşkem!
O zamana kadar lafa karışmayıp, sadece dinleyen Mümtaz, itiraz etti bu defa;
_Ooo, abim, o karı her yere gitmiyormuş, ancak hatırı sayılır müşterilere!
_Deme be, tuh, bir de methediyorlar ki!
_N’apalım, biz de başka çengiyle eğleriz canımızı!  Evantiye gelmez bizim aleme!
Celal, aniden sinirle vurunca yumruğunu masaya, bir kaç iskambil kağıdı yeri boyladı.
_Ne lakırdı edersiniz siz be! Getirtirim her istediğim karıyı ben!  Envantiya kim oluyor ki, parasıyla değil mi bu iş!
Hamdi delikanlının omzuna vurdu;
_Billahi aslansın ağam!
Celal ayağa kalktı. Gitmek üzereyken, Mustafa’ya adeta emir verircesine konuştu;
_Yapın hazırlığı, nevaleleri alın tez elden. Akşama öyle bir alem yapıcağız ki, dillere
destan. Yıllarca söylenecek orada burada. O Evantiya denen çengi de, şakır şakır oynayacak önümüzde.
Yalaka Hamdi atıldı tekrar;
_Ee, Celal ağama da bu yaraşır!
Diğerleri de, hemen başlarını sallayıp, tasdiklediler onu hep bir ağızdan;
_He, billaha ağam, yaraşır sana!
Delikanlı kahveden çıkınca, Hamdi, arkadaşlarına kıyak çekmenin sırıtışı yüzünde,
konuşmaya başlamıştı.
_Bu gece şenlik var yine. Nasıl da fişekledim oğlanı gördünüz ya! Hadi, kalkın da inelim
çarşıya bir an evvel. Canınız ne çekiyorsa yiyin lan, ne olsa mangırlar Celal’den!
Üç delikanlı konuşa gülüşe yola koyuldular. Üçünün de, kalıptan çıkmış fesleri yana hafif
çarpıtılmış, yumurta topuk ayakkabıları, mahallenin, altın rengi ışıltılar saçan boyacı sandığıyla, köşebaşını her gün mesken tutan yaşlı boyacısının yorgun ellerinde
parlatılmış, yeni çıkan bıyıkları, gürleşsin diye badem yağına batırılmış pamuklarla silinmişti. Yolda herkes, bu üç kabadayı özentisi delikanlıya selam veriyor, mahallenin
genç kızları camların ardına saklanmış, gizli bakışlar atarken, evlerinin önünde oynayan
oğlan çocukları imrenerek, bir gün onlar gibi olabilmenin hayalini kuruyorlardı. Güneşe karşı, bedenlerini bırakmış ihtiyarlar, gençlik günlerinin hasretini dindiriyorlardı
delikanlılarla beraber. Onlarsa, hiç bir şeyi umursamadan, sadece akşamki şenliğin düşüncesiyle meşgul, alışverişin içinde buluyorlardı kendilerini.
En önce et işini halletmek için, civarın lezzetli kuzularıyla ünlü kasabına uğrayıp,
mangala atıldı mı, ortalığa derhal o hoş kokusunu bırakan, özel besili bir yarım kuzuyu aldılar. Sonra, yağlı beyaz peynir, biraz yeşillik, yeni sarılmış kokulu tütün, en son da, ellerindeki eski bez parçalarının arasına gizledikleri rakılarını alınca tamamlanmıştı alışveriş eksiksiz olarak. Artık yapacakları tek şey, akşamı ve güzeller güzeli Evantiya’yı  beklemekti.
     
Kimsesiz bir rum kızıydı Evantiya. Annesinin babasının kim olduğunu bile bilmiyordu.
Çocukluğundan beri yanında olan yaşlı Vasili’ydi tek yakını. Onun elinde büyümüştü genç kız. Hatırlayabildiği en küçük yaşından beri, Vasili’nin kemanı eşliğinde dansediyordu. İkisi birlikte sabahtan akşama kadar sokaklarda dolaşır, buldukları yerde başlarlardı sanatlarını icra etmeye. Kazandıkları üç beş kuruş o günkü nafakaları olur, karınlarını doyurmaya yeterdi. Yıllar akıp geçerken, küçük kız büyümeye, büyüdükçe güzelleşmeye, dansını da gün be gün geliştirmeye başladı ve zaman geldi, oraların en
ünlü rakkasesi olup çıktı. Artık zengin eğlencelerinin olmazsa olmazıydı, güzeller güzeli Evantiya’ydı. Yaşlı Vasili ve bir arap odalıkla beraber büyük bir evde yaşar, arada
bir faytonla gezintiye çıktığı zaman, yanından geçen delikanlılar, genç kızın arabasını tanıdıklarında, ıslıklarla tezahürata başlar, aralarından bazıları, kaşla göz arasında nereden bulurlarsa, faytona çiçek bile atarlardı. Hemen her akşam başka bir yerde  danseder, hayranlarının alkışlarına mazhar olurdu. Vasili’nin, romatizmadan dolayı çalamadığı sazı, daima Evantiya’yla çalışan dört beş çalgıcının ellerinde şenleniyordu artık. Merakla onu bekleyen bakışların karşısına çıktığında, özel yaptırdığı rengarenk bürümcükten, rahat hareket edebilmek için bol dikilmiş elbiseler giyer, saçına irice yapma çiçekler iliştirirdi çokca. Elbiselerinin eteklerine işlenmiş pırıltılı pullar, gaz lambasının  ışığında daha da parlar, genç kız bedenini o yana bu yana sallayıp, saçlarını şuh kahkahalar atarak savururken, onu seyredenlerin gözlerini daha bir kamaştırırdı. Kendilerinden geçenler, Evantiya’nın göz süzüşleriyle iyice mest olur, ağızları bir karış açık bir halde izlerlerdi onu.
Evantiya henüz on altısında bir afetti. Siyah uzun saçları, yuvarlak kalçalarına dek uzanır,
saçlarından daha kara gözlerinin uçucu derinliği bakanları büyülerdi. Öyle herkesin davetine icabet edenlerden olmamıştı hiç bir zaman. Ancak tanıdığı, güvenilir kişilerin karşısına çıkar, bu gizem de, onu diğerlerinden ayırırdı. Üstelik de, daha fazla para isterdi bütün dansözlerden.
   Celal arkadaşlarının verdiği cesaretle, kendini Evantiya’nın evinin kapısını çalarken bulduğunda, çekinmiyor değildi ama bunu kendine bile itiraf etmek çok zor geliyordu genç adama. İçindeyse, bir reddedilme korkusu gezinip duruyor, eğer böyle bir şey yaşarsa, etrafa mahçup olma düşüncesi, yürğine ateşler salıyordu. Tüm bunlar aklındayken, eli de büyük tahta kapının, pirinç tokmağındaydı. O sırada, kapı gıcırtıyla açılıp, aralıktan siyah, yuvarlak bir surat çıktı, ”Buyur beyzadem!” diyerek içeri aldı delikanlıyı. Celal büyük avluda beklerken, ne diyeceğini kestiremeden, öylece ayakta duruyordu. Neyse ki, arap odalık sorusuyla konuşturmayı becerdi onu;
_Kimi aradın beyim?
_Hanımını görmeye geldim, götürüver beni yanına.
Arap odalık Celal’in önüne düştü. Çıktılar merdivenleri, büyükçe bir odaya girdiler. Genç
bir kız, kanepede yarı uzanmış bir şekilde oturuyor, elindeki bardaktan yudum yudum içtiği şerbetten sonra, her defasında kırmızı boyalı dolgun dudaklarını, diliyle hafifçe
yalıyordu. Üstündeki oldukça dekolte elbise, delikanlının yüzünü kızartınca, başını hafifce öte tarafa çevirip bekledi. Arap odalık hanımına dönüp, misafiri işaret ederek, ”Beyzadem seni görmek istermiş!” dedikten sonra, çekilip gitmişti odadan. Genç kız
delikanlıyı tepeden aşağı ağır ağır süzdükçe, Celal’in yüreği  kabarıyor, zihnini,
o güne kadarkilerden başka türlü bir asilik dalgası sarıyordu. Evantiya’yı daha önce hiç görmemiş, böylesine güzel olabileceğini aklından dahi geçirmemişti. Genç kızın, yüzüne yayılan edalı gülümseyişi, tavırlarındaki çekicilik şaşırtmıştı onu. Kendini o anda, baştan başa yenilenmiş gibi hissetmişti. En nihayet konuştu genç kadın;
_Hoş gelmişsin.
_Hoş bulduk.
_Ne istersin, buyur de.
_Biz bu gece, sazlı sözlü yiyip içeceğiz. Seni de görmek arzu ederiz.
_Gelirim gelmesine ya, sana on altına mal olur.
_Ehemmiyeti yok, buyur gel.
     Celal’lerin bağ evinde hazırlık son safhadaydı. Herkesin heyecanı, ünlü Evantiya’yı
görecekleri için kat kat fazlaydı o gece. Celal ise, civarın en anlı şanlı rakkasesini getirtiyor olmanın kurumuyla dolaşıyordu ortalıkta. Etler mangala dizilmiş, rakılar
barrdaklarda, yiyecekler masalara sıralanmıştı. Derken, gecenin sessizliğinde, daha da çok ses çıkaran at arabasının tekerlekleri, bağın kapısına yaklaşınca yavaşladı. Önce
sazendeler indiler arabadan. Onları karşılayan Mustafa, masalarına yerleştirdi. Hemen ardından da, deflerin, dümbeleklerin, kanunların birbirine karışan sesleri çınladı ulu
ağaçların yapraklarında. Beş on dakika sonra, Mustafa tekrar belirdiğinde, bu kez yanında
siyah bir yamçıya sarılmış olan Evantiya da vardı. Celal genç kızı görünce, gündüzki
isyana kapıldı yine. Her neyse, bu suçlayıcı duyguyu sevmişti. Ünlü rakkase, usul usul
yürürken, nefesler tutulmuş, sazlar susumuş, tüm yüzler ona çevrilmişti. Ortaya gelince, üzerindeki yamçıyı attı. Eliyle çalgıcılara işaret verdi ve başladı dansetmeye. Oradakilerin şansına, her zamankinden daha güzel, daha şıktı, sanki başka türlü bir ışık
yayıyordu etrafa o gece. Dansındaki coşku, işveli gülüşü, herkesi kavramış, hepsi, güzel dansözün efsunlu haresinin içinde  kaybetmişlerdi kendilerini. Bir tek Celal, kızın ne vücuduna, ne arada bir eteğinden görünen bembeyaz bacaklarına, ne de oynayışına bakıyordu. O, Evantiya’nın yüzüne kilitlenmiş, elinde sıktığı rakı bardağının buzlu soğukluğu, tüm hücrelerine yayılırken, o dolgun dudaklardaki, mutluluk saçan gülüşler,
delikanlıyı kendine doğru çekmişti çoktan.
    Annesinden aldığı harçlık yetmemeye başladı Celal’e bir müddet sonra. Hem, çocuk gibi harçlık almak da, hiç hoşuna gitmiyordu. Madem ki evin reisiydi, o zaman para pul işlerinin de ondan sorulması gerekti. Bir gün, konuyu annesine de açtı;
_Valide hanım, sizden harçlık almak ağırıma gider! Hesabı kitabı ben tutsam, hem evin
idaresi bende olmak lazım gelmez mi!
_Olmaz oğlum. Savaş zamanı, kıt kanaat geçimimiz zati. Fazla mesarif etmek olmaz,
idaremizi bilelim. Sen müsrifsindir, saçıp savurursun her şeyi. Ne olacağı belli değil,
tedbiri elden bırakmamak gerek. Hele, bir beybabanla, abin sağ salim döneler de,
feraha çıkarız inşallah!
_Fukaraymışız gibi söylenme! Peder beyin sandığa sakladığı altınlar ne güne durur!
Beyler, paşalar gibi yaşarız onlarla!
_Sakın ola dokunma o altınlara. Tüm servetimiz onlar bizim! Yarın bir gün iş güç kurulacak. Hakkımı helal etmem sana, el atarsan!
Bu konuşmayı daha fazla uzatmanın bir yarar sağlamayacağını anlayan Celal,
homurdanarak ayrıldı annesinin yanından. İnatçı kadın, nuh der peygamber demezdi
artık. Ama Celal kararını vermişti çoktan. Bir çaresini bulup, alacaktı altınları. Yiyip,
içip keyfine bakacak, hayatın tadına varacaktı doyasıya. O gece el ayak çekildikten
sonra bodruma inerek, elindeki gaz lambasını etrafta gezdirip, sandığı bulmaya çalıştı.
Köşede duvara dayalı bir şekilde durup duruyordu deri sandık. Celal koşup, sandığın
yanına çömelerek, kilidi açmayı denedi bir süre ama başaramadı. Hem zaten, evden birisi
görürse kilidin açıldığını, alimallah kıyamet kopardı. Hiç kimselere farkettirmeden
yapmalıydı bu işi. Yanına yöresine, işe yarar bir şeyler bulabilmek için göz gezdirirken, dikkatini büyükçe bir bıçak çekti. İyice kontrol ettiği bıçak, işine yarayacak kadar keskin
görünmüştü gözüne. Sandığı biraz öne doğru çekip, arkasında bıçak yardımıyla, elinin girebileceği büyüklükte bir delik açmayı başardı uzun süren uğraşlardan sonra. Kan ter içinde kalmıştı ama iyi iş çıkarmıştı doğrucası. Artık kimse, sandıktan altın alındığını anlayamaz, evdekilerin olan biteni ruhu bile duymazdı. Hemen elini sokup, bir kaç altın çıkardıktan sonra, sandığı eski yerine çekti tekrar ve soluğu evanelerinin yanında aldı derhal.
Bu olayın ardından, Celal’in harcamalarındaki artış, annesinin gözünden kaçmamıştı.
Oğlunu ikaz etmeye ne kadar uğraştıysa da, laf geçiremedi. Kimseyi dinlemeyen, başına buyruk biri olup çıkmıştı Celal. Bütün gün evde uyuyor, geceleri, sabahlara kadar süren eğlencelerde gününü gün ederken, Hatice hanım, oğlunun bu paraları nereden bulduğunu sorup duruyordu kendi kendine. Yaptıkları konuşmadan sonra içine bir kurt düşmüş,
defalarca bodruma inip, deri sandığı kontrol etmişti. Çok şükür ki, sandık yerli yerindeydi ve kilidi de olduğu gibi duruyordu. Bunu görmek, yüreğini biraz rahatlatmıştı kadıncağızın. Bir yandan oğlunun dertleri, kaynanasının sonu gelmez huysuzlukları, evi geçindirme kaygısı onu öylesine bunaltıyordu ki, ne uykusu kalmıştı, ne de rahatı. Kısa
zamanda, sanki çökmüş, yaşlanmış gibiydi.
    Ne, hesapsızca harcadığı altınlar, ne zevk, ne eğlence, hiç bir şey gönlünü huzura kavuşturamıyordu Celal’in. Hep bir sıkıntı, hep neye karşı olduğunu bilmediği bir  hasretle geçiriyordu günlerini. Zaman akıp giderken, o kasvetli bir hayatın ortasında                                             kalakalmıştı adeta. Çevresindeki onca insanın arasında, kopkoyu bir yalnızlık sarmalamıştı baştan başa genç adamı. Çoğu geceler, eğlencenin tam da en neşeli anlarında, hafif de çakırkeyif bir haldeyken kalkar, Evantiya’nın evinin olduğu mahalleye gider, karanlıkta bir duvar dibine sığınıp, genç kızın evine bakardı uzun uzun. Bazan hiç bir kıpırtı olmaz, Celal neredeyse, gün ışıyana kadar bekler, sonra omuzları çökük ayrılırdı oradan. Bazı günlerse, geç saatlerde Evantiya faytonla gelir, delikanlı onu, arabadan inip, evinin kapısına gidene kadar takip ederdi gözleriyle. Bu kısacık sahne bile, nazlı bir sevinç gönderirdi kalbine. Evantiya canlı adımlarla, sekercesine yürür, kimi kez, bahçeden kapıya uzanan yolda bir kaç dakika durarak, başını gökyüzüne kaldırıp, derin derin soluklar alırdı. Celal, bunu neden yaptığını bir türlü anlayamasa da, o anlarda yanına koşup, dizlerine kapanma isteği geçerdi içinden. Fakat bu, her daim istek olarak kalırdı sadece. Bir iki kez böyle durduğu anlarda, genç kız dönüp arkasına bakmış, delikanlı korkuyla, kendini hemen yüksek bir duvarın arkasına atmıştı. Kendisini izlediğini farketmesinden ölesiye utanıyordu. Sanki, bir zayıflıktı onun için bu durum ve hislerini kimsenin, hatta Evantiya’nın bile bilmesini istemiyordu. Beklediği bir şey de yoktu zaten. Onunla konuşmak bile geçmiş değildi aklından. Sadece, kızı böyle uzaktan görmek iyi geliyordu, tek ihtiyacı buymuşcasına iyi geliyordu. O zamanlar, hepsi bu kadardı!
    Sıkıntılarla geçen uzun bir sürenin ardından, cepheden askerlerin yavaş yavaş dönmeye başladıkları haberiyle, evleri sıyrılıverdi üzüntüsünden. Hatice umutla beklemeye başladı iki kahramanını. Şehire gelen her tren, mutlu kavuşmaların habercisiydi artık. Savaş trenlere bambaşka bir anlam yüklemiş, onları özlenir, her vakitkinden çok daha fazla bir hasretle beklenir hale getirmişti. İstasyonun kırık dökük sıralarına oturan ihtiyarlar, içleri içlerine sığmadığından, bir aşağı bir yukarı yürüyüp duran çilekeş kadınlar, elleri analarının elinde etrafa şaşkın bakan biçare çocuklar, hep aynı ümidin tutsaklarıydı. Bu yüzden de, birbirlerini hiç konuşmadan, sadece gözlerine bakarak anlayabiliyorlardı.
Nihayet oğluyla kocasına kavuşmanın sevinci, Hatice’ye tüm yaşadıklarını bir anda
unutturuvermişti, huzura kavuşmuşlardı nihayetinde. Mutluluğun dalga  dalga çağlayışı gözlerini  karartmış, hiç biri, Celal’deki tedirginliği farkedememişti. Evet, sağ salim gelmişlerdi evin erkekleri ama ikisi de, adeta birer iskelete dönmüştü. Yine de, şükrediyordu Hatice. Oğlu da, kocası da hayattaydılar ya, en mühimi buydu. Şimdi herkes, iki askerle meşgul, onları rahat ettirebilmek için seferberdiler. Şeref gençti, çarçabuk toparladı kendini ama babasının durumu daha kötüydü. Annesi, sapasağlam  gönderdiği kocasını gördüğünde, inanamamıştı gözlerine. Durmadan, ”Şu adamcağıza bak, hali heyeti kalmamış!” diye söyleniyordu. Yaşı da ilerlemiş olan Süleymanın bir daha, eski sağlığına kavuşamayacağını anlıyor, ne yazık ki, elinden, ağlayıp üzülmekten başka hiç bir şey gelmiyordu. Bir de, savaşları çıkaranlara lanet okuyordu bol bol.
Kendisi için hazırlanan leziz ev yemekleri, rahat yatağında dinlenmek iyi gelmişti Şeref’e
Eskisinden bile daha sağlıklı görünüyordu. Babası ise, hala yatıyor, öksürük nöbetlerinden kurtaramıyordu kendini bir türlü. Karısı her daim başucunda, ona ihtimamla  bakıyor, günde bir kaç kaşık meyan balını zar zor içiriyordu. İyi gelirdi öksürüğüne. Gerçekten de, adamcağızın öksürüğü bir süre geçince hafifledi. Hatta,
kalkmış, evde gezinmeye bile başlamıştı. Hatice, Celal’in durumunu açmak, ondan akıl almak istiyor ama kocası üzülür de, yeniden hastalığı nükseder diye çekiniyordu. En iyisi, biraz daha beklemekti belki de.
Bir gün Süleyman, salonda karşılıklı otururlarken, karısına”Hanım,”dedi, ”biraz altın verelim de Şeref’e, gitmeden kışlık erzağımızı alsın. Çok pahalılık olur bu sene.”
_Olur olur, iner alırım şimdi.
_Dur, ben de geleyim, sandığın kilidini bir iyce sağlamlaştırayım da, açılıp maçılmasın.
_Aman bey, eline koluna bir şey olmaya maazallah!
_Yok yok, iyiyim şükür! Hazır, ortalıkta da kimseler yokken.
_Eh, iyi ya, sen bilirsin.
Karı koca birlikte bodruma indiler. Hatice önden gidiyor, elindeki lambayla yolu
aydınlatıyordu. Süleyman  sandığı gördüğünde, yüzüne kocaman bir gülümseme
oturtmuş, eliyle sandığa şaplaklar indirerek sevincini belli ederken, öte taraftan da, ne isabetli bir karara vardığını anlatıyordu karısına,
_İyi ki satmışız vaktinde arazileri hanım! Duraydı, billahi hiç para etmezdi!
_Ya, ya, öyle vallah bey! Güle güle yemek nasip etsin rabbim!
Adam sandığı iki yanından tutup, ileri geri kımıldatarak kilidini kontrol etti, yanına yöresine göz attı. Hatice ayakta, kocasının işini bitirmesini beklerken, ışığı ona  doğru tutup, yardımcı olmaya çalışıyordu. Birdenbire, Süleymanın canhıraş bağırtısını duyunca, elindeki lambayı yere düşürmemek için büyük bir gayret gösterip, kendini toparladıktan
sonra, ” N’oldu bey? ” diye, acı bir feryat kopardı. Kocası, ” Şuraya baksana!” derken,
iki eliyle boğazını tutarak, çıkardığı hırıltılı sesleri susturmak istermişcesine tuhaf hareketler yapıyordu. Bir saniye sonra da, yığılıp kaldı olduğu yere. Hatice, sandığın
arkasındaki deliği görür görmez, olan biteni anladı derhal ve kocasının başına çömeldi. Evin duvarlarında  bir haykırış yankılandığını işiten ev ahalisi, aceleyle, üst katlardan
bodruma inen merdivenlere üşüşmüş, heyecan içinde, neler olup bittiğini merak ederek,
aşağı iniyorlardı. İçeri girdiklerinde, yerde yatan adamcağızın, bir eliyle hala sandığın kapağını tuttuğunu gördüler. Kapağı açtıklarında, hayretle sadece bir iki altın liranın parladığının farkına vardılar. Bu manzarayla karşılaşan Hatice nin de bayılmasıyla, bir telaş almıştı evdekileri. Ona mı baksınlar, beyle mi meşgul olsunlar şaşırıp kaldılar.
Gürültülerle uyanan  Celal, odasının kapısını açmış, neler olduğunu anlamaya çalışırken,
aşağıya su koşturan odalıklardan birini yakalayıp sordu;
_N’oluyor kız, ne bu gürültü?
_Sorma küçük bey! Hanımanneyle, beybabanız baygın yatıyorlar. Hırsızlar dadanmış bodruma.
Delikanlı soğukkanlılıkla kızı aşağı yolladı. Demek sonunda anlaşılmıştı herşey. Artık bu evde barınmasının mümkünü  yoktu. Babasıyla, abisi burnundan getirirlerdi fitil fitil.
Zaten kalmak da istemiyordu. Bu küçük yere tıkılıp, ömrü boyunca, baba işini yapmak
hiç ona göre değildi. Çok uzaklara gidip zengin olacak, dünyayı gezecekti. Bavuluna
kıyafetlerini yerleştirdi, altınların kalanını ceplerine doldurdu, kimselere görünmeden
aşağı inip, yavaşça kapıyı açarak çıktı dışarı. Hala, telaşlı koşuşturma sesleri geliyordu kulağına. Bir iki adım atınca, durup son bir kez baktı evine. Hızlı adımlarla uzaklaşırken, aklında sadece, bir eşine daha rastlamadığı gülüşüyle, Evantiya vardı.
Süleyman uzun bir süre felçli yattı. Zamanla, biraz yürümeye başladıysa da, hiç bir vakit eski sağlığına kavuşamadı. Celal’i ise, kimse görmedi o günden sonra. Onun için herkesten gizli gözyaşı döken anacığına, ulaşmadı tek bir haberi bile. Şu koca kainat,
bambaşka arzularla kıvranan bugenç adamı anlamış, bağrına basmış, herkeslerden saklamaya yemin etmişti besbelli. Ve bu yeminine de, çok uzun seneler boyunca sadık kalacaktı.
     Hatice’yle Süleyman  ve küçük kızları, son bir kaç yıldır oğullarının yanındaydılar.
Memleketteki evlerinin kapısına babaanne de ölünce, kilidi vurup gelmişlerdi.  Kalmalarına gerek yoktu artık oralarda. Kötü hatıralar yaşanmıştı ve üzücü anıları arkalarında bırakarak, Şeref’in yanında mutluluğu yakalamak niyetindeydiler. Çok
sevdiler oraları. Sanki senelerini aynı yerde, aynı insanlarla geçirmişcesine, kolaylıkla alışıp, halkla çabucak kaynaşıverdiler.
Nebile, Hatice’yle bir ahbap evinde, gündüz oturmasında tanışmıştı ilk kez ve birbirlerini pek sevmişlerdi. Belki bunda, buralarda yabancı oluşlarının da payı vardı. Çünkü her ikisi de bu şehire daha yeni gelmişlerdi o zamanlar. İlk tanışmadan sonra da, sık sık görüşmeye başladılar. Nebile, yeni arkadaşını, çok hasretlik duyduğu annesi yerine  koydu. Her sıkıntısını ona anlatıp, dertlerini onunla paylaştı. O da bu kızcağızı evladı gibi görüp bağrına basmıştı içinden hissettiği sevgiyle. Nebile’nin annesiyle kızkardeşinin geldiğini duyduğunda, ilk ziyaret edenlerden biri de kendisi olmuştu. Mürvet’i görür görmez kanı ısınıverdi genç kıza. Hemen o anda, oğluna almayı koydu kafasına. Hem, ailesini sevmişti, hem de, kız pek terbiyeli, pek iyiydi. Eve gider gitmez, kocasına açtı
konuyu sıcağı sıcağına. Adamcağızın zaten bir şeye karıştığı yoktu. Hayattan elini eteğini çekmiş, kendi kabuğunda yaşayıp giden Süleyman, alınması gereken her kararı  karısına bırakmıştı çoktan. Akşam oğluyla da konuştu Hatice. Şeref tereddüdünü şu sözleriyle belli etmişti annesine;
_Valide hanım, böyle hiç görmeden de olur mu bilmem ki!
_Oğlum, biz nasıl evlendik sanki! Hem sen tasalanma, ben ne yapıp edip, gösteririm kızı sana.
_Siz nasıl münasip görürseniz öyle olsun valide hanım!
Şeref böyle demişti demesine ama içi de rahat değildi. Hiç olmazsa bir kez olsun  görebilseydi bari ama annesi vaadetmişti ya bunu, mutlaka getirirdi yerine.
Ertesi sabah, Hatice  küçük kızı Sıdıka’yı, Nebile’lere akşam yemeği daveti için gönderip
kendisi de, mükellef bir sofra hazırlığına girişti hiç vakit kaybetmeden. Akşam, yemekler
yemekler afiyetle yenmiş, sıra, bol köpüklü kahvelerin içilmesine gelmişti ki, annesi
Şeref’i gizlice mutfağa çağırdı. Beyler  ayrı bir odada sohbete dalmışken, hanımlar da misafir salonunda oturmaktaydılar.Yemekler bitip, koltuklara geçildiğinde, Hatice,
Mürvet’i, tüm itirazlarına, yardım tekliflerine rağmen, tam da, kapının karşısına oturtmuştu büyük ısrarlarla. Mutfakta oğluna şunları söyledi;
_Mürvet’i kapıya doğru oturttum. Gizlice git de, anahtar deliğinden bir bakıver, lakin
çabuk ol, fazlaca oyalanma!
Şeref heyecanla, misafir salonuna koşup, gözünü aceleyle anahtar deliğine uydurarak,
içeriye baktığında, masum bir genç kız yüzüyle karşılaşınca, öyle bir çarpmaya başladı ki
kalbi, derhal çekildi kapıdan. Bir suçlu gibi utanmıştı annesinin yanına dönerken, Hatice hanım oğlunu görünce sordu merakla;
_De bakayım oğlum, beğendin mi hanım kızı?
_Beğendim valide hanım.
Annesi bu cevaptan pek mutlu olmuş, oğlunun sırtını sıvazlarken, bir yandan da, “Aslan
oğlum benim!” diye mırıldanarak, memnuniyetini dile getiriryordu. Bu yemekten bir kaç gün sonra, Mürvet’in nişanı takıldı. Hatice hiç vakit kaybetmeden bu işi halletmeyi kafasına koymuş, çarçabuk da harekete geçmişti. Gelinini de çok seviyor, yere göğe koyamıyordu. Mürvet henüz görmüş değildi nişanlısını. Şeref ziyaretlerine gelmiş, annesinin elini öpmüştü gerçi fakat genç kızın, yanına çıkmasına müsaade edilmediği için görüşememişlerdi. Yine de Mürvet, içten içe o askerle nişanlı olduğunu hissediyor, bu yüzden de fazlaca bir merak duymuyordu. Annesiyle, Nebile de, yeni damadı pek methediyor, bahsi geçtikçe, anlata anlata bitiremiyorlardı efendiliğini.
    Her vakitki ibadetlerini, kandillerde iki katına çıkaran Hatun ,o kandil günü de, kızını yanına alıp camiileri ziyaret etmeye karar vermişti. Mürvet ise, çok sevdiği yeğeniyle
başbaşa evde geçirecekti zamanını. Bebeği uyuttuktan sonra, abdest alarak, Yasin’ini okuyup bitirmişti ki, kapı çalındı. Elinde kocaman bir sepetle, eşikte duran genç bir askerle burun buruna geldi kapıyı açınca. Asker, kızı karşısında görünce, utangaçlıkla sepeti uzatarak, güç duyulan bir sesle, ”Bunları Şeref komutanım gönderdi.” dedi. Mürvet kapıyı kapatıp, sepeti mutfaktaki masanın üzerine koyarak incelemeye başlamıştı. Onun için gönderilmişti bu sepet, adından olduğu kadar emindi bundan. Düşünde gördüğü genç adam geldi gözlerinin önüne. Biliyordu kocası o olacaktı. Kurdelalarla süslenmiş sepet, şekerli çörekler, lokumlar, kuru yemişler, badem ezmeleriyle tıka basa doluydu. Kendini, şekerci dükkanındaki bir çocuk gibi hisseden ve o kadar mutlu olan genç kız, annesini gelince, bunların hiçbirine, “Ayıptır!”  diyerek, elini bile dokundurtmayacağını çok iyi biliyordu. Şimdi annesi gelirse, bunların hiç birine dokundurmazdı bile onu. Kendisi için gelen bunca şeyin tadına bile bakmasına razı gelmezdi. ”İyisi mi, kimseler yokken ortalarda, birer ikişer yiyeyim hepsinden!” diye düşündü. Bulduğu bu fikir aklına yatınca da, hemen tel dolaptan bir tabak çıkarıp, sepetteki tüm yiyeceklerden, yerlerini bozmamak için çok dikkat ederek, yerleştirdi tabağına. Pencerenin yanındaki koltuğa oturup, perdeyi de azıcık aralayarak, hem camdan dışarıyı seyredip, hem de, atıştırmaya başladı. Bunu yapıyor olabilmek çok hoşuna gitmişti. Gizli gizli çörek aşıran  küçük bir kızdı sanki!   Bundan zevk almak utadırsa da genç kızı, engelleyemiyordu bir türlü kendini. Kimbilir, annesi  bu halini görse nasıl da kızar, onu iyi yetiştiremediğine hayıflanıp dururdu. Böyle bir edepsizliği yapabildiğine inanamazdı kızının. Mürvet’in aklına bunlar gelince, yüreğini bir korku kaplayıverdi. Ya, şimdi ablasıyla annesi gelip de, bu halde yakalayıverirlerse maazallah, ne yapardı! Ama o anda yediği badem ezmesinin tadı damağına yayılıverince, bütün kötü düşünceler siliniverdi aklından. Bedeninde baştan aşağı hoş bir rahatlık  duydu. Rüyasında gördüğü asker gelip karşısına oturmuştu sanki. Kurdelalı sepetten birer birer, yemişler, çörekler çıkarıyor, kendi eliyle yediriyordu Mürvet’e. Genç kız gözlerini kapamış, kendini bu hayale kaptırıp gitmişti. Öylesine mutluydu ki, her şeyi unutmuş, kötü şeyleri aklından silmiş, sadece nişanlısıyla geçireceği mesut günlerin güzelliği, dudaklarında kalan, badem ezmesinin tatlımsı  lezzetiyle karışmış, yumuşacık gülücüklerle bütünleşmişti adeta.
.........
   Seksenini geçmiş bir köylü örmüştü beni nasırlı elleriyle. Öylesine becerikliydi ki,
yarım saate varmadan, şık bir sepete dönüşüvermeme kendim bile şaşırmıştım. Sonra diğerleriyle beraber şehire götürülüp, bir dükkana satıldım. Fazlaca müşteri yoktu. Gelenler de, bana itibar etmiyorlardı zaten. Her sabah erkenden kapının önüne konup,
akşam tekrar içeriye alınmaktan, üstüm başım toz toprak içinde kalmıştı. Mubarek bir
kandilde, genç bir yüzbaşı gelip, uzun uzadıya inceledi beni. Eline alıp, evirip, çevirerek, her yanımı güzelce gözden geçirdi. Beğenmiş olmalı ki, dükkan sahibine kaç para olduğumu sordu. Satıcıyla anlaşıp aldı beni. Sapımı, sert avuçlarının arasında tutarak, çarşı boyunca ilerledi. Hani, tam anlamıyla, çakı gibi bir askerdi genç adam, heybetli, boylu boslu. Çarşıdaki hemen bütün mağazalara uğradık birlikte. Git gide, içim dolmaya başlamıştı, hem de birbirinden nefis yiyeceklerle. Neler neler yoktu ki, badem  ezmesinden, çöreğe kadar. En son, tuhafiyeciden aldığı kırmızı kurdelayı da kendi elleriyle sapıma bağlayarak, karşıma geçip seyrettiğinde, bir hediye sepeti olduğuma hükmetmiştim ama kime gidecektim acaba !
Şimdi başka bir askerin elinde devam ediyordum yolculuğuma. Bu, öbürü gibi değildi, perişan bir hali vardı. Dar sokaklardan geçtikten sonra, bir evin kapısını hızlıca çaldı iki kere. Tokmağın yankılanan sesinin bitmesini bekledim heyecanla. Ürkek bakışlı bir genç kız açtı kapıyı, pek şaşkındı hali. Beni alıp, mutfağa götürdü. Anladım, bu kız, yüzbaşının nişanlısıydı. Paketlerime teker teker gözatarken mutlu görünüyordu. Aşikardı onu sevindirdiğim. Aceleyle, dolaptan çıkardığı tabağa, yiyeceklerden birer ikişer koyup, içeriye geçti. Tek başıma kalakaldım mutfakta. Yalnızlığıma, kızcağızın, yan odada, türkü söyleyen cılız sesi eşlik ediyordu.
................
      Mürvet, yüzbaşı Şeref’le, bir süre daha hayallerinde böyle karşı karşıya geldi. Ta ki, düğün günlerinin akşamında, odalarında baş başa kaldıklarında, gerçekten onu kanlı canlı görene kadar. O zaman da. hiç mi hiç şaşırmadı. Kaynanası, kayınbabası ve kocasının. henüz on, on bir yaşlarında olan kızkardeşiyle başladığı yeni hayatına çabucak alışıvermişti. Hatta, onlarla beraber yaşamak hoşuna bile gidiyordu. Severdi çünkü kalabalık aileleri evvelden beri. Adetler gereği, evdeki büyüklerle uzun bir süre hiç
konuşmadan yaptığı gelinlik sebebiyle, zaman zaman kendini çok yalnız hissetti doğal olarak. Neyse ki,  küçük Sıdıka onun can yoldaşı olmuştu yaşının ufaklığına rağmen.
Onu görümce değil, hiç olmayan küçük kardeşi yerine koydu daima. Ablasının evi
yakınlarda olduğundan, onunla da sıkça görüşmeleri, her zaman  Mürvet’in kendini
güvende hissetmesine neden olan en önemli duygulardan birisiydi. Annesi de arada bir
gelip, uzun uzun kalıyordu yanlarında. Böylece, sıradan ama kendilerince mutlu bir
hayat sürüp gitmekteydi herkes için. Evliliklerinin üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki, kocasını yine savaşa yollamak zorunda kaldı genç kadın. Bu olay ona çok zor gelmiş, kendini güçlükle toparlamıştı. Bir kaç kısa mektuptan sonra haber de alamadılar Şeref’den  bir daha. Hepsi merak içinde, kaygıyla bekliyor, nereden sorup bir şeyler öğrenebileceklerini bilemiyorlardı. Eniştesi Talat, uzun çabalar, askerlik şubesine
defalarca gidip gelmeler, araya hatırlı kişiler koyup araştırmalar sonucunda, nihayet
bazı malumatlar edinmişti  fakat bu da, onları memnun edecek gibi değil, kötü bir haberdi. Yüzbaşı Şeref kayıptı. Belki de, şehit düşmüştü bir yerlerde. Kimsenin bundan
fazla bir bilgisi yoktu. Bu olayla birlikte, aile büyük bir sarsıntı geçirmiş, Hatice küçük oğlunu kaybettikten sonra,şimdi de Şeref’inin acısıyla kavrulmuş, gülmez, konuşmaz olmuştu. Hasta kocası her zamanki gibi hiç bir şey söylemiyor, oturduğu yerde saatlerce kalıyor, sanki yaşamıyordu. Evdeki tek neşeli cıvıltı, küçük Sıdıka’ya aitti. Bir gülüşüyle Mürvet’in kalbini ferahlatan bu küçük kız, evdeki acılı havayı dağıtıveriyordu bir anda ve Mürvet en büyük gücü, küçücük Sıdıka’dan alıyordu mucizevi bir şekilde. Genç kadın kocasının ölmüş olduğuna asla inanmadı.  Bir gün çıkıp geleceğinden öylesine emindi ki, kalbinde tek bir şüphe kırıntısını bile bırakmadan sarılmıştı bu umuda. Başından geçen irili ufaklı her olayı, bu inancını kuvvetlendirecek işaretler olarak adlandırmayı, kendi kendine edindiği bir alışkanlık haline getirdi. Özellikle, kocasının yokluğunun üçüncü yılındayken yaşadığı bir olay, ona sabrının sınırlarını sonuna dek kullanmasının en büyük anahtarını sunacaktı.
Mürvet bir sabah, her zamanki gibi erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış, yenip
içilmişti hep birlikte. Ardından, kahvaltı tepsisini mutfağa götürmek üzere merdivenden henüz bir iki basamak inmişti ki, aşağı katta, epey yaşlı, bembeyaz sakallı, yeşil cübbeli,
ayağında takunyalarıyla bir adam gördü. Adam kollarını  uzatmış, ” Korkma kızım! Sana zararım dokunmaz, meraklanma, dönecek kocan!” diyerek, ona doğru yürüyordu. Bu manzara karşısında korkudan bayılan genç kadın gözlerini açtığında, kayınvalidesi başında, tütün kolonyalarıyla boynunu, şakaklarını ovuyor, diğerleri ise, endişeyle bekleşiyorlardı. Gelini kendine gelir gelmez, Hatice telaşla üzerine doğru eğilip, sordu;
_Ah, kızım n’oldu sana böyle! Sen bana Şeref’imin emanetisin!
Bunları söylerken, kayınvalidesinin gözlerinden boşalan sicim gibi yaşlar, Mürvet’i
çok üzmüş, her şeyi anlatıp, kadıncağızı rahatlatmak istemesine rağmen, konuşmaya
utanıp, susmuştu. Hatice, gelininin neden sus pus durduğunu ,o heyecan içinde nihayet anlayabilmiş, konuşması için ikna etmeye uğraşıyordu.
_Kızım, hadi deyiver, bak, müsaade ettik. Hadi, yoksa bir tabip sesleyelim, mafazanallah hasta neysen!
Sonunda Mürvet baktı ki, kadıncağız perişan, az duyulan bir sesle konuştu;
_Yok hanımanne, iyiyyim ben. Aşağıda bir mubarek dede gördüm de, konuştu benimle. Dediki, gelecek kocan, bayılıvermişim o saat.
_Destur, destur! Amanın kızım, hayalliyor musun yoksam!
_Billahi gördüm hanımanne!
_Ah, kızım üzüntüden bunlar hep. Gam taşı deler derler ya, seninki de o hesap!
_Hanımanne, öylesi değil, billahi gördüm.
_Vah bahtı kara gelin! Hadi uyu sen biraz, vah ki ne vah!
Mürvet gördüklerine inandıramadı kimseleri. Kayınvalidesi gibi diğerleri de, üzüntünün ona böylesi tuhaf oyunlar oynadığını düşünüyordu. Bunun böyle olmadığını tek bilense kendisiydi sadece. Bir de, küçük Sıdıka hissetmiş, tek o inanmıştı yengesine. O gün akşama doğru,  Mürvet’in odasına sessizce girip, karyolasının kenarına oturdu küçük kız.
Yumuk ellerini Mürvet’in saçlarında gezdirirken, uyumamış olan genç kadın gözlerini açıp, çocuğu görünce yanında, gülümsemeye çalıştı. Sıdıka merakla bakışlarını, yengesinin gözlerine dikmişti,
_Yenge iyi oldun mu?
_İyiyim Sıdıka’m
_Yenge, Şeref abim gelecek değil mi?
_Gelir inşallah Sıdıka.
_Bilirim ben, dönecek. Dede demiş ya!
_Sen inanıyor musun dedeye?
_Elbet ya, bilir dede!
_Allah söyletiyor Sıdıka’m seni!
_Yenge, Celal abim de gelecek miymiş? Dede söyledi mi onu da?
Mürvet ne diyeceğini bilemedi. Küçük kızın kalbindeki o umudu söndürmek ne acıydı ama bir cevap vermeliydi;
_Onu duyamadım Sıdıka. Sen dua et, abilerinin ikisi de dönerler bir gün.
Sıdıka kalkıp hiç bir şey söylemeden, yengesinin iki elini kendi küçük elleri arasında,
kuvvetle sıkıp,  konuşmadan çıktı odadan. İşte o günden sonra, Sıdıka’nın anlamı bambaşka oldu genç kadın için. Her şeye rağmen ona içtenlikle inanan bu minik kalbi, nereye giderse gitsin hep yanında hissetti.
Dayısı Hacı Reşit bey, defalarca onu alıp götürmeye geldi. Ablasıyla, eniştesi yanlarında
kalmasında ısrar ettiler. Annesi evlerine dönmesi  için tutturdu ama Mürvet kıpırdamadı yerinden. Onun evi artık orasıydı ve öyle de kalacaktı. Kocasını o evde bekleyecekti. Bu kararından da asla vazgeçmedi. Tam on yıl boyunca, Şeref in geri döneceği günü bekledi,
ümidini hiç kaybetmeden. Dile kolay tam on yıl! Bir çocuğu olsa, on yaşına gelirdi. Beraber kalsalar, evliliklerinin onuncu yılını sürerlerdi. Belki de, onuncu yılda, üçüncü, ya da, dördüncü çocuğunu alabilirdi kollarına fakat olmamıştı bunların hiç biri. Kader engellemişti tüm bu hayalleri yaşamasını ama daha çok uzun yıllar geçirecekti ve kocası da yanında yer alacaktı. Tam on yıl, bu ümide olan inancıyla, sabrını birleştirerek yaşadı.           
     Ve bir sonbaharın hüznünü, eve gelen bir telgraf dağıtıverdi aniden. Şeref bir kaç güne kadar orada olacağını bildiriyordu. Mürvet telgrafı okur okumaz, evdekilerin tuhaf bakışları arasında dışarıya fırladı aniden, üstelik de ev elbisesiyle! Ne bir örtü, ne bir hırka almadan!  Sokaklarda delice koşarken, bir elinde de, pörsümüş telgraf kağıdı sallanıyordu müjdeli haberin gururuyla rüzgarda. Mürvet  bu dünyada değildi sanki. Koşuyordu alabildiğine ama ayaklarını hissetmiyordu. Ona ait değildiler, bunu biliyordu sadece. O koşarken, yüreği de koşuyordu, içinda aşkı barındıran bir yürek. O koşarken,
kuşlar da koşuyordu mesut çığlıklarla. O koşarken, bulutlar da koşuyordu, kollarında yağmurdan yükleri vardı. O koşarken, kainat peşindeydi.
Geçtiği yollarda, herkes hayretle ona bakmaktaydı. Yüzbaşı Şeref’in hanım hanımcık
karısı bu hale nasıl gelebilmişti! Çok sonraları, olanları öğrendiklerinde, onu hoşgörüyle karşılayıp, saygı duyacaklardı oysa. Zaten o anda, Mürvet’in hiç  bir şey, hiç kimse umurunda değildi. Tek muhtaç olduğu, bir an önce ablasının yanına gitmek, dizlerinde
bağıra bağıra ağlamaktı. Bunu yaptığında da, sanki on yıldır çektiği dertlerden bir çırpıda kurtularak, yepyeni bir kadın olduğunu hissetti. O eski varlığından sıyrılmış, bambaşka bir kaderin başlangıcıyla beraber, bedeni de yenilenmişti. Eve döndüğünde, artık yeni  hayatına hazır, yepyeni bir Mürvet’ti.
İki gün müddetince, o zamana kadar kimseye yapılmamış muazzam hazırlıklar yapıldı  evde. Hatice, içi içine sığmaz halde dönenip duruyor, kocası camın önünden ayrılmıyordu
alışılagelmiş sessizliğiyle. Mürvet ise, farklı bir alemdeydi. Tüm yaşadıklarından kendini soyutlamış, kocasını bekliyor, hiç bir şey olmamışcasına, günlük işlerle meşgul  görünüyordu. Şeref’i ancak, geldiği günün akşamında doyasıya görebildi karısı. Bütün  gün boyu, eve giren çıkanın haddi hesabı olmamış, yenilmiş içilmişti geç saatlere dek.  
Genç kadın, kocası ilk geldiğinde, sadece camın ardından görebilmişti bir iki dakika. Ona perdenin arkasından baktığı o ilk günü hatırlamış, aynı yürek paralayan duyguyu  hissetmişti tekrar. Gece el ayak çekildiğinde, ancak gelebildi karısının yanına Şeref. Mürvet ona sarılıp, unutmaya başladığı kokusunu çekince uzun uzun içine, yıllardır  duyduğu tüm hasret bitivermişti.
Şeref uzun zaman korudu suskunluğunu. Neler olup bittiğinden hiç söz etmediğinden, ailesi, başına ne işler geldiğini tam olarak öğrenemedi. Yalnızca, esir kaldığını, sonra da kaçıp kurtulduğunu biliyor, daha fazla da üzerine gidip, onu bunaltmak istemiyorlardı.
Yanlarındaydı ya artık, bu yeterdi onlara. Ama olan bitenler, seneler ilerledikçe, her gün biraz daha, Şeref’i yıpratacak, mutsuzluğun köşelerine sığınma ihtiyacı, her zaman kalbinde kalacaktı. Onu seneler içinde fazlasıyla etkileyecek olan bu hatıralar, insanlarla olan ilişkilerinde, hatta ailesine takındığı tavırlarda bile bariz olarak gösterecekti kendini. Karakterinde bile değişiklikler yaratacak, geçimsiz, çoğu kez de, çekilmez bir insan  haline gelecekti genç adam. Yaşadıklarının acısı birden değil, günbegün, yavaş yavaş acıtacaktı canını. Sanki, yeryüzündeki hançerlerin en büyüğü, yüreğini ağır ağır oyup duracaktı. Şeref dürüsttü, mert bir insandı. Vatanı için elinden gelen her fedakarlığı, tek bir an bile tereddüte düşmeden yapmış, bundan da hep gurur duymuştu. Kurallara bağlı bir askerdi o. Otoriter davranmayı, mesleğinin bir getirisi olarak benimsemişti. Fakat kuralcılığı, bir takım tuhaf takıntalara, otoriterliği, oldukça şiddetli bir asabiyete  dönüştüğünde, hem kendisinin, hem de, ailesinin aldığı yara kapanmayacaktı kolay kolay.
      Evlilik, Afife için çok mutlu geçen bir dönemdi. Kocası, ilk günkü gibi pervaneydi
adeta çevresinde. O ne dese, ne istese emirdi. Derhal yerine getirmek, Nazif için zevklerin en büyüğünü duyumsamakla eş anlamlıydı. Afife, kocası tarafından bu derece  şımartılmaya o kadar çabuk alışmış, bunu öylesine kanıksamıştı ki, başka türlü  bir  davranışa maruz kalmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. O da seviyordu kocasını
ama bunu Nazif’e belli etmemek için harcadığı büyük çaba şaşırtıcıydı oldukça. Nazif’in onun sevgisini hissetmesi, başına gelebilecek en büyük felaketmişcesine bir tutuma bürünmüştü. Kocası sevildiğini bilirse, büyü bozulacakmış gibi geliyordu Afife’ye. Buna inandırmıştı kendini ve vazgeçmeye de hiç niyetli değildi. Öyle geliyordu ki genç kadına, Nazif o vakit kendisini eskisi kadar sevemez, bağlılığı eskisi kadar güçlü olamazdı. Beynini kaplayan bu düşünceyle, genç adama karşı, olmayacak kaprisler  yapar, kök söktürürdü şımarıklıklarıyla. Ama kocası, ne yapsa, onu sevmekten asla vazgeçmezdi.  Afife, belki bunu anlamaz, belki de, anlamamazlıktan gelir, sık sık, “Abim, dayılarım bir yana, sen bir yana!” diyerek, o aşk dolu kalbi ne kadar çok yaraladığının farkına  varamazdı. Sarfettiği bu sözler, sanki onun için bir kalkandı. Kocasının ona olan aşkını taze tutan, hep koruyan bir kalkan. İşte  bu yüzden de, devamlı hatırlattı bunu Nazif’e. Belki binlerce kez söyledi evlilikleri boyunca. Sanki, bu sözleri ne kadar çok ağzına alırsa, kocası da üzerine o kadar fazla düşüyordu. Bu cümleler büyülü gibiydi. Genç kadının, hep istediği aşkın muhafazası olan sihirli kelimeler, beraber geçirdikleri zaman zarfında, Afife’nin avuçlarının arasında kaldılar daima. Ve yıllar geçip gittikten sonra, evlilik günlerini her aklına getirdiğinde, avuçlarını açmadığı için, pişmanlıkların en büyüğünü tattı yudum yudum genç kadın.
Afife defalarca hamile kalmasına rağmen, bebeklerinin çoğunu ilk aylarda düşümüştü.
Sağlıklı doğan iki çocuğu da uzun süre yaşamadılar. Belki de, annelik duyguları fazlaca gelişmediğinden, hiç bir zaman aşırı çocuk düşkünü olmadı. Göğüslerinin bozulacağı
endişesiyle,  bebeğini tek bir gün emzirmekten bile kaçınmış, bu durum Nazif’i üzse de,
yine karısının hatırını kıramayıp, süt anneler tutmuştu. Afife’nin tek isteği, kocasının kendisine olan aşırı düşkünlüğünü her daim üzerinde hissedebilmek, hatta bu düşkünlüğü bağımlılık haline getirebilmekti ve bu uğurda kendince doğru bulup, kafasında kurduğu her şeyi yapmaktan çekinmedi. Çocuklar doğduğunda, için için bir kıskançlık kaplamıştı kalbini. Kocasının tüm sevgisinin, o çelimsiz varlıklara yönelmesiyle, günlerce kimselere göstermeden, yorganının altında, gizli gizli çok ağlamış, sevgisiz bir zavallı gibi görmüştü kendini. Alışkın olduğo o ilginin azaldığını düşünmek, onu daha da  hırçınlaştırmış, adeta çekilmez bir kadın haline sokmuştu ki, Nazif’den başkasının da, ona tahammül edebilmesi imkansızdı o halinde ama sonra her şey eskiye dönmüş, onsuz  yapamadığı tutkusal düşkünlüğe yeniden kavuşmuştu Afife.
    Mürvet’le Afife, birbirlerini  tanıdıklarında Urfa’daydılar. Belki tesadüf,  belki de,
kaderlerini oluşturan yolların azizliğiyle, kocaları aynı zamanda, aynı şehire görevli
gelmişler ve iyi dost olmuşlardı.
İlk çocuğunu sekiz ay önce doğuran Mürveti, bir taraftan bebeğiyle meşgul olup, bir yandan da, ev işleriyle uğraşmak, oldukça yormuş, hem Urfa’nın soğuğu, hem de bebek yüzünden kapı dışarı çıkamamak, iki çift laf edebilecek birini bulamamak, enikonu bunalmasına sebep olmuştu. Şeref,  karısına bir konuşma esnasında, ”Bizim Nazif’in hanımı da seninle emsalmiş. Geçen, yolda tesadüf ettim, pek de iyi bir kadıncağız. Gidip gelseniz, evleri de yakın, hemşehrisiniz de hem!” dediğinde, Mürvet büyük bir müjde almışcasına sevindi. Nihayet, yalnızlıktan kurtulacağı için öyle mutlu olmuştu ki, çok özlem duyduğu Saliha’nın dostluğundan sonra, yepyeni bir arkadaşa sahip olacaktı.
     Afife canının kıymetini bilir, kendini öyle vara yoğa yormazdı. Her daim karısının mutluluğunu, yüzünün hep gülmesini isteyen Nazif, bir yere taşındıklarında, önceden
gider, evi tutup temizletir, elleriyle yerleştirdikten sonra gelip, sevgili karıcığını, Afife’yi alırdı. Her tayinde, Afife sızıldanmaya başlar, şikayet üstüne şikayet ederdi. Nazif, karısı üzüldüğü için yer bitirirdi kendini. ”Dertlenme Afife’m!” derdi, ”Hal yolunu bulurum ben!” Afife küskün küskün sorardı bu sözler üzerine;
_Aman Nazif, nasıl bulacaksın allasen!
_Yine gider tutarım evi, dayar döşerim, sen de gelirsin sonra.
_Onunla oluyor da sanki!  Başka bir muhite alışmak kolay mı! Hem, bunalıyorum ben. Yolculuk yoruyor, bir ay kendimi bilmeden yatıyorum!
_Bilmez miyim Afife’m! Ne etsek ki! Ben konuşayım bir şubeyle de, bakalım hele.
Nazif, karısını mutlu edebilmek için ne gerekiyorsa yapar, hatta bazan, araya hatırlı
birilerini koyup, tayini bile durdurduğu olurdu. Bunu yapamazsa da, Afife’sinin en rahat edeceği şekilde hazırlardı her şeyi.
Her zaman böylesine  bir konfor içinde, bir kraliçe gibi yaşamak istemişti genç kadın ve bu isteği, kocası sayesinde gerçeğe dönüşmüştü. Afife sabahları kocası gittikten çok
sonraları kalkardı genellikle. Kahvaltısını yapar, sonra öğlene kadar bomboş oturur, ya da
tekrar yatardı. En büyük işi ise, güzelliğiyle, giyim kuşamıyla uğraşmaktı sadece. O da sıkılıyordu burada. Kocasının ilgisi eksik değildi hiç fakat onun evde olmadığı saatlerde
tek başına kalmak pek hoşuna gitmiyordu. Gülmeyi, gezip eğlenmeyi sever, her an  yanında birileri olsun isterdi.
Mürvet’le, ilk görüşmelerinde ısındılar birbirlerine. Ve ondan sonrasında da o kadar iyi anlaştılar ki, hemen her günlerini beraber geçirmeye başlayarak, kısa bir süre zarfında da, iki iyi sırdaş ve dost oldular. Gerçi, farklı karakterlerde insanlardı ama bu belki de, aralarındaki bağı güçlendiren bir özellik halini almıştı arkadaşlıkları içerisinde. Mürvet’in fedakar yapısı, Afife’ye tuhaf geliyordu kendisi öyle olmadığından. O her zaman ilk sırada yer almayı istemişti hayatı boyunca.  Oysa, arkadaşının önceliğinde, çocuğu ve kocası vardı. Üstelik kendisinin kocasından istediği ilgiyi, Mürvet hiç mi hiç beklemiyordu. İşte tüm  bunlar pek şaşırtıyordu Afifeyi. Arkadaşının tavırlarını hayretle karşılıyor, bazan bu konuyu konuşuyorlardı aralarında yaptıkları kadınca sohbetlerde ama ikisi de, kendi düşüncelerini savunmakta ısrar ediyor, sonuçta herkes aynı şekilde kalıyordu. Mürvet her defasında şaşkınlığını dile getirirdi arkadaşına;
_Billahi, hayretler içinde kalıyorum kardeşim sana!
Afife meşhur kahkahasını atar, sorardı hemen ardından;
_Niye ayol?
_Bak, bir de sual ediyorsun! Ayol, ben Şeref bey’e yapsam bu nazın birini,  kor kapıya
beni vesselam!
_Koymaz koymaz, hem de, bayılır, erkekler pek bir severler cilveyi!
_Tövbe, tövbe!
_Ne tövbesiymiş Mürvet! Essahtan diyorum bak, yap da gör bakalım!
_Yok kardeşim, yapamam ben öyle şeyler.
_Nasıl şeyler ayol!
_İşve cilve yapamam ben! Yapayım desem de nafile, gelmez ki elimden.
_Gelir,gelir!
_Hem, sen de yapma bu kadar! Yazık Nazif beye! Sana sevdası pek büyük, günahtır.
_Ee, ben de onun için öyle yapıyorum ya zati, sevdası sönmesin diye! Naz etmesem
olur mu, usanır benden iki günde!
_Usanır mı hiç, olmaz öyle şey!
_Elbet usanır. Etrafta cilveli kadın mı kalmadı, arar bulur.
_Yok canım, daha neler!
_Öyle deme Mürvet, erkekler böyledir. Bizim Pariyan derdi, erkekleri her daim peşinden koşturmak gerekmiş. Nasılsa, nikahlım demeyeceksin!
_Allah allah!  Nazif bey pek sabırlı billahi, bizimki olsa, sinir küpüne döner.
_Dönerse dönsün, hoşlanır da amma içten içe!
_Valla bilmem kardeşim, bana göre işler değil.
Mürvet, Afife’nin güzelliğine gösterdiği aşırı ihtimama, bunca yıldan sonra hala kocasına
yaptığı kaprislere, Nazif beyi genç bir aşık gibi peşinde koşturmasına hayret ediyordu. Hatta, bununla eğleniyor, öte yandan da, arkadaşının becerikliliğine hayranlık duymaktan alamıyordu kendini. O asla beceremezdi  bunların bir tekini bile. Yine de, tüm bu farklar,  ikisinin birbirlerini çok sevmelerine mani olamamıştı. Birlikte geçirdikleri yıllar, hüsranla aralanmış da olsa, hatırladıklarında, kalplerinin sevinçle atmasına yol açan zamanlardı. Çok eğlenceli vakitler yaşarlardı beraberken. Özellikle de, Afife’nin anlattığı neşeli hikayeler, pek fazla gülmeyen Mürvet’i bile, dakikalarca güldürebilmeyi başarıyordu.
    Bir gün mutfaktayken, hızlı hızlı kapıya vurulduğunu duyan ve bu heyecanlı misafirin kim olduğunu tahmin etmekte hiç de zorlanmayan Mürvet, merdivenin başında kapının ipini çekerken, sevgili arkadaşının kimbilir neyi kafasına takıp, erkenden geldiğini merak
ediyordu. Bu arada, kendini aceleyle içeri atan Afife, çarşafını, eline koluna dolana dolana çıkarmaya çalışıyor, bir taraftan da, nefes almadan konuşuyordu;
_Sana öyle haberlerim var ki !
_ E hadi, söyle de duyalım.
_İki mahalle ötede bir falcı kocakarı varmış ki sorma hiç! Bizim Münire hanımdan duydum, baklaları döküyormuş yere, hayatını okuyormuş.
_Sahi mi, kimmiş acep?
_Valla, evinin yerini öğrendim, kalk hazırlan da, gidiverelim.
_Şimdi sırası mı Afife! Hem, bizim bey ne der!
_Aman canım, beyin nereden duyacak.
_Hem, kız da uyuyor.
_Bırakıver ev sahibine, baksın bir iki saatcik.
Afife her zamanki ısrarcılığıyla, yine ikna edince Mürveti, beraberce gittiler yaşlı falcının
evine. Duyacaklarının heyecanı sarmıştı her ikisini de.
Falcının bulunduğu yer, tek katlı, iki odalı, küçük, çamurlu bir sokağın en sonundaki bir evdi. Tahta kapıyı hafifçe ittiklerinde, açılıvermişti kendiliğinden. Girdikleri oda, bir iki
kırık dökük eşyayla döşeliydi. Yerde eski bir kilim, köşede kirli örtüsüyle bir sedir,  sedirin üstünde de yaşlı bir kadıncağız. Kadın eliyle yaklaşmalarını işaret ederken, duyulamayacak kadar hafif bir sesle bir şeyler okuyor, sadece kalın dudakları  kımıldıyordu. Kadın kanlı gözlerini kısarak, onları görmeye çalışırken, iki arkadaş da, ona doğru biraz daha yaklaşmışlardı Afife bir adım öne çıkıp, ”Fal baktırmaya geldiydik
teyze.” dedi. Falcı eliyle yanındaki boşluğa vurarak, oturmalarını istiyordu.
_Gelin gelin, çökün şöyle yamacıma!
İkisi birlikte biraz da çekinerek oturdular kadının işaret ettiği yere. Şimdi, daha yakından görebildikleri falcının hali onları biraz ürkütmüştü. Hele, daha da korkak olan Mürvet tir
tir titriyor, niye buralara geldiğini sorup duruyordu kendi kendine. İçinden de kızıyordu arkadaşına, onun aklına uymuş, ne durumlara düşmüştü! Bin pişmandı şimdi ama  olmuştu olan. Afife cesaretliydi arkadaşından, pervasızca oturuyordu. ”Teyzem,” dedi yaşlı kadına, ”hadi bir bakıver şu falımıza kurban olayım!”
Falcı ikisini de bir iyice, tepeden tırnağa süzdükten sonra, arkasındaki kirli yastıkların arasından bir torba çıkarıp, içindeki baklaları sedire, kendisiyle müşterilerinin ortasına,
bilmiş bir edayla saçıverdi. Baklaların savrulmasıyla beraber, odayı kasvet dolu, büyük bir sessizlik kaplamıştı. Afife’yle Mürvet hayret yüklü bakışlarla, bir sedirin üzerindekilere, bir yaşlı kadının karanlık yüzüne bakıp, ellerini bile kıpırdatmaktan çekinerek bekliyorlardı. Falcı kadın ise, gözlerini sadece baklalara dikmiş, etrafında
kimse yokmuşcasına hiç hareketsiz, put gibi duruyordu. Mürvet, şu üç beş bakladan neler çıkabileceğini hiç anlayamamıştı. Böyle, sessizlik içinde geçip giden bir kaç saniyeden sonra, falcı gözlerini Afife’ye dikerek, ”Büyük bir acı çekecen, ondan kelli de, rahat
yüzü görmeyecen gayrı!”  dedi birdenbire. ”Ne ola bu acı ?”  diye sorarken Afife, pek de
yaşlı kadının söylediklerini umursuyormuş gibi görünmüyordu. Falcı, Afife’nin sorusunu
duymamış gibi, Mürvet’e dikmişti gözlerini bu defa. Genç kadın korkudan titremeye  başlamış yeniden, kötü şeyler duyma endişesi sarmıştı her yanını. ”Aha, bu kadınla, te seneler sonra gene kesişecek yolun !” dedi ve sustu yeniden.
Mürvet hiç bir şey söylemiyor, arkasının gelmesini bekliyordu heyecanla ama falcı kadın gözlerini kapamış, başını yastığına dayamış uyuyor gibiydi. Afife’yle, Mürvet birbirlerine baktılar soran gözlerle, ne yapacaklarını kestiremiyorlardı. En sonunda Afife, daha fazla dayanamayarak, yaşlı kadını hafifçe dürtükledi fakat kadın yine de, açmıyordu
gözlerini. Onun ise, vazgeçmeye hiç de niyeti yoktu. Bu kez, yüksek bir sesle seslendi kadına;
_Teyze, buncağız mıydı diyeceğin! Ta, nerelerden geldik biz !
Falcı yine gözlerini açmadan, elini sallayıp gönderirken onları, ”Gidin gayrı !” diyerek söyleniyordu. Afife omuz silkerek ayağa kalktı. Arkadaşını kolundan çekerken, sedirin
ucuna biraz para bırakmayı da ihmal etmedi.
Dışarıdaki soğuk havayla karşılaşmak, ikisini de bir parça bile olsa, getirmişti kendine.
Mürvet arkadaşının koluna girmiş yürürken, bir yandan da konuşuyordu;
_Nasıl falcıymış bu Afife, hiç bir şey demedi.
_Aman canım boş ver, öylesine geldiydik zati.
_Lakin, ben pek tesirinde kalırım bunların, dertlenirim kendi kendime.
_Kardeşim sen de pek kuruntulusun. Şu yaşlı kadının lakırdılarına ehemmiyet verme bu  kadar! Evham etme boş yere, tasa etme. Bak bana, ben seni teselli ederim.
Bu sözlerle içi biraz ferahlayan Mürvet, bir kaç gün sonra bu olayı tamamen unutup gitti. Oysa, yıllar sonra yaşayacakları, hem Afife’ye, hem de Mürvet’e yaşlı falcıyı yeniden
hatırlatacaktı.
    Nazif ‘in annesi Nimet, İstanbul’un köklü ailelerinden birinin kızıydı. Mırza bey onu tanır tanımaz, bu görgülü, asil genç hanımla evlenmeye niyet etmişti. Evlilikleri devam ederken, Nimet’in tuhaf tutumları, aşırı titizliği, hastalıkları, Mırza beyi rahatsız etmeye başlamış, yine de karısına olan sevgisiyle, sabretmesini bilmişti her zaman. Ama karısının bu huyları git gide daha da ilerlemiş, sinirleri harab olmuş, ne kendini, ne ailesini mutlu edemeyeceğini, bu evliliği artık yürütemeyeceğini anladığında, bitirmeye karar vermiş ve Mırza beyin tüm ısrarlarına rağmen de kararından vazgeçmeyerek, tası tarağı topladığı gibi ailesinin yanına geri dönmüştü.
Emekli bir paşanın tek çocuğu olan Nimet, imtiyazlarla başlamıştı hayatına. Paşayla hanımı ilk iki çocuklarını, doğumun hemen ardından peşpeşe kaybetmiş, sonrasında uzun yıllar süren evlilikleri boyunca çocuk sahibi olamamışlardı. Karı koca bunun sızısını iliklerinde hissederken, neredeyse orta yaşlarına geldiklerinde, Allah onlara bir mucize yaşatmış, küçük kızlarına kavuşturmuştu. İşte bu yüzden de, her evlattan daha çok kıymetliydi Nimet onlar için. Büyük, zengin bir konağın tek kzı olarak büyüdükten sonra, başka bir konağın hanımı olarak  yaşamına devam etmek zor geldi genç kadına. O sorumluluğu taşımak, Mırza beyin karısı ve anne olmak, zaten hep hassaslık gösteren sinirlerini iyice zayıflattığında, çoktan vermişti kararını. Ne evliliğe, ne kocasına alışamamıştı bir türlü. Kocası onu ne kadar sevmiş olsa da, kendisi için kıymetinin büyüklüğünü farkettirse de, Nimet bundan memnun olmamıştı hiç bir zaman. Mırza bey çok istemesine rağmen, karısının neşeli tek bir anını, içten bir gülümseyişini göremedi ve bunun burukluğunu yaşadığı müddetçe hissetti hep.
Nimet, kocasının bu duygusundan haberdar olmadı hiç. Zaten, bu davranışları bilerek
yapıyor değildi. Evet, yoktu neşesi, gülmüyordu, çünkü mutlu hissetmiyordu kendini. Eksikliğin ne olduğunu da bilmiyordu. Birisi sorsa, ona net bir cevap veremezdi.
Sadece mutsuzdu ve herkese haykırmak istiyordu mutsuzluğunu. Oğlunu seviyordu, tek o yanındayken, hep sıkışan kalbi ferahlıyordu bir parça fakat ona karşı da, görevlerini tam olarak yapacak bir anne olamayacağının ne yazık ki bilincindeydi. Nereden gelip yapışmıştı bu illet ona! Hiç bir fikri yoktu. Annesi, küçükken dadısı olan Venedikli bir kadının, onu böyle titizliğe alıştırdığını anlatıp durur, ”Seni her gün hamama sokup, kaynar sularla yıkayıp fırçalardı. Çığlık çığlık bağırdığını duyunca, içim giderdi ya, beybabanın korkusundan çıkaramazdım sesimi. İlla da, seni o kadının terbiye etmesini isterdi, niyeyse!” derdi her zaman. Hemen ardından da, pişmanlık dolu bir sesle ilave ederdi;
_Ah keşke, kendim yapaydım her şeyini kimseyi dinlemeyip de, tutulmayaydın bu illete!
Nadim oldum ya, ne fayda!
Nimet her defasında annesinin bunları söylemesinden bıkmıştı artık. Konu açılacak olsa, başka laf sözle değiştirmeye çalışır, bunu başaramazsa da, dinlememeyi tercih ederdi.
Hep aynı sözler ne yarar sağlayabilirdi ki artık ona! Ne, Venedikli dadının suçuydu bu, ne de ana babasının. Kaderdi düpedüz, kaderi böyle yazılmış, ona bunları yaşatmıştı.
Kimsenin yapacağı hiç bir şey olmadığını bilirdi Nimet, kendisi de bundan kaçamazdı.
Hastalığına Mırza beyi, hele hele oğlunu ortak etmek istemedi hiç bir zaman. Kaderini tek başına yaşayacaktı. Özellikle de, Nazif’ini o sıkıntının içine çekmeye gönlü razı
gelemezdi asla. Ayrıldıklarından itibaren Nazif daha çok babasının yanında geçirirken
yıllarını, annesini de ziyaret ediyordu istediği zaman. Mırza bey asla, eski karısına duyduğu aşkın üstünü örtemedi. İkinci evliliğinde de, genç kadının naif hayali gözlerinin önünde oldu her zaman. Nimet’in hastalığı yıllar içinde iyice ilerlemişti. Geçirdiği sinir buhranlarıyla başetmek, onu günden güne daha da yorgun düşürüyor, gücünü kaybediyordu. Bir zehirlenme endişesi  benliğini kaplamıştı son yıllarda. Hiç bir yerde yemek yiyemez hale gelmiş, bir yudum suyu bile korkuyla içer olmuştu.Yemeklerde zehir bulunduğunu, onlardan yerse öleceğini düşünüyor, bundan korkuyordu. Sadece, yedi yıldır yanında olan Fadime’ye güvenebiliyor, bir tek onun pişirdiği yemekleri alıyordu içi. İlaçlarını, suyunu onun elinden gönül rahatlığıyla içebiliyordu. Böyle sorunlu bir kayınvalidenin, yaz başında oğluna yapacağı ziyaret, şimdiden Afife’nin uykularını da, her daim yerinde olan keyfini de kaçırmaya başlamıştı bile. Bu yarı deli kadınla ne yapacak, nasıl vakit geçirecekti! Canı fena halde sıkılıyordu bu mevzu aklına geldikçe. Üstelik ablası da, o sebeple mutsuz değil miydi! Çok sevdiği kocası, ablasını yıllardır üzmüştü o kadın yüzünden. Tüm bu olanlar kaynanasına kin tutmasına yeter de artardı bile!
“Ne de olsa kocanın anası!” dedi Mürvet, arkadaşı ona detlendiğinde. ”Hizmet etmekten geri durma sakın.”
Afife başıyla onayladı onu;
_Bizim adetlerde de öyledir. Kaynana ne derse o olur ya, biliyorsun bizimkinin aklı noksan biraz!
_Ne yapacaksın kardeş, idare-i maslahat! Başkacası gelir mi elden! Bak, ben senelerce kaynanamla kayınbabamın yanında ağzımı açıp da tek laf etmeden kaldım. Sofraya bile onlarla oturmadım.Yemeklerini bitirirlerdi, ben sonra yerdim.
_Bizimki pek asridir, öyle kaideleri yoktur allahtan!
_Gördün mü, ne iyi işte! Bir iki yüzüne gülüverirsin, yaşlı kadın, gönlü olsun.
_Ne edelim, başa gelen çekilir! Bir de, suratsız bakıcısı var ki, hiç sorma!
_İyi ya, sana pek zahmeti de olmaz.
_Zahmeti olmaz da, onları çekmek de ayrı bir dert! Kendi bir alem, kadın başka alem!
_İdare kardeşim, idare!
_Yaptığım yemeği de yemez ha, güya zehirlermişim!
_Fesupanallah ! Hiç duymadıydım böyle şey billahi!
_Ya, duymadıysan duy.  Zaten, kocası da boşamış bu sebepten.
_Allah allah, neler oluyor şu hayatta!
_Oluyor, oluyor da, en acayibi de benim başımda. Benim de asabım harap oluyor kardeşim, kolaylıkla dayanılır mı buna! Vallah, sinirlerim zayıflıyor her sefer.
_Haklısın Afife, lakin ne yapacaksın, katlanmaktan başkaca var mı çaresi! Allah kolaylık versin, başka ne denir!
_Amin kardeşim amin !
     Nimet hanımın ziyareti, iki arkadaşın tahminleri dahilinde geçmekteydi. Afife her  zamanki muzipliğiyle, inceden inceye eğlenirken kayınvalidesiyle, Mürvet utanıp
sıkılıyordu ama biliyordu ki bir yandan da, Afife’nin temizdi kalbi, niyeti kötü değildi. İşte bu yüzden de kızamıyordu ona. Fakat yaşlı, hasta bir kadına daha ihtimamlı davranmak lazım geldiğini hatırlatmaktan da geri durmuyordu. O zamanlar Afife,
dudaklarını büzer, sitem ederdi Mürvet’e;
_Aşkolsun Mürvet, ne yapıyorum ki ben! Azıcık latife de olmazsa, nasıl çekeyim ben bu kadını! Görmüyor musun, ne tuhaf halleri var!
Mürvet hakvermiyor da değildi ona, gerçekten de acayip bir kadındı şu Nimet hanım! Gün boyu, salondaki kanapede uzanır şekilde oturuyor, hemen hiç konuşmuyordu. Gözleri yarı açık bir halde, az duyulan, iniltiye benzer bir takım seslerçıkarıyordu sürekli. Dilinden en iyi anlayan kişi Fadime’ydi. Doğrusu, ikisi de, bu kadının sabrına hayran kalmışlardı. Onca kaprisi gık bile demeden çekiyor, hanımı memnun edebilmek için, ağzını bile açmadan çırpınıp duruyordu.Yemeğini hazırlıyor, ilaçlarını hiç aksatmadan tam zamanında veriyor, banyosunu yaptırıyor, günde belki, onlarca kez arka yastıklarını düzeltiyor, velhasıl, her hizmetini sessiz sedasız yerine getiriyordu. Afife’nin ev için yaptıkları haricinde, Fadime mutfağa girip, Nimet hanımına yemek pişiriyordu. Bir gün kadıncağız yine ocak başındayken, Afife yanına gidip sordu;
_Fadime hanım, nedir bu kaynanamın yaptığı böyle! İnsan hiç gelininin pişirdiklerini yemez mi !
_Aman gelin hanım, sen alınma üstüne. Tek sana karşı değil ki, herkese öyle davranır.
_Ne acayip iş bu böyle!
_Ne etsin kadıncağız, elinde değil, hastalık bu da bir nevi.! Kimbilir ne zoru vardı ki
zavallının bu hale geldi.
_Neyi olacak canım! Yediği önünde, yemediği ardındaymış, rahatlık batmış buna!
_Kimse kimsenin içini açıp da bakamaz ki gönlünde neler vardır.
     Nimet, Afife’ye, ilk gördüğü andan beri, nedense pek fazla ısınamamıştı. Ama bu öyle alışılagelmiş kaynana kaprisi değildi. Oğlunun devamlı yanında büyümemesi sebebiyle, onu başka bir kadınla paylaşamama gibi bir duyguyu yaşamamıştı hiç. Gelini de çok güzeldi üstelik! Oğluyla da birbirlerine yakıştıkları bir gerçekti. Nazif’in karısına karşı duyduğu aşk, gözden kaçacak gibi değildi. Hem, kimseler farkedemese bile, anlardı Nimet, annesiydi! Ama Afife’nin gözlerinde bu büyük aşkın karşılığını, ne kadar arasa da bulamamıştı kadıncağız. İşte bu yüzden de, gelininin, sevildiği kadar, oğlunu sevmediğini düşündüğünden, hep mesafeli kalmayı tercih etmişti genç kadına karşı. Oğluna da bu fikrini üstü kapalı da olsa belirtmişti Afife’yle ilgili bir konuşmalarında. Nazif heyecanlıydı o gün. Yerinde duramıyor, evin içinde oradan oraya gidip geliyor, hiç bir yerlere sığamıyordu. Artık güzeller güzeli Afife onun nişanlısıydı ya, ne olursa olsun umurunda değildi bundan ötesi. Öyle tasasız, öyle mutlu hissediyordu kendini. Her şeyle başedebilecek güçteydi, sevdiği, canı, onundu ya! En çok bilmek istediği şey ise,  annesinin fikirleriydi. Bir fırsatını bulup yakalar yakalamaz annesini, hemen yanına oturarak sordu, merakını bir an önce giderme telaşıyla;
_Valide, siz bir şey demediniz henüz! Beğendiniz inşallah gelininizi.
Nimet, oğlunu hiç böyle gördüğünü hatırlamıyordu daha önce. Bu, aşkın mucizesinden başka bir şey değildi. Şimdi, hislerini söyleyip de, Nazif’ini üzmek, onun için çok zordu. Bu sebeple, mümkün olan en fazla itinayı göstererek konuşmalıydı oğluyla.
_Maşallah, pek güzel bir hanım kız oğlum! Çok da iyi terbiye almış besbelli! Allah sizi
kem gözlerden saklasın, bahtiyar eylesin. Görüyorum, çok bağlısın Afife’ye!  Lakin o da seni seviyor mudur ki bu kadar !
Nazif tatlı tatlı gülerek annesine sarılmış, ”Ah, valide hanım,” diyordu,”siz yok musunuz
siz! Kimseleri oğlunuza denk görmezsiniz, bilirim! Lakin, tasa etmeyin, Afife’m beni benden çok sever. Sevmese varır mıydı hiç bana!  Bilseniz, ne talipleri var!”
Kadıncağız, oğlunun söyledikleri üzerine daha fazla lafın yararsız olduğunu anlamış, o da gülümseyerek, genç adamın omuzunu sıvazlamakla yetinmişti cevap olarak.
     Nimet, oğlunun evinde kaldığı süre zarfında, geliniyle de pek fazla konuşmuyordu.
Gerektiği kadar, gerektiği zaman bir iki kelime. Vaktinin çoğunu, bitkin bir halde yatarak, yapayalnız, saatlerle boğuşarak geçiriyordu. Akşamları, biricik oğlu gelince, annesinin yanına oturur, Nimet, Nazif’in ellerini avuçları arasına alarak, anlatırdı hiç durmadan, eskilerden, hayatından bahseder, sanki bütün bir gün susmasının intikamını alırcasına konuşurdu. Afife kıskanıyordu ana oğulun bu muhabbetlerini. Yoksa, kaynanası onu mu çekiştiriyordu kocasına. Gerçi, Nazif müsaade etmezdi böyle bir şeye ama yine de, Afife’nin içine bir kurt düşüveriyordu ara sıra. Aslında, Nazif’in ona olan ilgisinin bölündüğünü düşünmek, genç kadını  yiyip bitiriyordu. Paylaşmaya hiç alışmamıştı ki o ilgiyi. Tüm bunları yaşarken, öte taraftan da her zamanki nüktedanlığını sergilemekten geri kalmıyordu. Fadime’nin alışveriş için çarşıya indiği günlerden birinde, Afife, pişirdiği bulgur pilavını tabağa koyup, kayınvalidesine götürdü. “Hanımanne, Fadime yapmış size.” diyerek, sehpayı kanepeye yaklaştırıp, tabağı üzerine bıraktıktan sonra, sessizce çıktı odadan. Tabii, kapının arkasından kaynanasını gözetlemeye devam ediyordu. Kadıncağız ağır ağır bir iki kaşık aldı pilavdan. Afife bir süre oyalandıktan sonra içeri girdi yeniden.  Az bir yemek kalan tabağı alırken, sordu;
_Nasıl beğendiniz mi bari?
Kadın söyleneni duymamışcasına cevap vermiyor, gözleri kapalı yatıyordu. Bu tavırla
iyice sinirlenen Afife, çıkarıverdi ağzındaki baklayı;
_Ben yapmıştım da pilavı. Eee, bakıyorum da yemişsiniz epeyce. Gördünüz mü, hiç
bir şey olmadı. Zehirlendiğiniz falan da yok, kuruntu sizinkisi!
Nimet hanım bunları duyunca, kapalı gözlerini faltaşı gibi açarak, öğürmeye, çırpınmaya başladı. Tam da bu sırada çıka gelen Fadime’ye düşmüştü hanımını sakinleştirmek. O buna  çabalarken, Afife dışarı çıkmış söyleniyordu;
_Edepsizlik yaptığı, başkaca izahı yok!
Nimet, gelinini oğluna şikayet etti mi, etmedi mi, Afife bunu hiç bir zaman öğrenemedi.
Çünkü Nazif, asla  sezdirmedi böyle bir şeyi. Üstelik, sevgili karısının yüzünü bir parça asık görse, büyük bir telaşa kapılır, ne olduğunu öğrenmek için genç kadının peşinde dolanıp dururdu. Afife öyle zamanlarda, yine kocasının ilgisini üzerine çekmekten memnun, bir hayli nazlanır, sonra annesinin yaptıklarını ortaya dökerken bir bir, en çaresiz tavrını takınmayı da ihmal etmezdi;
_Dayanamıyorum vallahi! Görsen, bana neler yapıyor bütün gün! Gözü hep bende, bir kusurumu yakalamak ya maksadı!
Nazif, derhal Afife’sinin ellerine yapışır, o taptığı, güvercin kanadı misali elleri
öpücüklere boğarken, dil dökerdi bir yandan da karısına;
_Afife’m, n’olur tasalanma sen! Bak, aklım sende kalıyor.”Karıcığım üzgün mü!”
diye kuruntu yapıp, kendimi yiyip bitiriyorum.
_Ne yapayım Nazif, kolay mı hanımanneyle geçinmek sanki!
_Bilmez miyim ruhum, ama aldırma, yaşlı kadın işte! Sen bana bak yalnızca!  Ben seni değişir miyim kimselerle! Şurada kaç gün kalacak, gider yarın bir gün.
_Gider, gider de, beni de mahveder!  Ne yapsam beğendiremiyorum ayol!  Her şeyim
kabahat!
_Kurbanın olayım Afife’m, az daha sıkıver dişini! Gidene kadar idare ediver meleğim benim.
_Senin hatırın için, yoksa çekilir dert değil.
Nazif karısını bir parça yumuşatsa da, onun sıkılmasına da gönlü hiç razı gelmezdi.
Dualar ederdi annesinin bir an önce gitmesi için. Onu sevmediğinden değil ama Afife’sinin yüzündeki en ufacık mahsunluğun, genç adamın kalbini nasıl acıyla doldurduğunu tahmin edemezdi kimseler. Annesine bile laf etse, hep karısını el üstünde tutmayı, küçük, nazlı bir kız çocuğu gibi şımartmayı sürdürecekti her daim.
    Bu iki genç kadın, bir çok hatıraya sahip oldular birlikte. Güldüler, ağladılar zaman zaman. Mutluluklar yaşayıp, güzel vakitler bıraktılar arkalarında. Kötü günleri de beraber aştılar. Mürvet’le Afife, iki kardeşin belki de paylaşamayacağı şeyleri konuştular birbirleriyle. Nazif’le, Şeref,  karılarının bu dostluğu sayesinde, daha da çok kenetlendiler. Nihayet bir gün, hayatlarının beraber hissettikleri en acı günü gelip çattı ve o gün geçtikten sonra da, hepsi bu olayın şokunu türlü türlü biçimlerde, başka zamanlarda yaşamaya ve her defasında aynı acıyı çekmeye mahkum oldular.
          Nazif ve Şeref, devamlı gittikleri çatışmalardan birindeydiler. Bir isyanı bastırmak
görevi verilmişti bu kez onlara. Her zaman vatanlarını korumak için canlarını ortaya koyan askerlerden ikisiydiler ve artık böyle olaylar öylesine olağanlaşmıştı ki! Ama  ne çare, ikisinin hanımları da hala alışamamışlardı bu duruma ve onları her gönderdiklerinde
endişe içinde dönüşlerini bekliyor, günler her zamankinden daha da uzun geliyordu.
Fakat bu kez sanki her şey farklıydı. Afife’nin yüreğine belirsiz bir sıkıntı gelip,
çöreklenmişti boylu boyunca. Hiç bir şey ferahlatamıyor, sular serpemiyordu o yüreğe.
Duyduğu rahatsızlık o kadar büyük boyutlara ulaşmıştı ki, bir yerlerde duramıyor, evdeyken, duvarlar üzerine üzerine geliyor, dışarı çıksa, rüzgarın sesi kulaklarında
uğulduyordu.
Nazif’in şehit düştüğü haberi, Urfa’nın karla kaplı sokaklarında, siyah kadife pelerinine
bürünmüştü koştururken. Kötülüklerin tüm korkunçluğu simasında, genç askerin yarım
kalan ümitlerinin isyan dolu hüznü, gözlerindeydi. Hain bakışlarını, geçtiği tüm kapıların
üzerinde teker teker dolaştırıryor, vereceği korkunç haberle, yerle yeksan olacak o  askerin evini arıyordu. Kara sevdalı şehit asker, artık hiç gelemeyecekti evine. Yarinin bal renkli gözlerinin derinliklerinde kalamayacaktı bir daha.
Akşam karanlığı çökerken, öğrenilen olay, herkesi acıya boğmuş, saatlerdir lapa lapa
yağan kar bile, soğutamamıştı hiç bir yüreği. Mürvet olanları duyar duymaz, Afife’nin yanına koştu. Herkesten iyi bilirdi o duyguyu, yaşamıştı yıllar boyunca kendi kendine. Ev, başsağlığına gelen konu komşuyla dolmuş, ağlama seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Ağlayışlarla dolu bir sessizlik hakimdi dört bir yanda. Afife sedirde oturmuş, iki yanında iki kadın ıslattıkları bezleri yüzüne, şakaklarına sürmeye uğraşıyorlardı. Genç kadın, Mürvet’i görünce, tepki göstermeden gözlerini ona dikti. Elleri arkadaşının parmaklarını umulmayacak bir kuvvetle sıkıyor, o ise, hiç konuşmadan öylece duruyordu. Mürvet ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilmez bir haldeydi. Bildiği tek şey, artık Afife’nin eskisi gibi olamayacağıydı.
    Yüzbaşı Şeref, nice savaşlar görmüş, nice askerin gözlerinin önünde öldüğüne tanıklık etmişti ama nedense bunların hiç biri, Nazif’in kolları arasında ölmesi kadar  yaralamamıştı onu. Çok yakınındaydı Nazif, neredeyse elini uzatsa tutabilirdi onu, ama yapamamış, koruyamamıştı arkadaşını. Bir adım önünde, gelen kurşunların hedefi olmasını engelleyememişti. O anda bile, genç adamın ağzından karısının ismi dökülmüştü
sadece yarım yamalak ve bu isim, yüzbaşının ağlamayı unutmuş gözlerinden dökülen
yaşlarla ıslanmıştı.
    Afife, ailesinin yanına döndü tekrar, kocasının ölümünden sonra. Henüz, yirmi beş
yaşında ve güzelliği yine dillerdeydi. Eve dönmesinin hemen ardından, isteyenleri evlerini aşındırmaya başladılar eskiden olduğu gibi. Afife  bir daha hiç kimseyle evlenmemeye kesin kararlıydı. Annesinin,”Daha gençsin kızım, evsiz ocaksız olur mu!” sözlerine rağmen kararından asla dönmedi. Bu karara vardığına da, ileriki zamanlarda  hiç pişman olmadı. Aslında bu düşüncesi, sadece Afife’nin sadakati, kocasına olan aşırı bağlılığı sebebiyle değildi. Gözyaşlarının çoğu, erken yaşta yitirdiği kocasından çok, bir bakıma da kendisine dökülüyordu. Bu hale nasıl olup da düştüğüne yanıyor, kendine acımaktaki haklılığına inanıyordu sonuna kadar. Bu gençliğinde, hayat bu kadar güzelken, her şey böyle olmamalıydı. Afife, Afife’ye acıyordu başka biriymiş gibi. 
Çünkü, artık kocasının o içini ısıtan tatlı sözleri yoktu. Her vesileyle ettiği iltifatları  duyamayacak bir daha, Nazif’in, aşkını hiç durmadan tekrarlamasına da tanık  olamayacaktı. Tüm bunlar, her şey, bir hayale karışmış, sislerle gelip, ortalığı toz dumana katarak, kaybolan atlılar gibi silinip gitmişti. Geride yalnız, burukluk yüklü hafif bir  yağmur bulutu kalakalmıştı. Ne yapacağını bilmez bir halde, epeyce derbeder.
Nazif gibi birinin, onun sevgisi kadar bir sevginin, karşısına çıkmayacağını biliyordu genç kadın. Hayatının kalanını bu sevginin hayaliyle, o şımartılmalarının, mazide kalmış tatlarıyla yaşamayı yeğlemişti. Kendince doğru olandı bu. Hep de öyle davrandı. Her  zaman kocasına yaptığı kaprislerin pişmanlığı onunla oldu yaşamı boyunca. Yaşlılık dönemlerinde, yeğeniyle yaptığı sohbetlerde bunu sık sık dile getirir,”Ah, şimdiki aklım olaydı, Nazif’imi üzer miydim hiç !” diyerek, hayıflanırdı. Ailesinin yanına döndüğü ilk günlerde sıkıntı içindeydi Afife. Üzüntüsü  o kadar yeniydi ki, ne yiyip içiyor, ne hayata karışmak istiyor, sadece yatıyordu devamlı.Yine yatağındaydı yarı uyanık bir halde,  başındaki korkunç ağrıyı duyarak öylece yatıyordu. Dışarıdan kulağına gelen sesler,  odanın içinde yankı yapıyorlardı. Ağaçlardan olmuş meyvaları toplamaya gelen işçilerin aralarındaki şakalaşmaları, söyledikleri yanık türküler, Afife’nin yatağının etrafında dans ediyordu döne döne. Genç kadın gözlerini biraz daha açar gibi oldu. Sanki bir şey hissetmişti, bir nefes, tanıdığı.Tam karşısında kocası vardı, çakı gibi bir asker! Yepyeni,
ütülü üniforması,  parlatılmış gümüş kılıcıyla ışıl ışıldı genç adam. Afife, heyecan içinde doğrulmuştu yatağından, kalkmak istiyor ama yapamıyordu. Ayakları tutmaz olmuştu  sanki bir anda. “Nazif !” diye, zayıf, incecik bir ses çıkardı. O anda kocası kayboldu gözünün önünden. Afife’nin gözlerinden sicim gibi akan yaşlar bile geri döndüremedi Nazifi. Oysa sevgili kocası onun tek damla gözyaşına dahi kıyamazdı bir zamanlar. Nasıl da değişmişti her şey bu kadar çabuk. Onu görmeye gelmişti genç adam, biliyordu bunu Afife. Hala, seviyordu kendisini ve bu sevgi hiç sönmeyecekti. Nazif olmasa da artık, aşkı sürüp gidecekti. Ondan  sonra da, Afife daima bu aşkla yaşamaya devam etti. Aşkı ve o vardı yalnızca.
Afife’yi o günlerinde hiç yalnız bırakmayan, derdine ortak olup, teselli bulması için çabalalayan, arkadaşlığını genç kadından hiç eksik etmeyen tek kişi Muhlise’ydi. Acısını öylesine anlıyordu ki görümcesinin, onun kadar kendisinin de sızlıyordu yüreği. Artık kardeşi saydığı Afife’nin iyiliği de, en az kocasınınki kadar önemliydi.
      Muhlise çok mutluydu, hayal ettiğinden de fazla. Mehmet’in karısı olmanın, bu kadar
muhteşem duygular hissettirebileceğini  tahmin edememişti daha önce. Çünkü o zamanlar uzaklardaydı genç adam, sadece düşlerinde birlikteydi sevdiğiyle. Düş kurmakla onun yanında olabiliyordu yalnızca. Oysa şimdi, her şey bambaşka yaşanmaktaydı. Gerçekti olanlar, hayaller gerilerde kalmıştı. Genç kadın dilediği an kocasını görebiliyor, ona dokunuyordu. Bundan daha fazlaca ne isteyebilirdi ki. Çiftlikte hayat genç kadın için, anlatılmaz bir saadetle geçiyordu. Ne evini, ne eskide bıraktığı hayatını aklına bile getirmiyordu hiç. Kocası kadar, ailesine de içten gelen bir sevgi duydu daima. Hatta, kendini onlara hep minnet borçlu hissetti. Onlar olmasaydı, Mehmet’i de olmazdı çünkü. Kayınbabasına ayrı bir saygı besliyor, kocasının hassaslığını, nezaketini ondan almış olduğunu biliyordu. Kayınvalidesine ise, büyük bir hayranlık oluşmuştu içinde. Öylesine benzersizdi ki  Peyker, ne annesine, ne de tanıdığı başka kadınların hiç birine benzemiyordu. Herkese kendini saydırmayı başarmış, koskoca çiftliği tek başına çekip çeviren bu dirayetli kadın, Muhlise için hayret uyandıracak bir örnekti. Rastgelmiş değildi daha önce onun gibi birine. Özeniyordu için için kaynanasına, keşke kendisi de ona benzeyebilseydi ama mümkün değildi bu, ikisi o kadar farklıydılar ki!
Muhlise ne kadar arzu etse de, kayınvalidesi gibi, her konuda güçlü davranmayı beceremezdi. Peyker de sevmişti gelinini, halim selim bir kızcağızdı. Kendisine duyduğu
gizli hayranlığın da farkındaydı. Ne zaman ondan tarafa gözü kayacak olsa, Muhlise’nin, içine işleyen hayranlık dolu bakışlarıyla karşılaşıyordu. Buna rağmen, hayal kırıklığıyla doluydu Peyker’in zihni. Kızlarını, ne kadar uğraştıysa da, kendisi gibi yetiştirememişti. Oğlunun zaten küçüklüğünden beri bu işlerle uğraşmaya hiç gönlü yoktu. Gizli gizli tek umut bağladığı kişi Mehmet’in evleneceği kız olmuş, kendisi gibi güçlü bir karakter çıkarsa kısmetlerine, onu kendi yerine eğitmeyi koymuştu kafasına çoktan.
Ama ne çare ki, Muhlise aşık bir kızcağızdı sadece. O tür işleri yapması imkansızdı. Peyker, gelinini görür görmez, sezinlemişti her şeyi. Yine de seviyordu gelinini. Oğlunu memnun edebilmek uğruna gösterdiği çaba, kayınvalidesinin gözünden kaçmıyor, içini sızlatıyordu zaman zaman. Bir süre sonra, bir erkek torun umudu sardı bu kez kalbini. Bir veliaht, güçlü bir erkek! Mucizeyi gerçekleştirebilecek tek kişi de, Muhlise’ydi. Eğer bu da gerçeğe dönüşmezse, gücü yettiğince, çiftliği yönetmek zorunda kalacaktı.  Hazırlamıştı kendini yaşayabileceklerine çoktan ama ya sonrası!  İşte bunu düşünmek, dehşete düşürüyordu Peykeri. O kadar uğraştığı, sahiplendiği çiftlik ne olacaktı!  Yıllarca
çabalayıp kurduğu düzenin bozulacağı endişesi, hayattaki en büyük korkusuydu.
     Şüphe gelmeye görsün bir kere, onu zihinden atmak öyle zordu ki, ne yapılsa ondan
kurtulunmuyor, arkada bırakmak mümkün olamıyordu. İşte bu duygu, Mehmet’in
etrafındaydı şimdi. Onu yiyip bitiriyor, günlerini zehir ediyordu. İlk başlarda iyi giden
evliliği, bu şüphenin gölgesinde kalmış, Mehmet’in mutluluğunu avuçlarının arasından almıştı. Muhlise, kocasının bu halinin sebebini anlayamıyordu bir türlü. Ters giden neydi
bilemiyordu. Sormuştu defalarca, konuşmak istemişti ama nafile yereydi tüm çabaları.
Mehmet suskundu, Mehmet içine çekilmiş, kapatmıştı kendini. Üzgündü Muhlise!
Hissetmiyor muydu kocası ona olan sevgisini! Neden böyle yapıyor, neden onu böylesine
uzak tutuyordu kendinden. Kalbindeki aşk hiç eksilmemiş, tam tersine, daha da artmıştı
evliliğiyle beraber. Kocası yanında yokken, tek bir gün geçirmeye bile tahammül edemeyeceğini gayet iyi biliyordu.
Duyduğu şüphe öylesine büyüdü, öylesine dal budak sardı ki Mehmet’in beyninde, bu keşmekeşin içinden çıkıp, kurtulmayı beceremedi. Bu şüphe hissi, bir bataklık gibi  kendine doğru çekmekteydi onu. Ne kadar çırpınsa faydasızdı. Git gide çamurun içine  battığını hissediyor, o korku, zihninin şüphe yüklü koridorlarını adımlıyordu.
Genç kadın ne zaman kocasının yanına yaklaşmak istese, aldığı olumsuz karşılıklar,
her defasında biraz daha fazla tedirgin ediyordu onu. Ama öyle bir aşka sahipti ki yıllardır hiç eksilmeyen, o aşkın sahibi ne yapsa, ne etse Muhlise’ye yük gelmiyor, her
derdi çekebilecek bir güçle yoğuruyordu genç bedeninin tüm kıvrımlarını.
     Ali’ydi şüphenin adı. Henüz on yedi yaşlarında bir delikanlı, hatta bir çocuk! Muhlise’nin gözünde o bir çocuktu. Mehmet’lerin uzak bir akrabasının oğlu, çiftlikteki çalışmalara, dışarı işlerine yardım için gelmişti yanlarına. Öyle becerikli, eli çabuktu ki, ne söylense hemen koşturur, tez elden hallediverirdi. Onun duygusallığını, kırılgan ruhunu ilk  keşfeden Muhlise olmuş, yazdığı şiirleri en önce o okumuştu. Belki de böyle bir sebeple, bu çocuğa karşı kardeşçe bir sevgi duyuyordu. Onu korumak, kollamak gibi bir abla  vazifesi yüklemişti kendi kendine. Ali de en çok onu seviyordu. Yorulsa, Muhlise ablası bir bardak ayranla yanında bitiverir, canı sıkılsa, onun gülümseyen yüzüyle karşılaşırdı. İkisi arasında tüm olup bitenler, sadece bundan ibaret, sadece bu kadarcıktı. Ama  Mehmet’in, karısına duyduğu nedensiz öfkenin git gide büyüyüp güçlenmesini engelleyemiyordu yaşanan masum abla kardeş sevgisi. O, bir kere içine kazımıştı şüphe duygusunu ve unutması da imkansızdı. Karısıyla tek bir kez konuşmayı, ya da onu ikaz etmeyi bile denemedi. Susmak, sessizliğin ürkütücü koynuna sığınmakta buldu çareyi, hiç bir şey söylememekte. Kendisi ve şüphesiyle başbaşa boğucu aylar geçirdi. Herkesten, özellikle de karısından git gide daha da uzaklaştı.
   Muhlise kocasının bu halini gördükçe, günler onun için bir cehenneme dönüştü, deli
gibi sevdiği adam, gözlerinin içine artık bakmıyor, o nezaketiyle, kalbini alevleyen sözler
etmiyordu. Ve bunun sebebini bilememek kahrediyordu genç kadını. Hatasını bilse, ne
yapar eder düzeltir, kocasının kalbini kazanırdı ama neydi suçu, bir türlü anlayamıyor,
soruları ise, her zaman cevapsız bırakılıyordu. Mutsuzluktan, her geçen gün biraz daha
eriyip akmaya başladı. Önce, dudaklarının rengi soluklaştı, avurtları yaşlı bir kadınınkiler gibi içine çöküp, boyun damarları dışarı fırladı. Gözleri çukura kaçtığında, evdekiler ters giden bir şeyler olduğunu nihayet sezinleyebildiler. Herkes, o sancılı havanın farkındaydı artık. Özellikle de, Muhlise’nin yüzündeki sızılı ifade, çektiklerini belli eden en önemli göstergeydi. Mehmet ise, sabah evden çıkıyor, ancak geceyarıları, çoğu kez içkili dönüyordu. Hulusi olup biteni bir türlü anlayamamanın tedirginliği içinde, karısına  sığınmış, durmadan sorular soruyor, onun bir şeyler bildiğinden emin, her şeyi öğrenmek istiyordu.
_Hanım, bu oğlandaki hal, hal değil. Aralarında ne varki gelinle?
_Bilmem bey, kimsenin bir şey dediği yok!  Ben de tasalanıyorum ya, sorup sual etmek lazım gelir herhal!
_Durduğun kabahat! Arayıversen ya, gelin hanımın ağzını! Döker sana içini!
Ondan sonraki bir kaç günü, Peyker, bir punduna getirip, Muhlise’yi yakalamaya
uğraşmakla geçirdi. Aksilik, hiç yalnız da kalamıyorlardı.Gelen giden oluyor, misafir
yoksa, evin kalabalığı yetiyordu zaten. Nihayet, bir ikindi vakti, kadıncağız namazını kılmak üzere üst kata çıkarken, gelininin odasının kapı aralığından duyduğu ağlama
sesleriyle derhal girdi içeri. Muhlise yatağa yüzükoyun uzanmış, hıçkırıklara boğulmuştu.
Peyker’in kalbi, annelik duygusunun da körüklediği vicdani hislerle çarptı, genç kadını o halde gördüğünde. Adeta can havliyle yatağa koşup,  Muhlise’nin üstüne kapandı.
_Kızım etme böyle! Nen var, de bana bir yol.
Muhlise kayınvalidesinin kendisini bu şekilde görmesinden daha da utanmış, yüzünü
yastığına iyice gömmüş, eskisinden de çok ağlamaya başlamıştı. Peyker gelininin
saçlarını usul usul okşarken, kendi gözlerinden süzülen yaşları bir türlü engelleyemiyordu Ve o anlarda, ne kadar uzun zamandır ağlamamış olduğunu farkediyor, bunun nasıl da insani bir şey olduğunu çok daha iyi anlıyordu. ”Kızım,” dedi sesi titreyerek, ”yavrum, yapma! Kendini harab ediyorsun. Nen var, hadi de bana.”
Muhlise kalkıp, oturmuştu yatağında.
_Hanımanne, Mehmet istemiyor beni!
_Aman yarabbim, kendi mi dedi bunu?
_Demedi ya, bilirim ben!  Ne konuşuyor, ne yüzüme bakıyor.
_Yavrum dur hele, bir anlayalım.
_Yok hanımanne, bilirim ben! Gönlü yok artık bende.
Muhlise son cümlelerinden sonra, yeniden hıçkırıklara boğulmuştu. İçini çeke çeke ağlarken, ağzından dökülen sözler, sanki son çırpınışlarıydı aşk dolu bir yüreğin.
_Hanımanne ne ederim ben, nasıl yaşarım! Kocam beni sevmiyor artık. Belki de, gerisin geri gönderecek. Hanımanne, kurban olayım, gönderme beni! Tek hizmetinizi göreyim de, Mehmet’imin yanında kalayım!
Peyker ilk defa, kendini uzun zamandır böylesine çaresiz hissetmişti. Gelinini nasıl avutabileceğini bilemiyordu.
_Kalbini ferah tut sen yavrum! Mehmet’in kulağını çekerim. Hadi, biraz dinlen. Söyleyeyim de, papatya kaynatsınlar sana, sakinlik verir!
Muhlise’yi yatağına yatırıp, battaniyesini şefkatle örttü. Bir süre bekledi yanında gelininin. Soluk alış verişleri düzene girdiğinde, uykuya dalmak üzere olduğunu farkedip, ayaklarının ucuna basarak çıktı yatak odasından. Kimseye bir şey söylemeden,  düşünmeye, çare bulmaya çabaladı günlerce ama ne yapabileceğini kestiremiyor, bir adım atacak cesareti bulamıyordu bir türlü. Belki  düzelirler diye bekledi bir umut! Karı kocaydılar nihayetinde, hem küser hem barışırlardı. Aralarına girmek doğru olmayabilirdi
Fakat kısa zamanda, bu umudunu da kaybetti. Çünkü her şeyin giderek kötüleştiği gözden
kaçmayacak hale gelmişti artık. Muhlise’nin durumu perişan, oğlunun ağzını bıçaklar açmıyor, iki kelime bile konuşmuyordu hiç biriyle. Peyker böyle sürüp gitmeyeceğini
iyice anladığında, oğlunu bekleyerek geçirmeye karar verdi o geceyi. Yatağa hiç girmeden, ev halkı uykudayken, gaz lambasını arkadaş tutup kendine,  Mehmet’ini bekledi. Neredeyse sabaha karşı gelen genç adam, karşısında annesini görmenin şaşkınlığından silkinmeye çalışırken sordu;
_Hayırdır valide hanım, hasta değilsiniz inşallah?
_İyiyim hamdolsun, seni bekledim. Gel otur şöyle, diyceklerim var.
Mehmet sessizce annesine itaat edip, koltuklardan birine oturmuştu. Peyker  söze nasıl gireceğini şöyle bir geçirdikten sonra aklından, başladı konuşmaya;
_Oğlum, Muhlise’nin halini hiç beğenmiyorum. Kızcağız gün be gün kötüleşiyor, sen mi
üzdün yoksa?
_Valide hanım, epey yorgunum.
_Ciddi bir mesele bu oğlum. Muhlise senin zevcen, istedin aldık. Pek de muhabbetle geçindiniz bu vakte kadar.
_İçimde soğukluk var valide hanım.
_Oğlum, seni nasıl sever kızcağız bilirsin. Yapma, etme. Nefesi kuvvetli bi hoca getirtelim, ne dersin?
Mehmet ayağa kalktı, ”İstemez valide hanım, müsaadenizle!” diye izin isteyerek ayrıldı
annesinin yanından. Peyker hiç bir şeyi halledememenin sıkıntısıyla sabahı etmişti. Artık Muhlise’nin yüzüne de bakamıyor, her an gelininin bir soru soracağından korkuyor, öte
yandan, oğluyla da konuşmaya çekiniyordu ikinci kez.
Mehmet belki de, o güne dek hiç düşünmediği kadar, beyni karıncalanıncaya kadar
düşündü. O düşünceler yedi bitirdi genç adamı. Onlardan kurtulmanın, selamete
çıkmanın çaresiyse, iyi ya da kötü bir karara varmaktı. Sonunda, tek çıkar yolun bu
olduğunu anladı. Bir karar, doğru belki, veya yanlış! Ona hep pişmanlıklar yaşatacak bir
karar ama ne olursa olsun kurtaracaktı onu düştüğü bu çıkmazdan. En sonunda verdi o
kararı.
Çok kısa bir süre geçmişti ki, bir akşamüstü odada oturmuş, karşılıklı çaylarını içen  annesiyle babasının yanına gelen genç adam, kireç gibi bir yüzle, “Muhlise’yi istemiyorum !” şeklinde çok net bir açıklama yaptığında ,annesi elindeki bardağı yere düşürmüş, Hulusi hiddetle ayağa fırlamış bağırıyordu;
_Ne söylüyorsun sen oğlum, hem ayıp hem günah!
Beyin sesini ilk defa bu kadar yüksek perdeden duyan herkes, odanın kapısına toplanmış, hayretle bakışıyorlardı. Peyker’le, babası durumu az çok tahmin etmelerine rağmen, yine  de çok şaşırmışlardı oğullarının tavrı karşısında. Bu kadar ileriye gidebileceği  akıllarından bile geçmemişti. Evde ortalık karışmıştı  bir anda. Mehmet’i ikna edebilmek için bütün araya giren büyükler, hep aynı kararlı, katı tutumla ve aynı cevapla  karşılaştılar; ”İstemiyorum!!!”  Mehmet’in ağzından dökülen sadece bu kelimeydi. Başka
hiç bir şey söylemiyor, hiç bir sebep göstermiyordu.
Muhlise yatakta günlerce baygın bir halde kaldı. Onu bu hale getiren, umudunun hepten
tükenmesinden başka bir şey değildi. Eğer bir parça ümit besleyebilseydi evliliğinin düzeleceğine ilişkin, o zaman kendini toparlar, var gücüyle sarılırdı mücadelesine. Fakat
her şeyin artık bittiğini çok önceden anlamış, kocasını  kaybettiğini hissetmenin acısını,
yalnızlığının kollarında çoktan çekmeye başlamıştı.
    Yaşanan tüm bu olaylara en çok üzülenlerden biri de Afife olmuştu. Çok sevdiği  abisinin mutsuzluğu, ona en acılı günlerinde destek olan Muhlise’nin içler acısı hali, genç
kadını derinden etkilemiş, çektiği ızdırabın üzerine tuz biber ekmişti adeta. Neydi  başlarında gezinen şu kara bulutlar! Bunları düşünüyordu hiç durmadan. Gelinleri, Afife  baba evine döndüğü andan itibaren, neredeyse hiç yanından ayrılmamış, saatlerce hiç konuşmadığı zamanlarda bile, sessizce bir kenara çekilip beklemiş, genç kadını bir başına bırakmayı düşünmemişti hiç. Afife annesiyle bile konuşamadığı şeyleri Muhlise’yle konuşmuş, Mürvet’ten sonra, ona ikinci bir arkadaş, daha da ötesinde, can yoldaşı olmuştu abisinin genç karısı.  Nazif’i kaybedişinin ilk aylarında, hep pencere kenarında oturup, gözlerinden akan yaşlar elbisesinin yakasını ıslatırken, o mütemadiyen, çocukluğunun geçtiği büyük ağaçların gölgelerinin, çimenlere düştüğü çiftliğin, uçsuz bucaksız manzarasına dalıp giderdi. Ne yemek yemek gelirdi aklına, ne uyumak, ne dışarı çıkmak. Sadece, uzun kerevetin köşesine adeta tünercesine oturup, ayaklarını da yukarıya çekerek dışarıya bakardı.
Bir  gün kapı açılıp, Muhlise elinde tepsiyle içeri girmiş, tam Afife’nin karşısına oturmuştu. Afife tepsiyi görünce,”Yemeyeceğim yenge,” dedi, ”sağol.” Sonra tekrar gözlerini çevirdi çiftliğe doğru. Ama yengesi gitmeye niyetli görünmüyor, devam  ediyordu oturmaya.Tepsideki bakır kulaklının kapağını açar açmaz, odaya mis gibi  yayılan koku, aniden Afife’ye ne kadar acıkmış olduğunu hatırlatmıştı, yıllardır aç kalmıştı sanki. Gayrıihtiyari, döndürüp başını tepsiye baktığında, dumanı üzerinde böreklerle göz göze geldi. Muhlise eline bir tane almış, uzatıyordu genç kadına;
_Hadi, bak bakalım tadına, ben açtım.
Afife bu defa hiç itiraz etmeden, böreği alıp yemeye başladı. Kat kat açılmış ince hamurun, ağzında dağılan hıyır hıyır lezzeti, bir mutluluk yaymış gibiydi etrafa sanki.
_Eline sağlık yenge, pek güzel olmuş böreğin.
_Afiyet şeker olsun canım. Kaç gündür tek lokma inmedi kursağından. Olmaz böyle, kuvvetten düşersin sonra.
_İsteğim yok yenge.
_Ah Afife, bilmem mi sevda acısını! Yemeden içmeden keser insanı, tatlı uykusundan
eder. Lakin, elden gelen ne var! Allahın nasibi bu, ne etsek çare olmaz!
_Bilirim yenge, yoktur çaresi, amma dayanmak zor!
_Ben abini öyle sevdim ki. Onun sevgisi azdır benimkinden, bunu da bilirim!
Şükür ki, rabbim kavuşturdu bizi. Amma velakin, kavuşamasaydım da, sevdası içimde yanacaktı her daim. Sen benden fazla sevilmişsin, gerçi artık beyin yok, hatıraları var.
O da yeter! Avunacak bi şey kalmış sana! Sevdiğinden az sevilmek daha beter! Ne mutlu sana, böylesi sevdaya duçar olmuşsun!  Bu servetin kıymetini bil Afife!
Yengesi bunları söylerken, genç kadının ellerini, avuçları arasına almış, sıkıyor, gözlerini
onun gözlerine kilitliyordu. Bu konuşma, ikisi arasında, kimsenin farketmediği  bir bağ kurmuştu.
 Afife, Nazif’ine aşkını gösterememenin pişmanlığını her yaşadığında, aklına yengesi gelirdi. Muhlise’yle, Nazif aynı kaderi paylaşmışlardı. İkisi de, iki kardeşi çok sevmiş,
onlarla evlenmiş fakat hep daha az sevilmenin, sessiz biçare haykırışları her zaman,
yüreklerinin bir köşesinde barınmıştı. Onu hatırladıklarında, ikisi de, kimselere belli etmedikleri acılarla sarsılmışlardı.Ve tüm bunlara rağmen, eşlerine de, başkalarına da, mutlu görünmeye çalışmışlardı hep. Bunu farketmek, Afife’nin üzüntüsünü kat kat artırmışken, Muhlise’nin başına gelenlerle, genç kadın daha da perişan olmuştu. Belki de ne abisi, ne de Afife, o fedakar iki kalbin aşkını hiç haketmemişlerdi. İşte bunu düşünmek, genç kadını uykusuzluğa mahkum ediyordu çoğu gecelerde.
Mehmet’in ikna edilmesinin mümkün olmadığından emindi herkes. Bu durumda tek yapılabilecek şey, Muhlise’nin anasıyla babasını çağırmaktı. Aile çok mahçuptu  dünürlerine karşı. Nne diyeceklerini bilememenin ürkekliği yansımıştı davranışlarına ama hiç birinin yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı.
     Muhlise koptu Mehmet’inden! Neler olmuş, nasıl olmuştu, neden bu hallere düşmüştü! Tüm bu sorularla boğuşurken, gözyaşları hiç dinmeden akıp durdu geceler boyunca. Mutluluğu kaybetmenin mutsuzluğu bir daha hiç terketmedi kalbini. Çok sonraları, artık ağlamaz oldu. Annesiyle, babası sevindiler, iyileşiyordu kızları nihayet. Oysa Muhlise, hiç bir zaman tam anlamıyla iyi olmayacaktı. Yaşıyordu evet, umut olmadan, mutluluk hissetmeden, Mehmet’i tek bir gün bile unutmadan nefes alıyordu. Kendini el işlerine  verdi. Geceyarılarına kadar, gaz lambasının ürkek ışığında nakışlar işler, gözleri acıyıp, yanarak isyan ettiklerinde anlardı ancak yorgunluğunu. Yıllarca, kaneviçelerin ürkek renklerinin iç içe geçtiği naif dünyalarında unuttu kendini. Danteller ördü, iğneoyaları yaptı. Bitirdiklerini dağıtıp etrafa, sonra hiç aralıksız yenilerine başlıyordu. Bazan günlerce hiç ses etmeden, varlığıyla yokluğu hiç belli olmadan, elindeki işe dalıp gider, o bitince, içini bir sıkıntı kaplardı. Uzun uzun yılları böyle evinde geçirdi. Sonraları, akıl hastanelerine kadar düştüğü çalındı Mehmet’in kulağına.Yaşlanıp, düşündükçe, karısına yaptığı haksızlığın farkına vardı. Vicdanı hep daralıp durdu pişmanlığın acımasız sesleriyle.
   Mehmet önceleri, yeniden evlenmeyi hiç istemedi. Tek başına çiftliğe kapanıp,  
yaşamaya karar vermişti. Hiç değilse kafası dinç olur, rahat ederdi. Ama karısından
ayrıldıktan sonra da, yakasını bırakmayınca o bunalımlı düşünceler, umduğu gibi bir huzura kavuşamadı. İçi içini yiyip durdu her geçen gün. Bir türlü, verdiği karardan emin olamadı tam anlamıyla. Hüsran sancıları, her gün daha da artarak, tırmanmaya başladılar Mehmet’in omuzlarına.
İşte tam da o zamanlarda, evlilik fikri tüm ihtişamı ve de en güzel taraflarıyla, gelip konakladı genç adamın zihninde. Yeni bir kadın hayatına girecek, belki de, çocuk sahibi olacaktı. Annesi de, ne zamandır oğluna, bu konuda bir hayli ısrar etmiş ama kabul ettirememişti bir türlü. Afife’den sonra onu da böylesine perişan görmek üzüyordu kadıncağızı. Bir gün oğlu gelip, yeniden evlenmeye karar verdiğini söylediğinde, önce inanamadı kulaklarına. Hemen ardından, şaşkınlıkla yüklü bir sevince kapıldı lakin aklına zavallı Muhlise düştüğünde, utandı duyduğu sevinçten. Elden ne gelirdi ki!  Tüm olanlar Mehmet’in suçu değildi elbet, onu istemediyse, besbelli gelinin de payı vardı bunda. Böylece uzaklaştırdı kendisinden suçluluk duygusunu ve derhal kolları sıvayıp, oğluna yeni bir gelin aramaya koyuldu. Bu defa kendi seçecekti Mehmet’in yeni eşini.
     Naile, Mehmet’lere yakın bir köydendi ama yüz yüze birbirlerini görmüşlükleri yoktu. Ne o, genç adamın ela gözlerine bir kere bakmış, ne de Mehmet, genç kızın sesini  duymuştu. Kader onları biraraya getirmeye karar vermemiş olsaydı, belki de, hayatları boyunca karşılaşmayacaklardı bile. Üç ablasıyla, bir ağabeyi vardı kızcağızın. Anneleri, dördüncü bebeğini dünyaya getirdikten kısa bir süre sonra ölmüştü, henüz gencecikken. Bebeği zar zor bir buçuk yaşına getirebilmişlerdi.  Ne yazık ki, yavrucağın  sağlığı pek iyi değildi. Ayaklanmaya başladıktan sonra, hiç koklayamadığı  anacığının hasreti, nasıl olduysa olmuş, düşmüştü minik yüreğine. Çocuğun, hiç görmediği annesini böyle araması, gören herkesi hayretler içerisinde bırakıyordu. Küçük kız yalpalaya yalpalaya, odaların kapılarını teker teker açar, her yanı dikkatle kontrol ederdi. Bu, her sabah uyanır uyanmaz yaptığı ilk işti. Her köşeye bakar, sonra küçücük ellerini birbirine birleştirerek, az çok söktüğü konuşmasıyla, ”Anne yok!!!” derken, gözleri yaşlarla doluverirdi. İşte her gün yaşanan bu sahne, evdeki herkesi üzüntü içinde bırakırdı. Onlara göz kulak olmaya gelen babaanneleri ise, bu görüntüye hiç dayanamaz, ”Bu çocuk beni ciğergah etti!” diyerek,  oturup, torunuyla beraber bir avut tuttururdu. Küçük çocuğun, küçük kalbi bu hasrete dayanamamış olacak ki, zaten iyi gitmeyen sağlığı daha da bozuldu zamanla. Bir kaç ay sonra da, çok sevdiği anasının yanına gitti.
     Anneleri öldüğünde, en büyükleri bile, hava kararmaya başlayınca, masanın üzerindeki lambayı yakmak istediğinde, boyu masaya  yetişemeyecek kadar küçüktü. Yıllardır yanlarında çalışan Hüseyin’le, karısı Maryam olmasaydı perişandı halleri. Günün  neredeyse yarısını odasında yatarak geçiren ihtiyar babaanneleri, onlarla ne kadar uğraşabilirdi ki. Artık iyiden iyiye yaşlanmıştı zaten kadıncağız. Maryam çocukların hepsiyle tek tek ilgilenir, onları kendininmişcesine severdi. Hem, evin her türlü işine, hem yemeğe, hem de, çocuklara yetişen bir hamaratlık abidesiydi sanki. Sabahın erkeninde, daha hava aydınlığa varmadan kalkar, önce bahçeyi baştan başa bir güzel sular, ardından kümese yollanır, çilli tavuk hanımın, Maryam’dan başkasına emanet edemediği kıymetli, beyaz yumurtalarını toplardı çocuklar için. Çilli tavuk hanım, yumurtlaması biter bitmez gıdaklamaya başlardı her sabah. Yumurtalar da, hani kümesin en gözalıcıları, hem büyük, hem de çift sarılı!  Kendisiyle ne kadar övünse de, hakkıydı tavukcuğun! Gıdaklama senfonisi, ta ki,  Maryam gelene kadar sürüp giderdi. Eğer, ondan başkası yanına yaklaşmaya kalkarsa vay haline!  Bizim çilli bir kabarır, bir kızardı ki,  kaçırırdı gelen her kimse! Maryam’ın  kahverengi, küçük çiçekli yünlü elbisesini, önüne bağladığı koyu renk iş önlüğünü, başına örttüğü kahverengi eşarbını derhal tanır, kümesin tellerine yaklaşıp, onun kalın topuklu ayakkabılarının sesine kulak kabartırdı pür dikkat. Kadın kümesteki işini halledince, Hüseyin’in sağdığı, kova kova sütleri de  mutfağa taşıyıp, kahvaltı için hazırlıklara başlama zamanı gelirdi. Bey kahvaltı yapmadan çıkardı erkenden. Çiftlik işleri sabahtan başlar, geceyarılarına kadar sürerdi bazan. Büyük hanım çokluk odasında yer, artık kafasının gürültü çekmediğinden dem vurur, kimi gün akşama dek görünmezdi ortalıklarda. Evin büyük oğlu İlhan kalkınca, “Maryam
bana bir parça ekmek!”  diyerek, aceleyle kadının verdiği ekmekle, keçi peynirini alır, babasının peşine koşup giderdi. Büyüyünce, bu koca toprakların yönetimi ona kalacaktı ya, şimdiden işi öğrenmesi gerekti. Ama Maryam, bir anne ihtimamıyla çocuklara kahvaltı yaptırmayı hiç ihmal etmezdi. Yazın, avluya, küçük havuzun yanına kurardı sofrayı. Sonra kızları kaldırmak için üst kata çıkar, her üçünü de, yanaklarına kondurdudğu öpücüklerle uyandırırdı. Çocuklar bu şekilde uyanmaktan memnun, bir süre yatakta dönüp durur, nazlanır, birbirleriyle itişirlerdi. Kadıncağız sabırla hepsini giydirir, aşağı indirip, çeşmenin başında ıslattığı tarakla saçlarını yavaş yavaş tarayarak, kalın örgülerle örünce, artık kahvaltıya gelirdi sıra. Burada da rahat durmayıp, reçelli ekmeklerini yerken, konuşup gülüşerek ortalığı sevimli bir gürültüye boğduklarında, onları susturmayı beceremeyen Maryam, en büyükleri olan Zarife’den yardım isterdi.
_Kızım, sen büyüksün, alakadar ol kardeşlerinle bir parça! Nenen kızacak bak!
_Ne yapayım Maryam, kulak veriyorlar mı ki lakırdıma!
_Ee, dinleteceksin kendini Zarife, ablasın sen!
_Ablayım ya, geçmiyor söz bunlara!
_Beybaban da darılır duyarsa.
_Kuzum Maryam, beybabama deme emi.
_Demem demem.
Bu arada Peruze ile Naile, tabaktaki çökelekleri minik avuçlarına saklayıp, birbirlerine
atma yarışına girişirlerdi. En sevdikleri oyundu bu, iki küçük kızın. Çökelek tanelerinin havada süzülüşü pek hoşlarına gider, ”Eve kar yağıyor!” diye, ortalığı vaveylaya verirlerdi. Maryam hemen çökelek kasesini masadan kaldırıp, tel dolabın rafına  gizledikten sonra, bakışlarını sertleştirmeye çalışarak çıkışırdı kızlara;
_Ayıp yavrum,nimet o! Hiç nimetle latife olur muymuş!
Kızlar bir ağızdan mızırdanmaya başlarlardı, oyuncakları ellerinden alınınca;
_Eve kar yağıyordu, bak kesildi şimdi.
_Yine yağar kuzularım! Yaz bitip kış gelince, kar da başlar lapa lapa. Size bir masal
söyleyeyim hemi!
_Söyle söyle.
_Bir kış günüymüş. Kar lapa lapa yağarmış. Elalem evine çekilmiş, soğuktan titremekte, sokaklarda in cin top oynarmış. Küçük kuşlar aç bilaç kalmışlar, per perişanmış halleri. Tek lokma ekmekleri yokmuş. Ararlarmış tararlarmış her yeri ya, nafile! Kar kaplıymış dört bir yan, yiyecek bulmak nerede! Aha, sizin neneniz gibi yaşlı bir kadıncağız, pek acımış biçare kuşların hallerine. Çıkmış evinden beli iki büklüm, yiyeceği ekmeğin yarısını bahçesine karların üstüne sepelemiş. Kuşlar uçuşup gelmişler, güzelce doyurmuşlar karınlarını.Yaşlı nene kış boyu ekmeğini kuşlarla bölüşmüş. Sonra bitmiş kış, sıcacık yaz gelip çalmış kapılarını. Artık her şey bolmuş. Lakin köyün en güzel bahçesi neneninkiymiş. Köylü pek şaşalamış bu işe, şu yaşlı kadın bu envai çeşit çiçekleri, ağaçları nasıl tez elden ekip de büyütmüş. Üstelik kuşların hepsi de, tek onun bahçesindeki ağaçların dallarında ötüşüyorlarmış sabahtan akşama dek. Hasetlik eden komşuların bilmediği şuymuş, onlar umur etmezlerken, nene iyilik etmiş minik kuşlara kış vakti. Kuşlar da minnetlerini söylerlermiş yaz mevsimi. Sakın ola ki, çıkarmayasınız aklınızdan, kar bitse de, sizden yem bekleyen kuşlar vardır hep, sahip çıkın onlara.
Çocuklar masalı bir merak dinler, Peruze, masal biter bitmez atılırdı hemen;
_Maryam biz de kuşlara yem atalım kışın. Bize de güzel çiçekler verirler.
_Atarız kuzum atarız.
     Bir de çocukların pilav yeme merasimleri vardı ki, görülesi bir olay. Kızlar  pirinç pilavını çok sevdikleri için, Maryam neredeyse her gün bir tencere pişirirdi mutlaka. Ortalığa döküp saçmasınlar diye, ”Bunlar, peygamber efendimizin dişleri!” derdi,
“Sakın ola ki, döküp saçmayasınız!”  Kendisi de inanırdı buna, çünkü küçükken, büyükleri aynı şeyleri söylemişlerdi ona da. Çocuklar her bir pirinç tanesini özene bezene ağızlarına atar, tek biri yere düşse, ararlardı bulana dek. Çocukların en küçüğü olan Naile, Maryam’ın pişirdiği çorbalara bayılırdı ama ağzı yandığından sıcak sıcak içemez, Maryam üfleye üfleye soğutup öyle verirdi. Ablalarının çorbaları hemencecik bitirdiklerini gören küçük kız, her seferinde sonu gelmeyen sorularını sorardı;
_Maryam, onlar içiyor da niye ben içemiyorum?
En sonunda Maryam, bu sorudan kurtulmak için kendince bir yol bulup, şöyle söyledi çocuğa;
_Onların ağızları kalaylı da ondan!
Böylelikle rahat edeceğini sanan kadıncağız, Naile günlerce, ”Benim ağzımı da kalaylat!” diye yaygaralar kopartarak dolaşınca evde, ne kadar yanıldığını anladı. Anladı da, çocuğa bu ısrarını unutturabilmek uğrunda yapmadığı şey kalmadı.
Kızların en çok korktukları şeylerden birisi gök gürültüsüydü. Hele de, geceleri gök
gürlemesiyle yataklarından uyanırlarsa ağlamaya başlarlar, bunu bilen Maryam,yağmurlu gecelerde onların odasında yatardı. Onun yanlarında olduğunu  bildiklerinde, içleri rahat etse de, o korkunç sesler, yine de tedirgin ederdi her üçünü de. Naile bir zaman, yatağında kıpırdamadan, çakan şimşekleri dinler, Maryam’a sıkıca sarılıp sorardı;
_Gürlüyü kim gürlüyo Maryam?
Artık onun dilini çözmekte ustalaşan genç kadın, başka hiç kimsenin çözemeyeceği bu şifre gibi sözcüklerin manasını derhal kavrar, küçük kızın gökgürültüsünü sorduğunu anlayarak cevap verirdi;
_Gökyüzünde kocaman devler var, kızınca onlar çıkarıyorlar bu sesleri.
Naile gözlerini korkuyla açar, ”Ya ,bize de kızarlarsa!” diye sorardı bu kez. Maryam
çocuğun yumuşacık saçlarında ellerini gezdirirken, onu rahatlatırdı bir yandan da;
_Korkma kuzum, bize kızmazlar.
    O ramazan sıcak bir temmuz ayına  rastgelmişti. Akşam ezanlarına kadar ortalık yanıp kavruluyor, güneş hiç inmiyordu tepelerden. Ramazan aylarında misafir pek çok olur, evin bereketi de misliyle artardı. Misafirler çoktu ya, gelenin hanım mı, yoksa bey mi olduğu da önem taşırdı. Hanımları,  Maryam karşılar, beyleri Hüseyin buyur ederdi içeriye. Etrafta adet olduğu üzere, çiftliğin büyük kapısında da iki tokmak bulunuyordu. Tokmaklardan daha irice ve tok bir sese sahip olanını erkek misafirler çalar, ev halkı da geleni ona göre karşılardı. Diğeriyle mukayese edildiğinde, epey küçük olan öteki tokmağın sesi  cılızdı. Büyükhanımı ziyaret için veya başka bir sebeple gelen kadınlar da bu tokmağa uzanırlar, böylelikle belli ederlerdi kendilerini. Bu düzenle, hiç bir karışıklık çıkmadan, gelen bütün konuklar en alasıyla ağırlanır, memnunlukla ayrılırlardı çiftlikten.
Hemen her iftarda, en az on beş yirmi kişiye yemek hazırlardı Maryam. Oruç ağzıyla gün boyu, sırtında ter, koşturup durur, eksiksiz bir hazırlık yapardı her  akşam. Bahçeye kurulan  büyük iftar sofralarında, sahura dek yenip içilir, karanlık  çökünce, yakılan kandillerin ince ışıkları, bahçeye, mücevherlerin yansıması misali bir şatafat verirken, yer yer gölgeli bir sihir havası da katardı. Çocuklar çok severlerdi  ramazanı. Her şey bol bolamat olur, onlara daha hoşgörülü davranılır, şımartılırlardı adeta bayram sonuna dek. Karınları ağrıyana kadar şeker yemelerine bile, ses çıkarmazdı kimse. Belki de, çocukluklarının en neşeli zamanları yaşanırdı onlar için. Ev şenlenir, kalabalıklaşır, her vakitki sessizliğin yerini, sohbetler, şarkılar alırdı. Kızlar oruç tutmaya heves edince, Maryam onlara öğleye kadar izin verir, yemeklerini yedikten sonra akşama kadar yine başlarlardı oruçlarına. Bu duruma çok kızan babaanneleri üçüne de söylenirdi
sıkça;
_Mubarek orucu mundar etmeyin!  Koca kızlarsınız, tutun doğru düzgün! B
en sizin
emsalinizken, kaçırmazdım hiç orucu neyi!
Ama Maryam, kızların gün boyu aç durmasına kıyamaz, bir iki sene daha böyle idare
etmeyi düşünürdü aklınca. Daha pek küçümendiler kuzuları!
En büyük zevkleriyse sahura kalkıp, gecenin bir yarısı o lezzetli yemeklerden tadıp tekrar uyumaktı. Her nedense, o saatte yedikleri yemeğin onlara sunduğu nefis tat, her
zamankinden çok başka gelirdi hepsine. Özellikle de, Maryam’ın yaptığı tereyağlı sakaracınlardan yiyebilmek,sahurun en güzel kısmıydı.
Kadın onları erkenden yatırdığında, bahçede, hala yemeğe devam eden misafirlerin sesleri, pencereden çocukların odasına kadar gelirdi. Kızlar uykuya dalmadan önce, söz alırlardı Maryam’dan. Kadıncağız, ” Yemin billah, kaldıracağım sizi sahur vakti! Hadi, allah rahatlık versin.” demeden, hiç biri uyumak istemezdi. Bazan bu söz bile, içlerini rahatlatmaz, Naile, uyku akan gözleriyle, Maryam’dan yeni bir vaat almak isteyerek yalvarırdı adeta;
_İtler hav hav deyince, davullar güm güm edince, yağlı yap da, uyandır bizi. N’olursun,
Maryam, emi!
Babasının yokluğunda da, İlhan  bu ramazan davetlerini aynı şekilde devam ettirdi ama o da gittikten sonra, kızlar yalnız kalınca, evde yaşatılan tüm gelenekler gibi, yarım kaldı bu da. Bir daha da, ramazanların o eski tadı hiç olmadı evlerinde. Üstelik, davulun güm güm etmesini bekleyen heyecanlı çocuklar da büyümüşlerdi çoktan.
    Naile ile ablaları, peşpeşe yaşadıkları bu acılarla sarsıldılar. Babalarını da kaybettikten sonra tek dayanakları, ağabeyleriydi artık. Kız kardeşlerine kol kanat geren, hatta onların üçünü de evlendirmeden, kendi de evlenmemeye karar veren bu heybetli adam,  dönümlerce arazi sahibiydi. Tarlaların ekilmesi, toplanması, çalışanların kontrolü, satışlar ve bunun gibi tüm işleri tek başına yapar, sabahtan akşama dek yorucu çalışmalarla geçirirdi günlerini. Kızlar, bazı zamanlar kendilerini pek yalnız, kimsesiz hisseder, teselliyi birbirlerinde ararlardı. Özellikle de en küçükleri olan Naile, hepsinden daha içli, mahzun, sessiz sakin bir kızcağızdı. Fazlaca gösterişli değilse de, düzgün sayılırdı eli yüzü. Hiç bir zaman hırsları, aşırı arzuları, olağanüstü hayalleri olmamıştı. Böyle duygular, istekler, ondan, sadece karşıdan gördüğü ve zirvesini hayal bile edemediği dağlar kadar uzaktaydılar. Vakti evde geçerdi çoğu kez. Dinginlikle, ağır geçen zamanlardı. Ona, tek güven veren şey, başı yastığının üzerindeyken, dışarıdan duyduğu, ağabeyinin çizmesinin çıkardığı sert topuk sesleriydi. O sesi duyduğunda, yüreği anlatılamaz bir şekilde rahat eder, uykuya dalardı bu rahatlıkla. Hep o sesin kulaklarında  kalmasıydı tek istediği ama gerçeğe dönüşmedi.
      İlhan’nın, evlerinde bir kaç gün misafir olan iki arkadaşı çeldiler aklını. Halep’den gelen bu iki adam, oradaki zenginliği, bolluğu, ihtişamlı hayatları, şatafatı, büyük iş imkanlarını  ballandıra ballandıra anlatıp, ikna ettiler onu da kendileriyle gitmesi için. Temelli yerleşmek değildi niyeti, dönüp gelecekti bir süre sonra elbet. Koyar mıydı kardeşlerini  bir başına ortalıkta, kimsesiz, sahipsiz bırakır mıydı hiç!
Naile de diğer kardeşleri de, hiç onaylamadılar abilerinin bu kararını. Hepsinin yüreği,  onu bir daha göremeyecekleri korkusuyla çarpıyordu endişe dolu sessiz haykırışlarla.  Abileri güldü geçti onlara. Kadınlara has bu kuruntular ona mani olamazdı. Servetini büyütmek hırsı sarıp sarmalamıştı tüm benliğini ve bunun tek yolu da, ona göre Halep’den geçiyordu. Yolculuğunun ardından, tek tük mektuplar aldılar kardeşleri. Her mektup geldiğinde, üçü evlerinde toplanır, Naile tane tane okurken yazılanları, ablaları da, o da, gözyaşlarını doyasıya akıtırlardı. Daha sonra, üçü arasında, mektubu yanında taşıma sevdası başlardı. Hepsi de, abilerinin kokusunu duyumsamak için kendilerinde kalmasında ısrar ederlerdi küçücük kağıt parçasının. En nihayetinde anlaşamaz, sıraya bindirmekte karar kılarlardı. Duyulan bunca hasretle, onun geleceği zamanı iple çektiler. Bir süre geçince mektuplar kesildi. Ondan sonra da, Ilhan’dan  başkaca ne bir ses, ne bir nefes gelmedi. Öldü mü, kaldı mı, başına neler geldi bilemediler. Sırlarıyla beraber, sessizce çekildi abileri hayatlarından ve üçü de, her zaman ona karşı, hiç kimseye, hatta birbirlerine bile belli etmedikleri solgun güllerin rengiyle eşdeğer bir kırgınlığı gömdüler yüreklerine.
    Hüseyin’le karısı, üç kızı da ana babalarıymışcasına sahiplendiler seneler boyunca.
Hüseyin iyice yaşlanmıştı artık. Zarife’yi arazi sahibi, efendiden biriyle evlendirdiler.
Kızların başında bir erkek bulunur, onlara sahip çıkardı da, karı kocanın gözü arkada
kalmamış olurdu. Kızcağıza, eksiksiz, onu mahzun bırakmayacak bir düğün yaptılar.
Zarife böylelikle yuvasını kurup, çoluk çocuğa karıştı. Beş altı yılın ardından, Peruze’nin
de çıktı bir kısmeti, aynı köyün zenginlerinden bir genç. Hüseyin’i  bir kaç ay önce kaybeden Maryam, tek başına onun çeyizini de tamamlayıp, ev bark sahibi yaptığında,
epeyce bir rahatladı içi. Bir tek, küçük kız kalmıştı, onu da nasıl olsa evlendirirlerdi
elbirliğiyle. Hanımına vermiş olduğu sözü tutmanın vicdani rahatlığı, yaşlı bedenine umulmayacak bir güç katmış, neredeyse gençleştirmişti kadıncağızı. Hanımı, talihsiz bebeğine doğum sancıları çekerken, bir an olsun yanından ayrılmayan Maryamı, bir gün yatağının  kenarına oturtmuş, buz gibi ellerini genç kadının kollarına yapıştırarak, feri kaçmış  gözlerini gözlerine dikip, zar zor konuşmaya başlamıştı;
_Maryam, bana bir şey olursa, kızlarım sana emanetimdir! Gözün gibi bakasın onlara!
_Aman hanımım, yeller alsın dilinden! O nasıl lakırdı öyle! Allah korusun.
Hanımı bu konuşmadan sonra, tüm gücünü tüketmişcesine, gözlerini kapatmış, bir müddet öylece kalmıştı. Hiç iyi değildi hali, rengi bembeyaz, nefes alışı bile düzensizdi.
Maryam farkındaydı her şeyin ama yine de konduramıyordu. Öyle severdi ki bu kadını,
tek gün bile hatırını kırmamıştı onun şimdiye kadar. Maryam da, hanımınn iyiliklerinin
altında kalmamış, ölümünün ardından, kadıncağızın arzusunu yerine getirmişti.
    Ne yazık, Peruze’nin bahtı gülmedi evliliğinde. Genç kocasını iki yıl sonra bir traktör
kazasında kaybedince, tazecik haliyle dul kalıvermişti. Para sorunu yoktu gerçi, kocasından kalanlar bol bol yeterdi ona ama tekrar yalnız olmak, kimseye hissettirmek istemese de, çok üzüyordu genç kadını. Önce küçücük kardeşi, sonra, annesiyle babası,
derken, babaannesinin kaybı ve ağabeyinin gidişiyle sarsılan genç kadın, kocasının yokluğunu da  çekti sinesine. Hep mutlu bir evin özlemi olmuştu aklında çocukluğundan beri. İşte şimdi, buna kavuşmanın saadeti, kalbini ısıttığı bir anda her şey yıkılıvermiş, yine eski yalnızlığıyla başbaşa bırakmıştı Peruze’yi. Evinde oturmaya devam etti. Kimi zaman ablasına gider, bazan Naile gelirdi yanına. Ama ona en çok yarenlik eden, ablasının küçük kzı Feriha’ydı. Teyzesini çok seven kızcağız, onu hiç yalnız bırakmak istemez, oyunla geçireceği zamanını ona ayırır, ayrılmazdı yanından. Geceler, koyu lacivert geceliğiyle gelip, bütün köyü sardığında, Peruze’ye bir dalgınlık çöreklenir, lambaları yakmayıp, karanlıkta hiç kıpırdamadan otururdu sessizce. Yeğeninin orada olduğunu bile unutur kimi kez, onunla tek laf dahi etmeden saatler geçiridi. Küçük kız bu karanlıktan da, sessizlikten de sıkılır, evini özlerdi. Akşamları, kışsa sobanın etrafına toplanır, annelerinin mızıkayla çaldığı şarkıları dinlerler, hatta babaları, keyfi yerindeyse ortaya çıkıp, kazaska bile yapardı. Yazları, bahçede renk renk açan petunyalar eşliğinde yerlerdi yemeklerini. Neşe onların başından hiç ayrılmazdı. Kızcağız teyzesinin yanında otururken, kardeşleriyle gülüşüp konuşmaları gelirdi hatırına. Evleri çok yakında olmasına rağmen, kendini gurbette hisseder de, kahrolurdu. Ailesinin yanında olma isteği içinden geçse de, teyzeciğini bir başına bırakmaya gönlü razı gelmez, ancak Peruze
kendilerinde kaldığı vakitlerde rahatça uyurdu. Bilirdi o zaman teyzesinin yalnızlık çekmediğini. Peruze kendi evinde kaldığı geceler, birden küçük kızın aklına teyzeciği düşer, oyununu yarım bırakıp pencereye koşardı. Peruze teyzesinin evi, karşıda, derin gölgeli bir hüzün içinde görünürdü gözüne. Işığın renkli huzmelerinin oynaşmadığı camlarına baktığında, yüreği sıklırdı.
Peruze’de kaldığı bir akşam, genç kadın yine kendi içine çekilmiş, elleri çenesinde, kolunu yanındaki büyük yastığa dayamış, gözleri camdan görünen ayışığında takılı,
uzun zamanlardır oturmaktaydı hiç konuşmadan. Birden, yeğeninin sorusuyla, bir dehlizden  aydınlığa çıkmışcasına sıçrayıverdi yerinden.
_Teyze, senin kocan yok mu?
_Yok yavrum.
_Olsa konuşur muydun onunla, güler miydin o zaman?
_Bilmem, herhalde!
_Teyze, çocukların da mı yok?
_Çocuklarım da yok.
_Dertlenme sakın ola, ben çocuğun olurum senin!
Peruze yanındaki yastığı hızla yüzüne bastırıp, ağlamaya başladı. Öyle bir ağlamaydı ki bu, hıçkırıkları odanın ıssızlığında, büyük yankılarla buluşup, çığlıklara dönüşüyordu. Sanki yüzlerce yıldır akmayan efsanevi bir çağlayan, aniden sularına  kavuşmuş, çağıl çağıl çağlıyordu. Kızcağız bu manzarayı hayretle izlerken, daha önce,  teyzesini hiç bu halde görmediğini düşündü. Şimdiye dek hiç tatmadığı suçluluk  duygusuyla tanıştırıyordu bu olay küçük kızı. Ve bu ilk tanışıklık, onu da gözyaşlarına boğmakta gecikmedi. Ama onun ağlaması teyzesininki gibi değil, sessiz, için içindi. Bir zaman geçtikten sonra Peruze  sakinleşmeye başlamış, kendine gelmişti yavaş yavaş. O ana kadar farkedemediği cılız hıçkırıklar çalınınca kulağına, yeğeni aklına geldi. Onu böyle üzdüğüne bin pişman, koşup sarıldı kıza. İkisi tek laf etmeden, birbirlerinin kollarında, gün ışıyana kadar, kah uykuda, kah yarı uyanık kaldılar.
Küçük kız, teyzesinin o halini hiç unutamadı.Yine ona arkadaşlık yapmaya devam ederken, bir daha geceleri teyzesinin, gökyüzüne gözlerini diktiği zamanlarda hiç açmadı
ağzını. Ayışığının simli aksini, Peruze teyzesinin yumuşak bakışlı gözlerinde seyrederek
daldığı yalnız uykularında, hep mutlu gülümseyişler gördü düşlerinde.
      Peruze  genç yaşta ve varlığı da yerindeydi. Böyle bir kadın dul da olunca, rahat
bırakılmıyordu etraftan. Hemen haftada bir iki gün, dünürler çalardı kapılarını. Ya da,
eniştesine haber salıp istetirlerdi. Yeniden evlenmeyi düşünmedi ilk zamanlar. Tek başına
yaşamaya alıştırmıştı kendini. Bir kaç sene sonra, küçük bir yerde, bir kadının, bu şekilde yaşamaya çalışmasının zorlukları iyice hissettirmeye başladılar kendilerini, genç kadının dert yüklü omuzlarında. Ablasıyla, eniştesinin de ısrarlarıyla razı oldu yeni bir yuva kurmaya. Kimbilir, belki bu sefer mutlu olur, hep hasretini çektiği çocuğa bile kavuşurdu. Eniştesinin bulduğu damat adayı, kasabanın tanınmış eşrafından, karısını bir kaç yıl önce kaybettiği için, yavrularıyla başbaşa kalmış bir adamdı. Belki de, kaderlerinin denkliği, bu talibine yaklaştırdı Peruze’yi, böylece evlendiler. İleriki yıllarında, genç kadın hem mutluluğa, hem de bir kız çocuğuna kavuştuğunda, ne kadar  isabetli bir karara vardığını düşünerek hep şükredecekti.
     Peruze gelin gittiği evi ilk gördüğünde, dili tutulmuştu sanki. Bekarlık günlerinde, arada bir, ufak tefek işleri için Yıldızeli’ne gitmesi gerekir, kasabaya inerken, her zamankinden daha da fazla özen gösterirdi giyim kuşamına. Hava da güzelse, iş icabı bile olsa biraz uzaklaşmak onun için bir değişiklik olur, özenle hazırlanır, bu da, ona yaşamak için, kısa bir süreliğine de olsa moral verirdi. Çoğu zaman, lacivert ince mantosunu giyer, başına bağladığı, gri gümüşi şeritlerle süslü eşarbının iki ucunu ensesinde, küçük bir fiyonkla tuttururdu. İçi kadife kaplı, siyah deri potinleriyle aynı renkteki çantasını koluna takar, gri saten eldivenlerini giydiği eliyle sapını sıkıca kavrardı. Arkasında, hasretin buruk elemini bırakarak yürürdü küçük adımlarla.
Kasabada dolaşırken, üç katlı, ahşap çıtalarla yapılmış, cumbalı pencereleri olan, renklerin her tonunun birbiriyle harmanlandığı bir bahçenin ortasındaki, civarın en güzel evine takılırdı gözü hep. Genç kadın buranın önünden her geçişinde, bahçe duvarının yaında bir iki saniye durur, kasabaya indikçe, oranın tek bakkalından bir külah alıp, yemeyi alışkanlık haline getirdiği, saç ateşinde taze kavrulmuş sıcacık kavurgadan
atıştırırken, bakışlarını tahta çıtalı, dantel perdeli pencerelerde, kapının önündeki beton bir kaç basamağa sıralanmış sardunya saksılarında okşarmışcasına gezdirir, kalbinden her defasında aynı dileği geçirirdi. ” Şöyle bir evim olsa! ”
İşte, yeni oturacağı evi görünce hayretler içinde kalışının, küçük mucizevi masalıydı bu.
Hayallerini süsleyen ev, artık onundu. Dileği eşref saatine rastgelmiş de, kabul olunmuştu besbelli.
    Abilerinin gidişi, en çok da Naile için zordu. Ablaları birer aile kurmuş, kocalarıyla, çoluk çocuklarıyla oyalanıp gidiyorlardı bir şekilde. Ama Naile, bu acıyı en derinlerde yaşadı.Tek dayanağıydı abisi ve onun yokluğu, kolunu kanadını kırık bırakmıştı. Çoğu zaman ablalarında kalıyor, ara sıra yalnız olmak ihtiyacı duyduğunda, o çok özlediği evine gidiyor, eski kalabalık günlerin hayaliyle bakıyordu her bir köşeye. Tek can yoldaşı olan Maryam’ı da kaybedince, iş yine ablalarıyla, eniştelerine düşmüştü. Kardeşlerini
artık baş göz etmek gerektiğini düşündüklerinde, akıllarına, Peruze’nin kocasının bir tanıdığı olan Mehmet geldi. Eniştenin yaşlı anacığı, konuyu hafiften Peyker’e çıtlatınca,  kadın da razı geldi buna. Bir müddettir oğluna bir eş arıyor ama uygun birini bulamıyordu bir türlü. Naile’yi bilirdi, görmüştü bir iki kez. Ahbapları da  kefil olduktan sonra, her şey olup bitmiş sayılırdı.
Mehmet de itirazda bulunmadı bu teklife. Yaşadıklarının ardından, hayatında bir değişikliğe ihtiyaç duyuyordu, bu da belki yeni bir eş olacaktı.
Naile’nin de kafasında, artık yalnızlığına son verip, aile kurmak fikri şekillenmişti enikonu. Hayatın böyle bir yöne akışıyla beraber, Mehmet’le, Naile kaderin kalemiyle
çizilmiş olan evliliklerine başlamış oldular.
     Üç gün süren düğünün bitişiyle, gelin koca evine sağ ayağını sürüyerek girip, doğruca mutfak bölümüne götürüldü. Ocağın etrafında üç kere döndürülerek yeni evine bereket getirmesi için dualar edildi.Sonra kaynanasının elinde tuttuğu mıdıkus denen bal kasesini alıp önce kayınvalidesine yedirdi, sonra kendisi yedi. Tüm merasimler tamamlanınca da, odasına çekilip, damadı beklemeye koyuldu.
Peyker, gelininin yanlarında konuşmama adetine son vermek için, çok beklemeden akrabalarına bir yemek verdi. Naile ilk erkek çocuğunu dünyaya getirdiğinde düzenledikleri  kahtsganan ( doğum ziyafeti ) ise, oldukça görkemli olmuştu. Sayısı belirsiz sığır kesilip, bütün çerkez yemeklerinden bol miktarda hazırlanmıştı. Çiftlikte, o güne kadar ki en büyük yemeklerden birinde, bütün akrabalar, eş dost, komşular hep birlikte eğlenmiş, bebeğe isim verme hakkı da, en yaşlı erkek akrabaya düşmüştü. Bu yaşlı akraba, böylece, çocuğa hediyeler getirme ve büyüdüğünde ona bir at alma görevini de üstlenmiş oluyordu geleneklerine göre. Evlilikleri boyunca hiç bir zaman, ne Mehmet’e, ne de, ailesine ilk karısıyla ilgili bir şey sormadı Naile. Utandığından ya da çekindiğinden değil de, sadece merak etmediğindendi. Oldum olası fazla kurcalamayı,
sorup soruşturmayı sevmemiş, hayat ne getirirse onu yaşamayı tercih etmişti. Çiftlikte büyüdüğü için, çiftlik işlerine alışık olduğundan, yeni yaşantısı ona çok tanıdık geldi. Öyle ki, birlikte geçirdikleri yıllarda, kaynanasına her konuda yardım edişiyle, Peyker’in
gönlünü hızla kazanmayı da becerdi. Kadıncağız, böyle bir gelin bulmaktan pek memnun görünüyor, onu daha da iyi yetiştirme hevesine kapılıyordu. Fakat Mehmet’in gözü memuriyetteydi. Epey uğraşıp, araya bir kaç tanıdık da sokulunca, nahiye müdürlüğü göreviyle nihayet çıkmıştı tayini. Böylece, çiftlikten ayrılıp, ancak yazdan yaza gelebildiler senelerce. İki çocuklarıyla beraber yaşamı göğüslerken, bir çok yerde bulunup, en son, efsun şehri İstanbul’a yerleştiler.
    Mürvet,  kocasıyla beraber, hemen hemen bütün Anadolu’yu dolaştı. İkinci ve üçüncü
çocuğunu da ayrı ayrı şehirlerde getirdi dünyaya. Kocasını defalarca savaşlara, isyanlara
gönderip, defalarca yolunu bekledi her zamanki sabırlı suskunluğuyla.
Yüzbaşı Şeref, tüm gençliğini vatan için harcamaktan, her zaman gurur duydu. Emekli
olmayı kafasına koyduğunda yarbaydı ve artık tüm takatini tüketmişti. Ablasıyla, eniştesi Tokat’a yerleşmiş olan Mürvet, artık onlarla olmak, yakınında bir desteğe sığınmak ihtiyacıyla, Şeref’i de ikna edip, oradan bir ev satın almaya heveslenince, soluğu çocuklarıyla beraber, önceki yıllarda da, bir iki kez gittiği Tokat’ da aldı. Dağların arasına sıkışmış sakinliği, bol ağaçlıklı bahçeleleri, meyva bağlarının verdiği huzur, güleryüzlü insanları, kadıncağızın bundan sonraki yıllarını burada geçirip, çocuklarını burada yetiştirmeyi düşünmesinde etkili olmuştu. Şeref ‘in emekliliğine az bir süre kaldığında,
bu niyetlerini eni konu düşünmüş ve kararlarını vermişlerdi.
Mürvet  yavaş yavaş toparlandı, denkler yaptı, hemen hemen hazır etti her şeyi. Çocuklarla beraber ev bakmak üzere yola koyulmuş oldular böylelikle. Şeref  garnizonda
kalacak, işleri bitince, önce eşyaları gönderecek, ardından da, kendisi gelecekti. Enişteleri
Talat, çok saygın bir kişilikti oralarda. Her yerde hatırı sayılır, sözü geçerdi.
Cadde ,sokak şöyle bir gezinmiş, bir kaç yeri de kestirmişti gözüne. Baldızını yanına  katıp, ev bakmaya çıktıklarında, ” Mürvet,” dedi, ” pazarlık işini bana bırak. Senin içine
sinsin de, ötesinin ehemmiyeti yok.”
_Allah razı olsun senden enişte. Yoksa, biz ev ne alamazdık!  Bizim bey, bilirsin asabidir
epey. Köpürürdü vara yoğa, burnumuzdan getirirdi!
_Tasalanma sen! Allah’ın izniyle, münasip bir ev bulacağız inşallah.
Gün batımı yaklaşana kadar dolaştılar. En az, üç dört eve baktılar ama Mürvet şöyle gönlüne göresine rastgelemedi. Ayaklarına kara sular inmişti kadıncağızın. O sırada eniştesi ;
“Ardala’da da varmış ya bir yer.” dedi, ” Bilmem, beğenir misin, olmazsa bakalım.”
_Vakit de geç oldu enişte.
_Varsın olsun, bitirelim bu işi hayırlısıyla.
_Peki, madem, gidelim.
Talat, caddenin bitimindeki  bir marangoz dükkanından, evin anahtarını alır almaz, on dakika bile yürümeden varmışlardı görecekleri eve. Kapıyı açınca, büyük bir taşlık karşıladı onları. Sokak kapısına yakın bir yerde, mermerden küçük bir çeşme yapılmıştı. Mürvet hemen koşup, musluğu çevirdiyse de akmadı su. ” Bağlarız suyu.” dedi eniştesi, ” Nicedir boş burası. Tıkalıdır musluklar.”
_Niye boşmuş ki acep.
_Valla, çok sene önce göçmüş sahipleri. Şimdi de satlığa çıkarmışlar, bizim marangoz Vecihi efendi bakıyor, o dedi bana da.
Salon oldukça büyük bir alandı. Pencerelerinden, aşağıdaki bahçeyi, hafif kararmaya yüz tutan hava sebebiyle, zar zor görebilen Mürvet, sevinçle seslendi eniştesine;
_Bahçesi de büyükçeymiş, oynarlar çocuklar hiç değilse.
_Bakıyorum evi sevdin sen.
_İyice seçemedi gözüm ya, ne yalan diyeyim enişte, içim ısındı.
Yedi tane büyükçe oda vardı salonun dışında. Odalardan biri üst kattaydı. Merdivenle
çıkılıyordu oraya. Penceresi sokağa doğruydu, balkonluydu da üstelik. Alt kattaki
odalardan birinde, büyükçe demir bir kuzine çekti dikkatlerini. Daha sonraları, aile
bireylerinin kuzineli oda diye bahsedecekleri bu oda, hepsinin yüreğini, ayrı ayrı
zamanlarda, başka sebeplerle ısıtacak, onları huzur duygusunun ferahlığıyla sarıp
sarmalayacaktı. Bahçeye geçmek için, bir hayli dik olan beton merdiveni inip, taş döşeli yolu yürümeleri gerekti. Yolun sağ yanı, bölmeli mahzenlerle çevrilmişti. ” Herhalde
buraya ıvır zıvır koyulur. Kiler niyetine de kullanırsın. Soğuk yer, bozulmaz erzaklar  evelallah! Epey eşya da alır.” dedi Talat, etrafı alıcı gözle araştırırken.
Bahçe iyice keyiflendirmişti Mürvet’i. Bir de tanzim edilirse, eni konu güzel olacak gibiydi. Aklından bunları geçirirken, eniştesi incelemelerini çoktan bitirmiş, hatta, sonucu baldızına küçük bir rapor halinde sunmaya başlamıştı bile;
_Ev biraz harapça, lakin ufak tamiratlarla hal yolu bulunur. Şeref’in eli yatkındır, ben de
yardım ederim, lazım gelirse, tanıdık bir iki usta getiririm. Büyük ev, hem yarı fiyatına
alırım size.
_Sen münasip diyorsan enişte...
_Elbet ya, kaçırmayalım burayı.
Talat, baldızını bıraktıktan sonra, marangozhaneye gitti tekrar. Ev Vecihi efendiye emanetti, konuşup anlaştılar kendi aralarında. Koskoca Talat beye hayır diyebilmek mümkün müydü! Adamcağız elinde anahtarla müjdeyi verdiğinde, Mürvet’in sevinçten etekleri zil çalıyordu adeta. Nihayet, bir evleri olmuştu ya, ölse de, gam yemezdi artık. Ne kadar altını, bileziği varsa verdi eniştesine. Üstüne, Şeref’in biriktirdiklerini  de ekleyip, ertesi gün ödediler parayı.
      Eve ikinci gidişlerinde, Mürvet’in ablası, çocuklar hep beraberdiler. Kadıncağız çantasından anahtarı çıkarırken titriyordu hafifçe elleri. Anahtar kilitte döndüğünde
duyulan ses, kalbine uzun zamandan sonra ilk defa, artık neredeyse unutmaya başladığı, o eski kokulu aidiyet hissini yeniden yerleştirirken, gözlerine de, çarpıcı bir gurur pırıltısı konduruvermişti. Üç kere besmele çekerek, eşikten ilk adımını attı. Diğerleri merakla oraya buraya dağılırken çil yavruları misali, o önceden aldığı abdestiyle, çeşmenin mermer taşına ilişip, usul usul başladı “ Yasin ” nini  okumaya. Ancak duasını bitirince ferahlayan yüreğiyle, o da artık kendine ait olan evini bir kez daha görebilmek için, ilk
anda en çok sevdiği yere, kuzineli odaya daldı. Ondan sonraki günler, hepsi adına koşuşturmalı geçmişti. Ablasıyla elbirlik olup, bir güzel temizlediler her köşeyi ilk önce. Bazı tamirat işlerine eniştesi usta getirdi, bazılarını kendi yapıp, geri kalanı için de, Şeref’i beklemeye karar verdiler. Bir süre sonra eşyaları  da gelince, yerleşmeleri sadece bir iki günlerini aldı. Seneler sonra, tekrar yaşanılan bir yer haline gelen bu görmüş geçirmiş eski ev, sanki o upuzun uykusundan uyanmış, yavaş yavaş kendine geliyor, çocuk seslerine yeniden alışıyor, her gün, eşyaların teker teker yerlerine konması, perdelerin takılıp, halıların serilmesiyle ve her sabah güneşin, çatısının üzerine sıcak selamını bırakmasıyla, adeta ikinci kez doğuyordu.
Mürvet işleri biraz kolaylar kolaylamaz, ablasıyla beraber bir ziyarete gitti. Çok önceden beri ahdi vardı. Bir ev alırsa, lokma dağıtacaktı oranın dini mekanlarından birisinde. İşte şimdi, bu adağını yerine getirme vaktiydi sıcağı sıcağına. Sabah erkenden kalkıp, bolca döktüğü lokmaları, büyük tencereye yerleştirmişti bir güzel. Ablası da gelince, Şeyh_i
Şirvane’nin yoluna koyuldular. Öğlene dek dualarını edip, adaklarını yerine getirmişlerdi. Kadıncağız yeni evine içi rahatlamış olarak döndü. Artık, huzurla oturacaktı.
Kocası emekli olup da yanlarına gelene kadar, Mürvet çocuklarla beraber geçirdi ilk beş altı ayını. Hepsi de, çarçabuk alıştılar yeni evlerine. Bu yeni şehri de sevdiler. Yalnız kalmıyorlardı çok fazla, eniştesi, ablası uğrarlardı hemen her gün. Bir iki akraba da vardı.
Konu komşuyla da, yavaştan kaynaşıp, ahbaplık etmeye başladıklarında, günleri gayet güzel geçer hale gelmişti.
Mürvet, acı tatlı hatıralarını, çocuklarını, yorgun ve hasta kocasını da katıp yanına, bu şirin Anadolu kentinde geçireceği yeni zamanlara doğru yürüdüğünde, yolların bilinmezliklerle dolu olduğu gerçeğini çoktan göze almıştı zaten.